14 Şubat 2024 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi, XV. Dönem, 8. Toplantı – İngiliz Hasta/Casus

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

‘Postkolonyal Dönem Edebiyatında Savaş ve Barış’ temalı XV. Dönemine giren Atölyenin 14 Şubat 2024 tarihli sekizinci oturumunda Yıldız Önen bizlere Michael Ondaatje’nin (1943) hayatı, edebi kişiliği, kitaplarında yaygın olarak işlenen temalar hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra, Atölye’nin konusu olan İngiliz Hasta/Casus’u (1992) genel hatlarıyla tanıttı, daha sonra kitap Atölye katılımcılarının tartışmasına açıldı.

Michael Ondaatje 1943 yılda Sri Lanka’da doğar, 11 yaşında, 1954’te İngiltere’ye, 1962’de hala yaşadığı Kanada’ya gider. Kanada’da Toronto ve Queen’s Üniversitesi’nde eğitim görür, 1971’de Toronto’daki York Üniversitesi’nde ders vermeye başlar. Aynı yıl şiir kitabı ödül kazandı. Şu anda Brick adlı edebiyat dergisinin editörlüğünü birlikte yaptığı eşi roman yazarı Linda Spalding ile Toronto’da yaşamaktadır.

Yazar, kendisi ve eserleri hakkında şunları söyler: “Ben bir melezim. Irkların. Kültürlerin. Birçok türün meleziyim.” Bunu Kanada ve İngiltere’den önce Sri Lanka’nın (Seylan) sözlü geleneğinde yetişmiş olmasına bağlar, “Akşam yemeğinde uzun hikayeler, dedikodu, tartışmalar ve yalanlar” ile büyür.  Kökenleri hakkında,  “Ondaatje muhtemelen bir Tamil ismiydi, aslen Hindistan’dan geliyordu, ama şu anda pek Tamil değilim” diyerek itirafta bulunur.  “Birkaç kaba kelime dışında o dili konuşamıyorum.” Sri Lanka’da hala çok sayıda akrabası olmasına rağmen, Sri Lanka ile kamusal bir özdeşleşme kurmaya direnmektedir. “Gerçekten bir ülkenin temsilcisi olmak istemiyorum.”

Dört çocuğun en küçüğü olan Ondaatje, anne ve babasının boşanmasının yarattığı krizi yaşar. Kedi Masası kitabında anlatılan geçiş ayinini 11 yaşındaki Ondaatje yaşamışsa da kitabın bir kurgu eseri olduğunda ısrar eder: “Roman bazen anı ve otobiyografinin renklerini ve mekânlarını kullansa da kurgusaldır”. Gerçek ve icat edilmiş hayatlar arasındaki bu boşluk, Ondaatje’nin kendini evinde hissettiği yer gibidir. Running in the Family’nin anı kitabı ile Kedi Masası’nın kurgusuna bakıldığında 50’lerin Londra’sının soğuk gri gökyüzünde anne sevgisini aramak için Sri Lanka cennetinden kovulmuş küçük bir çocuk görülür. Ayrılma olayı olduğunda Michael henüz ergen olmayan yapayalnız bir çocuktur. “‘Michael’ diye bir ses duydum….yanılmış olmaktan korkan bir sesti bu. Döndüm ve tanıdığım hiç kimseyi görmedim. Bir kadın elini omzuma koydu ve ‘Michael’ dedi. Yüzünü gördüğümde onun yüzü olduğunu anladım.”

Ondaatje’nin babası, Ondaatje Sri Lanka’dan ayrıldıktan sonra beyin kanamasından ölür: “Hüzünlü ve değişken bir figürdü. Onun hakkında bilmediğim çok şey vardı ve bu kitaplarımda tekrarlanıyor: ana karakteri bulmaya çalışmak. Bu bir alışkanlık haline geldi. Tüm kitaplarımda tam olarak anlatılmamış gizemler vardır.”  Bir zamanlar Sri Lanka’nın en iyi ve en varlıklı ailelerinden biri iken, annesi İngiltere’de çocuklarına otellerde çalışarak bakar hale gelir. “Sri Lanka’da anladığım bir dünyanın parçası olmuştum. İngiltere’ye geldiğimde her şeyi değiştirmek zorunda kaldım” der.  Kardeşi ile birlikte Kanada’ya göç eder. Kanada’nın onu kurtardığını söyler, Queen’s Üniversitesi’nde Arthur Motyer adlı bir öğretmenin büyüsüne kapılır ve onunla ‘yazmayı ve okumayı keşfeder.’ “Yazar olmayı hiç düşünmemiştim ama Motyer hayatımı değiştirdi.” Kaçış sanatçısı olduğunu kabul eder, “Kapıyı açık bırakmayı seviyorum”. Hiçbir yazar kalıplara sokulmayı sevmez: “Biri bana ‘Sen böyle birisin’ dediği anda, içgüdüsel olarak ‘Hayır değilim’ diye cevap veriyorum” der. 

