8 Ocak 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Altıncı Kitap – İstanbul

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

90653V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin altıncı toplantısının konusu İranlı yazar Sadık Hidayet’in 1936 yılında yayınlanmış Kör Baykuş kitabıydı. Emrah Gürsel’in yazarı tanıtmasının ardından Evren Ergeç kitap hakkında bilgi verdi ve tartışmaya açtı.

Yazar, yabancı ülkelere verilen imtiyazlar, borçlanmalar ve savurgan şah yönetiminin halkın ve ulemanın tepkisine yol açtığı olaylı yıllarda, 20 yüzyılın başında, 1903 yılında doğuyor.  Yükselen olaylar sonunda 1906 de ilan edilen Meşrutiyet Devrimi sonrasında büyüyor. Fransız eğitimi alıyor ve üniversite yıllarında Belçika ve Fransa’da yaşıyor. Yazıları, yaşamı, Atölye’nin bu dönemde örneklerini sıkça gördüğümüz, doğu kültürüyle batı kültürü arasında sıkışmış bir Orta Doğu aydını profiline uyuyor. Kitapları, Kör Baykuş ve Hacı Ağa 2006 sonrası İran’ında, büyük tasfiye programı çerçevesinde, yasaklı ilan ediliyor.

Kör Baykuş’ta, yazarın yaşam felsefesine benzerlikler barındıran, bu dünyaya acı çekmeye gelmiş, çevresindekileri ayak takımı olarak gören bir kalemdan ressamının ölüm ve yalnızlıkla geçen yaşam öyküsünü, med cezirlerini, halüsinasyonlarını okuduk. Anlatıcı ‘yoksulluk, miskinlik dolu bu aşağılık dünyada’ olmaktan, bu dünyaya gelmiş olmaktan acı çekmektedir.

Bu acının sebebi, ‘ölüm düşüncesi’ ve ‘yalnızlık’ yaralarıydı. Novella boyunca bu yaralar sürekli gündemde tutularak metin bir savaş anlatısına dönüşüyordu. Bu durum metin boyunca anlatıcının insanlarla kurduğu ilişkilerde karşımıza çıkıyor. ‘Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmak gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım’. Anlatıcının başkaları dediği, ötekisi, ayaktakımıydı.     ‘Bunlar sıradan insanlar için, ayaktakımı için, evet işte aradığım kelime, ayaktakımı için, ki onların hayatları senenin mevsimleri gibi belirli mevsimlere, dönemlere bölünmüştür ve onlar, hayatın ılımlı kesimlerinde güvence altındadırlar!’, ‘Sokaklarda belli bir amacım olmaksızın, rastgele yürüyor; para ve şehvet peşinde koşan, o tamahkar suratlı ayaktakımı arasından rahat, umursamaz geçiyordum. Onları görmeye ihtiyacım yoktu, biri ötekinin kopyasıydı. Hepsi bir ağız, ağza asılı bir avuç bağırsaktan oluşuyor, cinsel organlarında bitiyorlardı’, ‘Yalnız, köşeleri karanlığa gömülü duvarlardaki titrek gölgeler, zenci cariye ve köleler gibi, çevremde bekliyor, gözetiyorlardı beni’,‘Bazen, durup dururken, dadımın yakınlarının hayatını düşündüğüm oluyordu da, bilmiyorum niçin, diğerlerinin hayatı ve mutluluğu bende sadece nefret uyandırıyordu. Çünkü biliyordum, benim hayatım yavaş yavaş ve acılı, susmuş sona ermiştir. O halde niçin o sağlıklı, iyi yiyen, iyi uyuyan, iyi çiftleşen ve benim dertlerimin zerresini hiçbir zaman duymayan ve yüzlerine her dakika ölümün kanatları değmeyen o ahmakların, o ayaktakımın hayatlarını düşüneyim?’.

Metin boyunca ölüm ve yalnızlığa dayalı savaş anlatısı üç unsurla pekiştiriliyordu; afyon, kasap/kasap dükkanı ve mezar/tabut.

