29 Mart 2023 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi, XIV. Dönem, 12. Toplantı – Hiroşima Sevgilim

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

‘Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış’ temalı XIV. Dönemine giren Atölyenin 29 Mart 2023 tarihli on ikinci oturumunda Kamer Badur Eğilmez bizlere Marguerite Duras’nın (1914-1996) atölyenin konusu olan kitabın geçtiği Hiroşima ve II. Dünya Savaşı’nın şehirde ve insanlarda bıraktığı etkileri,  yaşadığı dönemde edebiyat ve sinemaya damgasını vuran Yeni Dalga akımı, yazarın yaşamını anlattıktan sonra, atölyenin konusu olan Hiroşima Sevgilim (1959) adlı eser hakkında kısa bir bilgi verdi ve kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.

            Hiroşima’ya 6 Ağustos 1945’te yerel saatle 08:15’te Enola Gay isimli B-29 bombardıman uçağından atılan atom bombası (Little Boy) kentin %70’ini yok etti. Bu bombadan üç gün sonra bir vadide yer alan Nagasaki’ye atılacak olan diğer atom bombasına (Fat Man) göre daha güçsüz olsa da  Hiroşima’nın düz alanda olması daha büyük kayıplara yol açmıştır. Dünyada ilk kez atom bombası kullanan ülke olarak tarihteki yerini alan ABD’nin bu saldırılarında ABD kaynaklarına göre en az 140.000 kişi, Japon kaynaklarına göre ise iki 500.000 yakın kişi hayatını kaybetmiştir.

Enola Gay’in göreve başlamasından önce uçak kokpitinde yaklaşık 12 siyanür hapı koyulmuş ve  pilotlara Hiroşima’nın bombalanması sırasında görev tehlikeye düşerse bunları almaları talimatı verilmiştir. Enola Gay’de görev yapan 12 kişiden yalnızca üçü Hiroşima uçuşunun gerçek amacını bilmektedir. Hiroşima’daki  patlamanın şiddetini en iyi anlatan örnek, patlama esnasında insan ve nesnelerin gölgelerini bulundukları yere kalıcı olarak iz bırakmasıdır. 

1945 Yılında Hiroşima’ya atom bombası atıldıktan sonra yeniden çiçek açan ilk bitki bir zakkumdur ve bundan ötürü zakkum, Hiroşima kentinin resmi bitkisi kabul edilmiştir.

Marguerite Duras, daha sonra Vietnam adını alacak olan Hindi Çin’de, 4 Nisan 1914’te doğar. Çocukluğu ve ilk gençliği, üzerinde derin izler bırakan bu coğrafyada geçer. Hindi Çin Bölgesi; Myanmar, Laos, Kamboçya, Vietnam, Tayland, yarımada Malezya’sı ve Singapur’u kapsar. Bu kavram daha çok tarihte Fransız sömürgesi olan Laos, Kamboçya ve Vietnam’ı tanımlamak için kullanılır.

 Annesi ve küçük yaşta kaybettiği babası, Hindi Çin’i sömürgeleştiren Fransız hükümetinin teşvikiyle bu ülkeye göçmüş olan iki öğretmendir. Annesi, eşinin ölümünden sonra Fransa’ya dönmez, kızını ve iki oğlunu göreli bir yoksulluk içinde büyütür. 18 Yaşında Paris’e gelir, Sarbonne üniversitesinde hukuk ve matematik ve siyaset bilimi okur. Okurken sol görüşlere yakınlık duyarak 10 yıl Komünist Parti üyesi olur 1950 sonrasında partiden ayrılacaktır.