Ondaatje büyürken, İkinci Dünya Savaşı hikâyelerinde çoğunlukla beyaz Avrupalı ya da Amerikalı kahramanların yer aldığını ve genellikle Hindistan’dan gelen askerlerin büyük katkılarının göz ardı edildiğini fark etti. İngiliz Hasta’daki Sih istihkâm eri Kirpal Singh, İngiliz Hasta’nın merkezi bir parçası haline, bu şekilde gelir. Verdiği bir röportajda yazma sürecini arkeolojiye benzetir: “Kitap yazılmadan önce karakterleri gerçekten tanımıyorum- henüz tam olarak şekillenmiş değiller…bir süre karakterlerin olasılıklarıyla yaşaması gerekir” der. Romanlarını önceden planlamadığını ve aslında yazana kadar romanlarda ne olacağına dair çok az şey bildiğini itiraf eder.  Ondaatje’ye göre ideal bir yazı günü, sabah 9:30’dan öğleden sonra 3:30’a kadar çalışmak ve başka hiçbir şeye değil sadece yazmaya konsantre olmak şeklinde olmalıdır.

İngiliz Hasta, 1992 yılında yayınlanır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda İtalya’da geçer, Booker Kurgu Ödülü’nün ortak kazananı eserlerden biridir. Kitap 1996 yılında 9 Akademi Ödüllünü kazanacak bir filme dönüşür. Kitap 2018’de Golden Man Booker ödülünü alır.  

Ondaatje, İngiliz Hasta romanıyla ana karakterleri üzerinde sömürgeciliğin, savaşın korkunç sonuçlarını kaleme alır. Karakterlerinin yaşamına iner ve sömürgecilik ve savaşın onları nasıl etkilendiğini inceler. II. Dünya Savaşı’nın son aşamasında birbirleriyle yolları kesişen dört farklı yerden yaralı insanın hayatını özetler. Savaşın olumsuz sonuçlarından dolayı, karakterler yerinden yurdundan olma, kimlik kaybı ve kültürel sorunlar gibi farklı sorunlarla karşı karşıyadır. Kendilerini İtalya’da yalıtılmış bir villada bulan karakterlerin travmalarını ve yeni bir kimlik oluşturma mücadelelerini açıklamaya çalışır.

Karakterler farklı milletlerdendir; Hana; savaştan etkilenen insanları tedavi eden genç bir Kanadalı hemşire, Kip; İngiliz Ordusu’nda bomba imhacısı olarak görev yapan bir Hintli, David Caravaggio; Hana’nın babasının savaş sırasında casus olarak görev yapan arkadaşı ve Almásy; Macar asılı Alman casusu, İngilizce konuştuğu için İngiliz sanılan hastadır.  

Kitapta geçmiş ve şimdiki zaman sürekli iç içe geçer. Anlatı yapısı, şimdiki eylemin betimlemelerini, geçmiş olaylara ve oluşumlara dair bakış açıları sunan düşünceler ve konuşmalarla serpiştirir. Tek bir anlatıcı olmamasına rağmen, hikâye alternatif olarak ana karakterlerin her birinin bakış açısından görülür. Bir karakterden diğerine geçerek tek bir olayın birden fazla perspektiften betimlemesi yapılır. Hana’nın doğum günü akşamında Caravaggio, Hana’nın yürürken bacaklarını izler: “Bacakları ve kalçaları elbisesinin eteğinde sanki ince bir su gibi hareket ediyordu” der. Ardından Kip’in bakış açısından: “Hana onların yanında, elleri ceplerinde, Kip’in onu yürürken görmeyi sevdiği şekilde hareket ediyordu” der. Tek izleyen bir karakter ya da tek izlenen diğer karakterler yoktur. Ondaatje’nin bu tekniği kullanmasının sonunda, anlatılacak tek bir hikâye olduğu fikri reddedilerek anlatı bütünlüklü bir masal haline getirir.