Bu üç unsur, bir yandan anlatıcının hayatını ölümcül bir hale dönüştürüp katil yaparken diğer yandan da karşılığını bulamadığı, platonik ve acı çektiren kahpe bir kadın ve ayaktakımlarıyla ilişkisini yazıya dökme sancılarında ona eşlik ediyordu. ‘Beni bu oda köşesinde tümörler gibi, kanserler gibi azar zar yemiş bitirmiş dertlerimi kâğıda geçirmek’, ‘Bilmiyorum, odamın duvarlarında nasıl bir zehirli etki var ki, düşüncelerimi zehirliyor. Besbelli benden önce burada bir cani, bir zırdeli oturmuş. Hayır, yalnız odamın duvarları değil, belki dışardaki manzara, o kasap, yaşlı hurdacı, dadım, o kahpe ve gördüğüm herkes; hatta arpa aşımı yediğim kâse, sırtımdaki giysiler, hepsi birlik oldular, bende bu düşünceleri onlar uyandırdılar’. Sayfalar boyunca anlatıcının, öfkeli bir entelektüel olarak canileşme sürecini okuruz.

‘Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Tek ilaç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler’. ‘Hayır, adını söylemem asla…Bu aşağılık dünya ile bir ilişkisi yoktur onun! Hayır, yeryüzü nesnelerine bulaştıramam kirletemem adını. O yok olunca ben de bir sürüden farksız insanlardan, ahmaklardan, mutlu kişilerden tamamen el etek çektim, unutmak için şaraba ve afyona verdim kendimi’, ‘O günden sonra, içtiğim şarap ve afyon miktarını çoğalttım, ama ne yazık ki ümitsizliğe karşı bu devalar, ne zihnimi uyuşturdu, ne derdimi unutturdu bana’, ‘Düşüncelerimi toplamak istiyordum. Bunu da bana ancak afyonun soylu dumanı sağlayabilir, zihnimi yalnız o dinlendirebilirdi’, ‘Afyon içince beni, boş ve parıltılı bir dünyada engelsiz yasaksız uçuyordum sanki. Öyle derin ve keyifli bir haldi ki bu, ölümün verebileceği keyif, onun yanında pek küçük kalırdı’.

     ‘Ansızın, yanaklarının hafifçe kızardığını gördüm, kasap dükkânındaki etlerin renginde bir kızardı’, ‘Kasap kemik saplı bir bıçak alır, dikkatle parça parça keser koyunları ve dudaklarında bir gülümseme, müşterilerine satar. İşine de öylesine bir keyif verir ki kendini! Eminim, bundan bir çeşit şehvet duymaktadır. Bizim mahalleyi mesken seçmiş, sarkık kafası, sönük gözleri, hasretli bakışlarıyla adamın ellerini izleyen sarı köpek de bilir bunu. Bu kasabın, mesleğinden pek memnun olduğunu bu köpek de bilir!’, ‘Günden güne zayıflıyordum, aynada bakıyordum kendime: Yanaklarım kızarmıştı, kasap dükkânında asılı etlerin rengiydi bu’, ‘Uyandım ki, yanaklarım kızarmıştı, kasap dükkânında asılı etler gibi’, ‘Kasap tombul eliyle sakalını sıvazladı, alıcı gözüyle inceledi koyunları, içlerinden ikisini epey güçlükle dükkânına taşıdı, çengellere astı ve okşadı butlarını. Her halde geceleyin karısını ellerken koyunlarını hatırlamış, karısını kesse ondan ne kazanacağını düşünmüştü’, ‘Çoktandır aklıma koymuştum bunu. Bilmiyordum, koyunları kesip biçer, parçalarken tartarken kasap neler düşünüyordu; sonra da bakışlarında öyle bir mutluluk oluyordu ki, elimde olmadan, onun yaptıklarını yapmak istediğimi hissetmiştim. Bu keyfi benim de tatmak gerekiyordu’, ‘Bilmiyorum niçin, kasap dükkânındaki koyunlar geldi aklıma; büyük bir parça etten farksızdı o ve eski çekiciliklerinin hepsini yitirmişti’, ‘Kahpenin gövdesini parça parça edecek, satsın diye müşterilere, karşıdaki kasaba götürecektim. Budundan bir parçayı da adak olarak, Kur’an okuyan ihtiyara verecek, ertesi gün de gidip soracaktım ona: ‘Dün yediğin et ne etiydi, biliyor musun?’, ‘Bana bu canice fikirleri bu bıçak vermişti, kasap bıçağına benzeyen bu bıçağı uzaklaştırdım kendimden’, ‘Kasabın keyfini şimdi anlamıştım: Kemik saplı bıçağını koyunların butlarında temizlerken; içlerinde çamur gibi bir koyu, pıhtı, ölü kanlar toplanmış pörsük etleri kesip kesip alırken ve koyunların boğazlarından damla damla kızıl kanlar yere akarken duyduğu keyfin ne olduğunu anlamıştım’.