 1939 Yılında yazar Robert Antelme ile evlenir. Robert Antelme (1917-1990) bir Fransız yazardır. II.Dünya Savaşı sırasında Fransız Direniş hareketine katılmış,sonradan Sosyalist Parti’den Fransa Cumhurbaşkanı seçilecek olan François Mitterrand ile aynı hücrede çalışmış ve 1944 yılında sınır dışı edilmiştir. Önce Buchenwald’da , ardından Gandersheim toplama kamplarında kalır. Savaşın bitiminden sonra François Mitterrand, Antelme’yi Dachau toplama kampını ziyaret ederken korkunç bir durumda bulur ve Paris’e dönüşünü organize eder. Mitterrand daha sonra, Antelme’nin kendisine yumuşak sesli çağrısını neredeyse duymadığını bildirir. Marguerite Duras, Antelme’ye bakar,  iyileştirir ve dönüşü hakkında La Douleur  (Acı) kitabını yazar. Her ne kadar sağlığına kavuştuktan kısa bir süre sonra boşansalar da hep arkadaş kalırlar. Antelme daha sonra kamplardaki deneyimlerini anlatan L’Espèce humaine kitabını yazar (1947). Kitap, toplama kamplarındaki tutukluluk deneyimini anlatırken aynı zamanda insanlık üzerine felsefi bir düşüncelerini de yazar.  

Marguerite Duras yazmak için yalnızlığa ihtiyaç duyduğu, sanatsal açıdan verimli bir yaşam sürer. Çok sayıda roman, tiyatro oyunu, senaryo, deneme ve gazete yazıları kaleme alır ve deneysel olarak nitelenen filmler yönetir. Marguerite Duras, ilk romanını otuzuna basmadan, 1943 yılında yayımlar: Les Impudents’i (Küstahlar ya da Saygısızlar). Başarıyı sinemaya da uyarlanan Pasifik’e Karşı Bir Baraj ile kazanır.  

1954 yılında oyun olarak sergilenen Une Journée Entière Dans les Arbres (Bütün Gün Ağaçlarda) kitabını yayınlar. 1958 Yılında yayımlanan romanı Moderato Cantabile’nin tirajı beş yüz bini bulur. 1959 Yılında senaryosunu yazdığı, Alain Resnais tarafından filme alınan Hiroshima mon amour (Hiroşima Sevgilim), savaş karşıtı bir başyapıt olarak büyük ilgi toplar. Film 1959 yılında Cannes Film Festivalinde gösterilir ve bu filmi ile şöhreti yakalar.

1955-60 arasında Cezayir Savaşı ve De Gaulle rejimine karşı mücadele verir. ‘121’ler Manifestosu’ 6 Eylül 1960 tarihinde Marguerite Duras’nın da içinde bulunduğu 121 entelektüel tarafından imzalanan, Vérité-Liberté dergisinde yayımlanan açık bir mektuptur ve Fransız hükümetini, De Gaullecü Michel Debré’nin ve kamuoyunun Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nı meşru bir bağımsızlık savaşı olarak tanımaya çağırır. 68 Gençlik Olaylaɾına etkin olaɾak katılır, Öğɾenci-Yazaɾ Eylem Komitesi’nde yeɾ alır. Sık sık siyasi ve edebi polemiklere giren yazar, Sartre’ın Fransa’nın bu üzücü kültürel ve siyasi geri kalmışlığının nedeni olduğunu düşünür.  Sartre’ın, kendisini Marx’ın mirasçısı, düşüncesinin tek gerçek tercümanı olarak kabul ettiğini söyler ve bu yaklaşımını eleştirir.

Marguerite Duras ödünç acılarla değil, kendi acılarıyla, aşkıyla ve eksiltili cümleleriyle okurlarını dilin haz veren tabiatıyla tanıştırır. Hindi Çin’den Fransa’ya dek uzanan hayat serüveni boyunca yaşamını dolduran, onu büyüleyen tek şey yazmaktır. Ona göre ‘edebiyat kadın demektir’. Aşk, arzu, cinsellik, yalnızlık, ölüm, hatırlamak ve unutmak temaları üzerinde yoğunlaşır. Kendine özgü, eksiltili bir tarzda; anlatıda boşluklar bırakarak yazar. Okurların belleğinde şiir lezzeti bırakan yapıtları, sadece kelimelerle değil, aynı zamanda sessizlikle örülüdür. Edebiyat, kadınlar ve sessizlik hakkında şunları söyler: “İnsanın bulgulamaya çıkabileceği, ancak sessizlikle yansıtabileceği içgüdüsel bir davranış biçimi vardır. Bir erkek davranışını sessizlikle anlatmak çok daha zordur, çok daha yapaydır, çünkü erkekler sessizlik değildir. Eskiden, çok çok eskiden, binlerce yıldan beri, sessizlik kadın demektir. Dolayısıyla edebiyat da kadın demektir. İster kadınlardan söz edilsin, ister kadınların kendileri edebiyata el atsın, kadınlardır edebiyat.”