Romanın karakterleri sık sık ‘kutsal bir yerde ölmek’ fikrinden söz eder. Katharine, çölün eski insanları için kutsal bir yer olan bir mağarada ölür. Hana’nın babası Patrick de kutsal bir yerde, güvercinlerin kendilerini avlamaya çalışan farelerden korunabilecekleri bir binanın üzerindeki çıkıntıda, güvercin kulübesinde ölür. Madox da kutsal bir yerde, İngiltere’de bir kilisede can verir. Kutsal yerlerde ölüm fikri eser boyunca tekrarlanır, ancak bu tür yerlerin romandaki anlamı karmaşıktır. “Kutsal yer” tek tek insanlar için kutsal olan bir yeri ifade etmez: Katharine çölden nefret eder, Patrick yalnız kalmaktan nefret eder ve Madox kilisenin kutsallığına olan inancını yitirir.

Dini imalara sıkça rastlanıyor: hemşire hastasının kalça kemiklerini “İsa’nın kemikleri” gibi görür; Bedevi şifacı yağlarını hastayı “meshetmek” için kullanır, tıpkı Vaftizci Yahya ve İsa’nın vaftizi gibi… Hayatta kalma pratiklerini dininin önüne koyan hemşire, bahçesine korkuluk yapmak için bir haç kullanır. Bu ‘çarmıha gerilmiş korkuluk’ imgesi, kendisinden önce gelen dini imgelerle tezat oluşturuyor. Dinin savaştaki yeri hakkında bir noktaya değinilir. Dinin hem kutsanması hem de yerilmesi, ironik kullanımı savaş dönemlerinde “Tanrı varsa bu acılara neden izin veriyor?’ sorusunu insanların sıkça soruyor olmasından kaynaklanıyor olabilir.

Savaşın, savaşa dahil olan bireyleri nasıl dönüştürdüğü anlatılır. Tüm karakterlerin kimlikleri savaş tarafından tamamen değiştirildiğinden kimliklerini yeniden bulma çabasındadır. Eski bir hırsız olan Caravaggio sadece başparmaklarını değil, gençliğinin büyük bir kısmını ve kimliğini de kaybetmiştir. Artık ne hırsızlık yapabiliyor ne de mutlu bir hayat sürebiliyor. İngiliz hasta savaş nedeniyle gözle görülür bir dönüşüm geçirmiş, hiçbir biçimde fizik olarak tanınmaz haldedir, kelimenin tam anlamıyla tüm kimliğini kaybetmiştir ve sadece bir zamanlar sahip olduğu hayatı düşünmek için hayattadır. Hana savaş deneyimi nedeniyle geri dönülmez bir şekilde değişmiş, neredeyse bir çöküş yaşadıktan sonra, yanmış bir adama bakmayı seçmiştir. Savaş her karakterin kimliğinden bir parçayı alıp götürmüş, onun yerine şimdi her birinin taşıdığı bir yara izi koymuştur.

Ancak aşkın doğasını ve savaşın ortasında bile nasıl ortaya çıkabileceği de anlatılır. Sevgi umuttur, tek çıkış yoludur. Caravaggio, Hana’nın İngiliz hastaya aşık olduğunu iddia eder ve Hana’nın çok zeki ve gizemli olduğu için hastaya çekildiğini düşünür. Caravaggio’nun anlamadığı Hana’nın hastaya, en az onun kadar ihtiyacı olduğudur. Hasta Hana’yı güvensiz bir yere bağlıyormuş gibi görünse de, Hana onu savaşın korkunç dehşetinden kurtarıyor olarak görür. Bir kez daha birine duygusal olarak bağlanabileceğini ve sonunda gardını indirebileceğini hisseder.  Hana’nın Kip’e duyduğu aşk farklı bir türdendir. Kip onun koruyucusu, onu tehlikelerden kurtaracak güçlü, sağlıklı bir erkek figürü gibidir. Kip’e göre Hana bir hemşire değil, bir kadındır ve profesyonel görevinden bu şekilde uzaklaşması onu rahatlatmaktadır. Öte yandan Kip, Hana’da aklı başında, genç ve canlı bir bağ bulur. Her gün ölümle yüzleşen Kip, kendi ölümlülüğüyle yüzleşmek zorunda kalırken, Hana onu hayata bağlar. Ortaya çıkan aşk, karşılıklı ihtiyaçlara ve savaş zamanının stresi içinde bu ihtiyaçların karşılanması arayışına dayanan bir aşktır.