‘Ve ben, mihnet ve meskenet dolu bu fakir odada, bir mezarı andıran bu odada, beni saran ve duvarların içine kadar nüfuz eden sonsuz gecenin karanlıklarında, uzun karanlık soğuk sonsuz bir gece geçirmek zorundaydım, bir ölünün yanında, onun ölüsüyle birlikte bir gece ve birden düşündüm ki, dünya dünya olalı, ben var oldum olalı, soğuk hissiz hareketsiz bir ölü, karanlık odada hep yanımdaydı benim’, ‘İçim dışım bir ceset kokusuyla, çürümüş et kokusuyla dolmuştu. Sanki bende eskiden beri, hep vardı bu koku, sanki ben ömrüm boyunca bir kara tabutta uyuyordum hep ve yüzünü göremediğim kambur bir ihtiyar, hayalet gölgeler, sisler içinde beni gezmeye çıkarmıştı’, ‘Her an bana mezardan daha dar, karanlık olmaya başlamış bu odada vaktimi, karımı beklemekle geçiriyordum, ama o hiç gelmiyordu. Mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder. İki yıl, dört aydır bu oda, benim hayatımın ve düşüncelerimin mezarı oldu’, ‘O aşağılık kimseler de, yalancıktan ve geçici, ama ne de olsa birkaç saniye için, benim yaşadığım âlemlerden geçiyorlardı. Benim odam da bir tabut değil miydi, yatağım mezardan daha soğuk, daha karanlık değil miydi?’, ‘Odam her an daha karardı, daha daraldı, bir mezar oldu adeta’, ‘Bazen odam öyle daralıyordu ki, bir tabutta yatıyordum sanki’.

Yazarın/anlatıcının kadınlarla olan ilişkileri de Atölyemizce, savaş ve şiddet dili açısından sorunlu bulundu. Metin boyunca farklı görüntüler altında gördüğümüz aslında tek bir kadın olduğuna karar verdiğimiz kadın karakteri dokunulmayandan özneden kahpeliğe, kahpelikten öldürülen bir özneye dönüşüyordu. Başlangıçta ‘İki sevdalı hep aynı hisse kapılmazlar mı, birbirlerine önceden rastladıkları, aralarında esrarlı bağlar olduğu duygusuna kapılmazlar mı? Bu aşağılık dünyada ya onun aşkını isterim, ya da hiç kimsenin!’, ‘Örneğin onun o uzun saçlarını yıkadığı su, ancak pek az bulunur, pek az bilinir bir çeşmeden akabilir, tılsımlı bir mağaradan çıkabilirdi. Entarisi bildiğimiz pamuktan dokunmamıştı, o entariyi maddi eller, insan elleri yapmamıştı. Seçkin, üstün bir varlıktı o’, ‘Bu genç kız, hayır bu melek, sonsuz bir hayret ve anlatılamaz bir ilham kaynağıydı benim için. Latif ve el sürülemez varlığı, bende bir tapınma duygusu yaratmıştı. Yabancı bir bakışın, herhangi bir insan bakışının onu sarartıp solduracağına inanıyordum’, ‘Benim gözümde bir kadındı o, insanüstü bir yaratık bir yandan da’ olan kadın ‘İç dünyadansa bana bir sütannem, bir de kahpe bir kadın kaldı’, ‘Ben ezelden beri kahpe demiştim ona; bu ismin benim için apayrı bir çekiciliği var. Ben onunla evlendimse, önce o bana geldi de ondan. Hem de hileli, fesatlı bir gelişti bu. Hayır, hiçbir meyli yoktu bana. Onun zaten kimseye bir yakınlık duyması, bağlanması mümkün müydü? Hırslı bir kadın, ki bir erkek şehvet için, bir erkek gönül eğlendirmek için, bir erkek de işkence etmek için gerekli ona. Hatta sanmam ki bu üçlemeyle de yetinsin! Ama beni kesinlikle, işkence etmek için seçti’, ‘O, ben hariç, kendini herkese veriyordu, fakat ben, onun çocukluğunu belli belirsiz tekrar yaşayarak kendimi teselli ediyordum’ a dönüşüyordu. Annesi için  ‘Bir bayader, oğluna bundan daha değerli bir yadigâr bırakabilir mi? Erguvani şarap, ölüm iksiri, ebedi huzur kaynağı! Babamı öldürmüş o zehir katkılı şarabı bıraktı. Hediyesinin ne değerli olduğunu şimdi anlıyorum’.