Çocukluğunu ve ergenliğinin geçtiği Hindi Çin’in, otobiyografik öğeler taşıyan romanlarında önemli bir yeri vardır. “Geriye yalnızca sözcükler kalsa da sevgisiz durmak olanaksız” diyerek yetmiş yaşının eşiğinde, 1983 yılında yazdığı Sevgili’de, henüz on beş yaşındayken Vietnam’da bir nehir gemisinde tanıştığı Çinli bir erkekle yaşadığı cinsel aşkı anlatır. Roman, kısa sürede çok satanlar listesine girer ve prestijli Goncourt ödülünü kazanır,  Jean-Jacques Annaud tarafından 1992’de sinemaya uyarlanır.

Marguerite Duras 3 Mart 1996’da, kanserden hayatını kaybeder.  

Marguerite Duras’ın dergilerde kaleme aldığı varoluşçu anlatımı, ilk romanlarında yerini romantik bir anlatıma bırakmıştır. Eleştirmenlerin ‘Yeni Roman’ akımına yakın bulduğu yazarın, kendine has bir anlatımı olduğunu söylenir. Romanlarında her şeyi anlatmaz, kısa ve öz yazarak okurlarını da düşünmeye iter. Duras’ın kitaplarında yazılanlar kadar yazılmayanlar da önemlidir. Yazarın anlatımı kişisel kılan, diyalogların yanı sıra kullandığı sessizliklerdir. Duras ‘eksilti’ sanatı büyük bir ustalıkla kullandığı kabul edilir. “Durumları, duyguları, ve duyumları daha çok esinlemelerle, ama en kestirme, en etkili bir biçimde yansıtan bu yalın, yalın olduğu ölçüde doğal ve şiirli anlatım bile, Duras’nın usta bir yazar olduğunu kanıtlamaya yeter” der Tahsin Yücel. Marguerite Duras bir edebiyat teorisine tutunup tüm hayal gücünü bununla yönetmez, eksilerek özgürleşir. Aşk hep hayatının bir parçasıdır, yalnız kalmaz ama yazmak için kendine bir yalnızlık oluşturur. Sevgilileriyle, hırçınlığıyla kendine has dürüstlüğüyle ve hepsinden öte aşka ve ölüme duyduğu arzuyla yazarak kendi yolunu bulur.

Fransız Sineması’nın dünya sinemasında önemli bir yere sahip olmasında ve hep bir ekol olarak görülmesinde hiç kuşkusuz 1950’li yılların sonuna doğru Fransa’da ortaya çıkan, “La Nouvelle Vague”, Yeni Dalga sinema akımının önemi büyüktür. Sadece ortaya çıktığı Fransız Sineması’nda değil tüm dünya sinemasında önemli bir yapıya dönüşen Yeni Dalga akımı; sinemaya teorik, estetik ve teknik anlamda birçok yenilik kazandırmıştır.

Godard, Truffaut, Rohmer, Resnais gibi pek çok yetenek ile parlak bir dönem yaşayan Fransız Sineması, birçok ülkedeki sinema sektörüne yön veren bir akım haline gelmiştir. Bu süreçte yönetmenlerin bakış açıları ile şekillenen filmlerle Fransız Sineması’nın politik yüzünün de ortaya çıktığı görülür. Politik yüzünün de açığa çıktığı bu oluşumun içinde farklı, isyankar, yaratıcı, zorlayıcı, devrimci tarzı ve tavrı ile ortaya çıkan bir isim olan Jean Luc Godard akımın en önemli isimlerinden biri olmuştur.