Herodot’un tarihiyle başlayan ve roman boyunca tarihçiden alıntılar yapan Ondaatje, geçmişi bugüne bağlar.  Macar asilzadesi İngiliz hasta Almasy açısından geçmiş, onun hayatında kalan tek şeydir. Ancak yaralanmasından önce bile geçmişin her zaman farkında olmuş ve onunla bağlantı kurmuştur. Kendini daha büyük, ölümsüz bir şeye kaptırmak istemiş ve bunu çölde bulmuştur.  Romanda zaman olağanüstü akıcıdır; günler haftalara karışır, anılarla ve geçmiş yüzyıllarla örtüşür. Geçmişteki ve şimdiki durumlar birbiriyle ilişkilidir ve birbirlerini bilgilendirmek için kullanılırlar. Geçmiş ve şimdiki zaman iç içe geçerek savaştaki aşkın daha büyük bir resmini yaratıyor.

Almásy, Kip’e “çok iyi anlaştıklarını çünkü ikisinin de ‘uluslararası piçler’ olduğunu, bir yerde doğup başka bir yerde yaşamayı seçtiklerini” söylerken, Kip kaybettiği tüm öğretmenlerini, İngiliz akıl hocalarını düşünür. Farklı bir ulustan doğmuş olmasına rağmen Kip, hem doğası hem de eylemleriyle kendisini bağladığı bir ulus bulur. Kip’in bir ulusla olan bağlantısının bu şekilde anlaşılması, Almásy’nin kendi ulusuyla olan bağlantısına ışık tutar, çünkü hastanın kendisi bu karşılaştırmayı başlatır. Hasta, Avrupa’daki evini terk etmiş ve çöl olan ulusa katılmıştır. Orada, tıpkı Kip gibi, becerilerinin en faydalı olduğu yeri bulmuş ve yeni ulusu olan çölün insanlarına sunabileceği şeylerle tanınmak ve değer görmek için geçmişini silebildiğini hissetmiştir. Kişinin ulusundan kaçması, geçmişinden kaçması ve yeni bir kimlik yaratması için daha büyük bir metafor haline gelir: kişisel karaktere dayalı bir kimlik.

Karakterler kendilerini duygusal olarak korumayı çok gerekli buldukları için, insanlığı feda etmek kolaylarına gelir. Kip insanlığını bir kenara bırakır, görünüşe göre onu savaş sonrasına saklar ve diğer herkesle arasına bir duvar örer. Almásy de 1930’lar boyunca bunu yapar; seyahatlerinde, ilişkilerinde ve arkadaşlıklarında kimsenin kendisine yaklaşmasına izin vermez. Özel hayatıyla ilgili çok az şey paylaşır, manzara ve coğrafya hakkında yazarken sadece tanımlayıcı gerçeklere bağlı kalmayı seçer

Atom bombası haberi, dış dünyanın gerçekliğini İtalyan villasının korunaklı ortamına geri getirir. Kip, Amerika Birleşik Devletleri’nin Hiroşima’yı bombaladığını duyduğunda çığlık atarak dizlerinin üzerine çöker. Acısı sadece Japon halkının paramparça olmuş hayatlarının değil, kendi ideallerinin de paramparça olmasındandır. Ağabeyinin batı karşıtı uyarılarına rağmen Kip batıya inanmış, kültürüne uyum sağlamış ve onu yıkımdan kurtarmak için elinden geleni yapmıştır. Kendi zihninde, Batı’nın Asya için ağabeyinin iddia ettiği kadar baskıcı olabileceğini reddeder. Atom bombasının patlaması Kip’in tüm inanç sisteminin yok oluşunu simgeler. Bombanın köydeki varoluşlarına müdahalesi, olayların ve gerçeklerin izole olmadığı gerçeğini vurgular. Japonya’da yaşananlar, İtalya’nın tepelerindeki küçük bir villada duyguların tam kalbine dokunur. Kip bomba haberine, villadaki hayatından kaçarak yanıt verir. Kaçışını batının baskısından bir kaçış olarak görür. Ancak yıllar sonra bile Kip kendini bir zamanlar yaşadığı hayata bağlı bulur. Kip’in Hana’ya olan duygusal bağı zamanın ve coğrafyanın ötesine geçer,  milliyetin büyük gerçeklerini aşar.