Doğu kültürünün baskın olduğu yerlerde ‘Sütkardeşi olmama rağmen, ailenin şerefini kurtarmak için, onunla evlenmem gerekiyordu. Çünkü kız, bakire değildi artık’, ‘Delikanlı bu gece kaleye girdi dün gece’ derken artık kahpeleşmiş kadın ‘O, bu herifleri yüzsüz, ahmak ve kokuşmuş oldukları için seviyordu. Onun aşkı pislik ve ölümle aynı şeydi aslında. Onunla bir gece geçirmek, sonra ikili ölüm, birbirimizin kollarında; işte buydu en büyük muradımöldürülesi özneye dönüşüyordu.

Yazar/anlatıcı yaşadığı dünyadan hiç hoşnut değildi, karamsardı; böyle gelmiş böyle gidiyordu. Doğu kültüründeki baskın kaderciliğiyle ‘Binlerce yıl önce aynı sözler konuşuldu, aynı çiftleşmeler oldu, aynı çocukluk acıları yaşandı. Acaba bir baştan bir başa hayat, gülünç bir kıssa, inanılmaz ve ahmakça bir masal değil midir?’ diyordu.

Ölüm ve yalnızlığına çözüm olarak dine de sığınmıyordu. Yazar/anlatıcının, yaşadığı döneme göre oldukça radikal bir söylemi vardı.  ‘Çünkü ben Tanrı’yla, Yüce Varlık’la değil, sevdiğin tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum! Çünkü benim için çok yükseğimdeydi Tanrı. (…) Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsam imtiyazlıların korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarımlarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum’, ‘Istırap, korku, dehşet ve yaşama arzusu, hepsi bitmişti bende. Bana telkin ettikleri dini inançlardan kurtulmuş, huzura ermiştim. Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu. Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim? Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için’, ‘ Evet, ikinci bir hayat düşüncesi korkutuyordu, hasta ediyordu beni. Hayır bu öğürtü veren dünyaları, bütün bu iğrenç yüzleri görmeye ihtiyacım yok benim. Tanrı bir sonradan görme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana?’.

Kitapta barışı çağrıştıran tek şey belki de anlatıcının yaşadığı platonik aşktı. Ancak ölüme çok yakın olan yazarın metni ölümün çevresinde dolaşmaktan bir türlü kurtulamıyordu. Yazar ve novellası, edebi özelliklerine ve başarısına karşın Atölye’miz tarafından şiddet ağırlığı yüksek ve ayrımcı, savaş duygusunu pekiştiren bir yazar/metin olarak değerlendirildi.

 

Atölye takvimi aşağıdaki gibi devam ediyor.

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.