Fransız Yeni Dalga Akımı, 1950’li yılların sonuna doğru ortaya çıkan ve 1958-1962 yılları arasında en verimli ve etkin olduğu dönemi yaşar. Sinemanın klasik/geleneksel anlatı yapısına karşı tepkili olan bir grup sinemacının belirlediği birtakım unsurların şekillendirdiği manifesto ile film üretmeye başlayan yönetmenlerin ağırlıklarını koydukları ayrıca Modern Fransız Sineması’nın başlangıcı olarak kabul edilen yeni bir sinema akımıdır.

Fransız Yeni Dalga Akımının Özellikleri

1.         Ekonomik anlamda bakıldığında mikro ölçekte bir yapılanmaya vurgu yapılır. Düşük bütçe, yıldız sistemine karşı amatör oyuncular ile küçük ve ergonomik kameralarla pahalı dekorlar ya da süslü kostümlerden ziyade doğal ışık olan yerlerde çekimler tercih edilmeye başlanmıştır. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımında olduğu gibi filmlerde doğal ışık kullanılmıştır ve filmler çoğunlukla Paris sokaklarında çekilmiştir.

2.         Akımın en önemli özelliklerinden biri, filmin en önemli unsuru olarak yaptığı yönetmen vurgusudur. Bu vurgu Auteur Yönetmen anlayışını da gündeme taşımıştır.

3.         Filmlerde tercih edilen anlatı yapısı; öykü bütünlüğüne önem vermeyen ve doğrusal zamanı kullanmayan bir tarzdadır. Böylelikle izleyenler daha aktif konumda kurgulanmıştır.

4.         Yeni Dalga akımı bünyesinde çekilen filmlere bakıldığında, karakterler ile yaşadıkları toplum arasında çok az bir etkileşim ve iletişimin olduğu görülür. Oyuncuların birçoğu bu noktada bir yabancılaşma içerisindedirler. Çünkü dahil oldukları toplum her türlü toplumsal adalet ve düzenden yoksundur. Bu sebepten dolayı da, ana karakterler genellikle marjinal/asi/politik/bohem özelliklere sahiptir.

5.         Anlatı içindeki dramatik yapı, yeni bir estetik bakış ile şekillendirilmiştir. Devamlılığın önemsenmemesi, sıçramalı kurgu, tripotsuz çekimler ve görüntüdeki deformasyonlar olduğu gibi kayda alınmıştır. Klasik yapıda yanlış/hatalı olarak görülen bu bakış açısı Yeni Dalga akımında normal olarak görülmüştür.

6.         Yeni Dalga akımı içinde film üreten yönetmenler gerçekliğe müdahale ederek kendi gerçekliklerini anlattıkları senaryo ile filmi farklı bir gerçeklik inşasında etkili olarak konumlarlar.

7.         Sosyolojik ve toplumsal yapılanmada burjuvazinin sevgi yönünden yetersiz olması ile kişilerin sevgiye olan mutlak ve sonsuz gereksinimi filmlerin öne çıkan konularını oluşturur.

8.         Yeni Dalga akımının yönetmenleri film eleştirisinden geldikleri için, her filme yeni bir roman gözüyle bakarak yorumlayarak kayda alırlar.

9.         Yeni Dalga akımına dahil olan filmlerdeki kamera kullanımı ve çekim teknikleri tamamen yönetmenin bireysel ve deneysel tercihleriyle şekillenmiştir. Godard, kamerayı çok daha hızlı ve aktüel kullanırken, Truffaut ve Varda ise daha minimal kamera kullanımlarını tercih etmiştir. Genel olarak bakıldığında ise, anaakım Hollywood filmleri ile kıyaslandığında, yeni dalga filmlerindeki özgün kamera kullanımı Avrupa sanat sinemasının bugünkü teknik ve anlatı tercihlerine etki etmiştir.