Savaş ve yıkım tüm kitap boyunca hatırlatılır. “Hana Hasta’ya bakarken ‘belki de kendisi göklerdeki düşmanıydı bu insanların’ diye düşünür. “Ölümle herhangi bir bağlantısı olsun istemiyordu, bir saç teli aracılığıyla bile. O günden sonra hiç aynaya bakmadı.”, “Savaştan dışarı bir adım attı. Rahibeler manastırı geri almaya gelene dek İngiliz hastasıyla birlikte bu villada yaşayacaktı.”, “Köpek görmeyeli yıllar oldu. Savaş boyunca hiç köpek görmedim.”, “Ölümü tanıyorum artık, kokusunu biliyorum. Benim işimi generallerin yapması gerekirdi aslında. Kahrolası generaller. Bunları yapamayanı general de yapmamaları gerekir.”,  “Senin yaptığına hırsızlık değil çapulculuk denir. Ülkem bana bunu öğretti. Savaşta resmi görevim buydu benim.”, “Kadın yokluğunda kıymete binmek midemi bulandırıyordu. Üstelik çocuk kendiliğinden ölmedi, onu ben öldürdüm. …Ondan sonra öylesine içime kapandım ki…”, “Her gece işgal ettikleri bir kilisenin serin karanlığına dalıp dibinde korkmadan uyuyabileceği bir heykel gözüne kestirip altına sığınmıştı. Karanlıkta bir melek heykelinin soğuk kalçalarının kıvrımı, ona bir kadının sıcaklığını anımsatırdı. Başını bu tür heykellerin kucağına yaslayıp uyumaya çalışırdı.” , “Savaşın kendini nasıl yok ettiğini morfin bağımlısı bu haliyle artık hiçbir dünyaya geri dönemeyeceğini düşünüyor.” “Madox, kilisede sıralarda otururken rahibin savaşı destekleyen vaazını duyunca çöl tabancasını çıkarıp kendini vurdu.”

Emperyalizm uygulaması sömürgeciliğin insanlığı getirdiği yer sıkça vurgulanır. “Kendi ülkemin gelenekleriyle büyüdüm, sonradan bu geleneklere senin ülkenin gelenekleri de eklendi. Sizin o nazik adanızın adetleri, örfleri, kitapları kendine özgü mantığıyla nasıl olduysa tüm dünyayı değiştirdi.”, “ Onlara artık düşman gözlerle bakıyor…Ağabeyim söylemişti. Avrupalılara asla sırtını dönme. Hilebazlar! Anlaşmalar yaparlar arkandan, sözleşmeler imzalarlar, haritalar çizerler. Avrupalılara asla güvenme, demişti. Asla onlarla el sıkışma. Ama biz ne yaptık? Hemen etkilendik; konuşmalarınızdan, madalyalarınızdan, törenlerinizden. Ne yapıyorum ben şu son birkaç yıldır? Kötülük tohumlarını yok etmeye uğraşıyorum. Ne için? Bunun için mi?”, “Amerikalı, Fransız fark etmez. Dünyanın kara ırklarını bombalamaya başladığında İngiliz’sin demektir. Eskiden Belçika Kralı Leopold’unuz vardı, şimdi kahrolası Amerikalı Harry Truman’ınız var. Hepsini İngilizlerden öğrendiniz. Böyle bir bombayı beyazların yaşadığı bir yere asla atmazlardı. Üçünü kendi dünyalarına bırakıyor, artık o bu dünyanın bir parçası değil.”, “(Araştırma gezisine çıkan Fenelon-barnes çadırında) altında elleri bağlı küçük bir Arap kızı vardı uyuyordu.”, “Şu İngilizler ne tuhaf’ kendileri için savaşmanı bekliyorlar, ama seninle tek kelime etmiyorlar.”, “Yurtdışında geçirdiği bir yılın sonunda uzaklardan gelen bir oğul gibi bir ailenin üyesi olmuş, masada kendisine ayrılan yere oturmuş…”