10.       Yani Dalga akımına dahil olan filmler; politik tavırlarıyla bezeli anlatı yapısı ile de dikkat çekmektedir. Özellikle Godard, ulusal ve uluslararası sorunları anlatısı içinde kullanmıştır. Akım içinde yer alan yönetmenler, politik ve siyasi göndermelerle anlatılarını farklı bir şekilde kurgulamışlardır.

11.       Yeni Dalga akımında yer alan yönetmenler, karşı çıktıkları edebi uyarlamalara da yer vermişlerdir ama edebi eseri filme aktarırken bunu geleneksel anlatı yoluyla değil; doğrusal olmayan bir anlatı metodunu kullanarak, doğaçlamalara sıkça yer vererek ve kendilerine has kurgu teknikleriyle birlikte yapmışlardır.

            Atölyenin konusu olan Hiroşima Sevgilim bir edebiyat eseri olmaktan çok bir film senaryosu hazırlık taslağı gibidir.  Filmin yönetmeni Alain Resnais, her ne kadar eleştirmen kökenli olmasa da diğer yönetmenlerle onun tutumları benzerlik gösterir. Diğer yönetmenler gibi Yeni Roman’ın etkisinde kalmış ve filmlerine Yeni Roman geleneğini taşımıştır.  Sinemaya Yeni Roman’ın avangart nitelikteki karmaşık yapısını taşıyan yönetmendir.  Her zaman romancılarla (bunlardan ikisi sonradan kendileri de film yapan Alain Robbe-Grillet ve Marguerite Duras’dır) yakın bir işbirliği içinde çalışır. Bazı çalışmalarında,  örneğin Gece ve Sis (Nuit et brouillard, 1956; Nazi toplama kampları), Hiroşima Sevgilim (Hiroshima, mon amour, 1959; atom bombası), Geçen Yıl Marienbad’da (L’Année dernière à Marienbad, 1962; estetik soyutlama olarak bellek), Savaş Bitti (La Guerre est finie, 1965; tarihe teslim olan Sol) ve Seni Seviyorum, Seni Seviyorum (Je t’aime, Je t’aime, 1968; zamanın müziği) gibi filmlerinde çarpıcı bir etkiyle anlatıdaki zaman ve belleğin işlevini araştırır.  

Yeni Dalga her ne kadar sinemaya auteur kavramını getirmiş ve bu yönetmenler auteur olarak tanınmış olsalar da Resnais, bir ekip olmanın ve sinemanın kolektif bir üretim olduğunun bilincindedir. Çalışmalarında setteki herkesten destek alır, onların fikirlerini önemserse de bu durum onun bir auteur olduğunu değiştirmez, aksine daha da güçlendirir. “Geç modernizmin başlangıcındaki anahtar auteurler arasında Alain Resnais, yalnızca sinemanın ilk modern auteurü olarak değil, aynı zamanda bu dönemin, o zamandan beri modern sinemanın bir tür simgesi olarak kalmıştır. Ayrıca modernizmin birinci ve ikinci dönemleri arasındaki sınır olmuş, en radikal modern filmin auteurü olarak da göze çarpar. Resnais Hiroşima Sevgilim ile modernizmi başlatır, Geçen Yıl Marienbad’da ile ikinci olgun döneme büyük bir hız kazandırır.”

Hiroşima Sevgilim (1959)  Resnais’nin bellek ve zaman konularını zorlayan  filmidir.  Emmanuella adlı karakterin Hiroşima’ya yaptığı kısa iş seyahatinde Eiji ile birbirlerine aşık olmalarını anlatan ve bu aşkla birlikte gelen anımsama, zaman ve bellek konularına odaklanan bir filmdir ve o dönemde ele aldığı konu bakımından oldukça radikal olarak görülmüştür. Hiroşima Sevgilim, aynı zamanda ele aldığı konu bakımından filmde gösterdiği gerçek görüntülerle aynı zamanda belgesel film havasını da taşımaktadır. Yönetmen filmde sürekli Hiroşima, Nagazaki olaylarını hatırlatır. 

Bellek yalnızca anlatının içerisine ışık tutmaz, bellek toplumun hafızasıdır. Toplumsal ve bireysel bastırılmışlıklar bu film ile yeniden gün yüzüne çıkar.  Film içerisinde karakter nasıl geçmiş ile yüzleşiyorsa, izleyiciyi de aynı şekilde geçmişe götürür.  Resnais belleği bir anlatım aracı olarak kullanır çünkü ona göre belliğin işlevi içinde bulundukları toplumun geçmişte yaşadığı sancıları tekrar gün yüzüne çıkartmaktır.

Hiroshima Sevgilim  filminde yazar ve yönetmen sinemayı bir araç olarak kullanarak üstesinden gelmenin bir hayli güç olduğu bir işe kalkışıyor;insanlığın görüp görebileceği en ağır toplumsal travmalardan birini, Hiroşhima’yı anlatmaya koyuluyor. 6 Ağustos 1945… İnsanlığın gördüğü en büyük yıkımlardan biri… Yeryüzünün cehennemi… Yaklaşık 140.000 insan, insanoğlunun tahayyül sınırlarını aşan bir saldırı ile hayatını kaybediyor. Ve ardından 9 Ağustos Nagazaki saldırısı… Bu defa 75.000 insan… Atmosfere yayılan tonlarca kül ve radyoaktif madde… II. Dünya Savaşı ile birlikte insanlığın da sonu… İnsanoğlunun görüp görebileceği en ağır travmalardan biri. Böyle bir acıyı, travmayı filme almak mümkün mü? Cehennemi bu dünyada görmüş insanların acılarını anlamak ve anlatmak…

            Yazar ve yönetmen bu büyük yıkım unutulmasın, unutturulmasın diye; yaşanılan acılar bir nebze olsun paylaşılsın, anlaşılsın diye böyle bir uğraşa girişiyor ve ortaya oldukça etkileyici ve kolay kolay unutulamayacak bir film çıkarıyor.

Resnais tüm bu hikayeyi hatırlamak ve unutmak üzerine kuruyor. Bu ikilik kendini hem tarihsel ögelerde hem de karakterlerin bireysel hikayelerinde gösteriyor. Bir yanda hatırlamanın dayanılmaz ağırlığı, diğer yanda unutmanın getirdiği büyük suçluluk duygusu… Bir yanda cehenneme dönem bir Hiroşima, diğer yandan kedilerin kayıtsızca dolaştığı, rehberlerin gülümseyerek turistleri gezdirdiği bir Hiroşima… Getirdiği tüm güzellikleri ile sonsuza kadar sürmesi istenen aşk ve o aşkın acı bir şekilde sonsuza kadar yitirildiği gerçeği… Hatırlamak mı daha kolay, yoksa unutmak mı? “Seni daha az hatırlamaya başlıyorum. Unutmaya başlıyorum seni. Ürperiyorum bunca sevgiyi unuttuğumu düşündükçe. Ellerini bile doğru dürüst hatırlamıyorum. Acıyı hala hatırlıyorum biraz. Bu gece hatırlıyorum. Ama bir gün hatırlamayacağım. Hiçbir şeyi…”

Ama tam bir unutuş mümkün mü? Yoksa tüm yaşadığımız o acılar, travmalar benliklerimizin ayrılmaz bir parçası olarak son ana kadar bizimle nefes alıp vermeye devam mı edecek? “Birkaç yıl içinde seni unuttuğum zaman, bu çeşit başka hikeyeler geçince başımdan, aşkın unutuluşu olarak anacağım seni. Unutmanın korkunçluğu olarak düşüneceğim bu hikayeyi. Şimdiden biliyorum bunu.”

Aslında unutmak üzerine söylenen bunca söz tam da unutuşun imkansızlığını anlatıyor. Travmaların bir araya getirdiği, bir ettiği adam ve kadın… Birbirlerinin isimlerini bilmeseler de  kadın adam için artık Nevers’dir adam ise Hiroşima’nın ta kendisi.

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.