Ulusal ve bireysel kimliklerinin yitirilmesi gibi kolonyalist tutumların sonuçları da sıkça karşımıza çıkar. “Çöl kabileleriyle karşılaşıyorduk. Hayatımda gördüğüm en güzel insanlardı. Bizler Alman, İngiliz, Macar ya da Afrikalıydık; önemsizdik onlar için. Yavaş yavaş ulussuzlaştık. Uluslardan nefret eder olurdum. Ulus-devletler mahvetti bizi. Madox uluslar yüzünden öldü.”, “Odysseus nasıl ölmüştü? İntihar etmişti değil mi? Çölde bizim dünyayla ilişkimiz kesilirdi. Rusya benim ülkeme daha yakın olmuştur. Evet, Madox uluslar yüzünden öldü.”

Kadını ele alış biçimi de ilginçti. “Patrick “ona ihtiyaç sahibi bir kadın bul, kendini kaybederdi o kadın için”, “Kadın, adamı darmadağın ediyor. Eğer kadın adama bunu yapmışsa adam kadına ne yaptı?”, “Sonra Kadim Herodot tarihinden okumaya başladı, Kandaules ile Kraliçesinin öyküsünü…Herodot’tan bana bu öyküyü okuyan kadına nasıl aşık olduğumun öyküsüdür.”

“Neden akıllı davranmıyorsun? Zengin değilsin ki zekân olmadan sıyrılasın her şeyden. Onlar başka. Onlar yüzyıllardır öyle bir ayrıcalıkla yaşıyorlar. Kimse zenginler kadar kötü olamaz. İnan bana. Ama onlar da o boklu uygar dünyalarının kurallarını yok sayamazlar. Savaş ilan ederler….Biz özgürüz.” “Göçerlik bizim kanımızda var. İşte hapis bu nedenle çok zor geliyor. Özgürlüğüne kavuşmak için intihar edebilir.”

Atölye incelenen eseri, postkolonyalist edebiyat türünün tüm temalarına değinen iyi bir edebiyat örneği olarak değerlendirdi. “Kolonyalist dönemde uygulanan politikalar, sonrasında etkilerini acı biçimde sürdürmeye devam eder” görüşünde birleşti. İnsanlar topraklarından, yerlerinden yurtlarından ediliyor, göçe zorlanıyorlardı. Kimliklerini yitiriyor, kimliksizleşiyor, kimlik kaybına uğruyorlardı. Ne eski kimliklerini koruyabiliyor ne de yeni kimliklerini benimseyebiliyorlardı; arafta takılıp kalıyorlardı. Kolonyalizm yalnızca ekonomik sömürü anlamına gelmiyordu; sosyal, kültürel etkileri uzun süre devam ediyordu. Kolonyalizm varoluşunu sürdürebilmek için savaştan sakınmıyordu. Savaş getirdiği bütün acılarla yaraları daha da derinleştiriyor, çatışmaları keskinleştiriyordu. Ve “Batı atom bombasını asla beyazların üzerine atamazdı.”

Postkolonyal dönem edebiyat yazarları ise doğdukları yere, kişisel tarihlerine göre okura sunduğu metinlerde bu tarih algısının etkisi oluyordu, bu deneyimleri yansıtıyordu. Romanlar ister istemez otobiyografikti. Metin ile metin yazarı arasında sıkı ilişki, yorumlananda yorumcunun yorumunun büyük etkisinin izlendiğini gösteriyordu.

Atölye Takvimi aşağıdaki gibidir:

1975Zadie Smithİnci gibi dişler28.02.2024Şengül Çiftçi
1961Arundhati RoyKüçük Şeylerin Tanrısı13.03.2024Ceren Aydos
1958Yan LiankeGünler aylar yıllar27.03.2024Aliye Zorlu
1952Jung ChangYaban kuğuları17.04.2024Nilüfer Uğur Dalay
1977Jesmyn WardSöyle Hayalet Şarkını Söyle1.05.2024Yasemin Kilit Aklar

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.