12 Eylül 1980 askeri darbesi, etkisi günümüze kadar yayılmış olan demokrasi tarihinin kara lekesidir ve çok büyük insani, sosyal, siyasi, ekonomik maliyetlere neden olmuştur.
Neden?
Çünkü 1980 yılına gelindiğinde, sermaye birikiminde yaşanan tıkanmayı aşmak için bir ekonomik dönüşüm programı gündeme alınması gerekmiş ve 24 Ocak 1980 tarihinde bir istikrar programı açıklanmıştı. Bu programa karşı güçlü bir toplumsal muhalefet meydana gelmiş, geniş halk kesimi, yoksulluk ve hak mağduriyeti demek olan bu istikrar programına karşı direnmişti. Toplumsal muhalefetin kırılması gerekiyordu, bunun için şiddet ve baskıya ihtiyaç vardı ve 12 Eylül 1980 tarihli askeri darbesi bu işi gördü.
Neden?
Vietnam bozgunundan sonra 1970’li yıllarda dünya ABD hegemonyasının düşüşünü tartışıyordu. ABD’nin sanayi gücüne karşı Almanya ve Japonya rekabet alanına girmişti. ABD bu rekabete, dolara endeksli dünya parasal sisteminin verdiği güçle, sermayenin finansal alana yönelme eğilimlerini sahiplenmiş, bunun içinde kendisine yeni imkânlar yaratarak karşılık vermişti. Bir anlamda finansallaşan kapitalizm, ABD nezdinde, dünya ekonomisini yönetebilecek tek güç olarak kendisini yeniden üretmişti.
1980’li yıllar, kapitalizmin kendisini restore ettiği, sermayenin yeni projesi olarak neoliberalizmin uygulamaya koyulduğu yıllardı. Neoliberalizm, emeğin uzun tarihi süreç içinde kazanmış olduğu siyasi ve ekonomik gücünü kırmak için yola çıkmıştı. Bunun kabulü için de baskı ve şiddete ihtiyaç vardı. Sol muhalefet tüm dünyada darbeler ve şiddetle bastırılmış, SSCB’nde sosyalizm eleştirisiyle ideolojik dağılmalar gündeme gelmişti. Geniş emek güçleri, her yönden gelen baskılara karşı koyamamıştı.
O yıllardan bu yana, bütün dünyada finansal sermayenin önündeki engellerin hızla kaldırıldığı uzun ve krizlerle dolu bir süreç içinden geçtik. Sosyal güvenlik ve çalışma haklarında önemli aşınmalar yaşandı. Bugünkü sınıfsal ve küresel çelişkiler, temel olarak bu finansal serbestleşme süreci içinde, özellikle de son yirmi yılda gözlemlenen finansallaşma bağlamında kuruldu.
Finansallaşma, finansal şiddet, yeni bir sermaye birikim rejimi, yeni küresel ve sınıfsal çelişkiler ile devletin dönüşümü, bekası için otoriterleşme demektir.
Finansallaşma genel anlamıyla, finansal güdülerin, finansal piyasaların, finansal aktörlerin ve finansal kurumların yerel ve uluslararası ekonomilerin işleyişinde artan rolü anlamına gelir.
Finansallaşma, yeni araçlarla, finansal türev ürünler aracılığıyla, ‘hayali sermaye oluşumuyla’ yol alma, temettü ödemeleri ya da devlet tahvillerinin getirisiyle, kredi genişlemeleriyle, birey ya da hane halkı geliri üzerindeki hak iddia etme sürecini anlatır.
Finansallaşma, finansal işlem ve araçlarla, spekülatif işlemlerle, gerçek sermaye birikimini olanaklı kılma, değer ilişkisini yeniden ve yeniden tesis etme, dolayısıyla yeni toplumsal ve sınıfsal çelişkileri ortaya koyma halidir.
Finansallaşma, üretken yatırımın yadsınması ve sermayenin finansal alanda karlı getirilerin peşinde koşması, sermayenin emek gücünü işe koşma ve üretim sürecinde artı değere el koyma süreçlerinin, finansal araçlar kullanılarak yerine getirilmesini ifade eder.
Finansallaşma, finansal alana başvurarak, sömürü koşullarını, finansal araçlarla tesis eden sermayenin bir eğilimi olarak ortaya çıkar.
Finansallaşma, emek gücüne getirdiği dayatmalarla, sınıf ve sömürü ilişkilerinin yeniden üretilmesindeki dönüşümlerin farklılaştığını anlatır.
Sınıf ilişkileri dönüşürken bunun keskin siyasi yansımaları olur.
Güvencesiz ve esnek çalıştırma pratikleri işçi sınıfının kompozisyonunu değiştirirken ortak eylemlilik olanaklarını zayıflatır, güvencesiz emekçinin kamusal alanda demokratik bir tartışmaya katılma olanağını elinden alır, alternatif siyasal eylemlilikler akıldışılıkla damgalanıp şiddetle bastırılır. Bunlara yol açan neoliberalizm gücünü büyük oranda finansallaşmadan almıştır.
Ücretinin bir kısmını daha eline geçmeden finansal piyasaya aktaran ve peşinde olduğu kullanım değerlerini ancak daha fazla borçlanarak elde edebilen emekçi, piyasa koşullarının sağlayamadığı dayanışma ağlarına ve hayatta kalma stratejilerine gereksinir. Bu gereksinimi karşılayabilmek için ‘finansal el koyma’ mekanizmalarına karşı girişilebilecek bir mücadeleye ihtiyaç duyuyorsa da demokratik alanda kendine yer bulamadı.
Küresel finansallaşma kutuplaşmayı getirdi.
Küreselleşme, karların ve zararların eşit olmayan dağıtımıyla, dengesiz bir süreç olarak ortaya çıktı. Bu denksizlik, kazanan az sayıda grup ya da ülkeyle, kaybeden ya da marjinalleşen çok sayıda grup ya da ülkenin kutuplaşmasına yol açtı. Küreselleşme, kutuplaşma, servetlerin merkezileşmesi ve marjinalleşme hemen hemen aynı süreçlerle ilintili olarak ortaya çıktı. Bu süreçte üretim kaynakları, yatırımlar, büyüme ve modern teknolojileri, az sayıda ülkenin, Kuzey Ülkeleri’nin ( Kuzey Amerika, Avrupa, Japonya ile Çin, Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong gibi yeni sanayileşmekte olan ülkeler) elinde merkezileşti. Gelişmekte olan ülkeler bu sürecin ya dışında genellikle karşılaştırmalı olarak, iç üretimlerini baltalayacak ithalat serbestisi, istikrarsızlık getirecek finansal serbestliği gibi, uzun dönemde dezavantajlarına olacak, kısıtlı biçimde sürece katılabildi. Kuzeyin sermaye birikiminin artmasına hizmet eden bu ülkeler Güney Ülkeleri olarak tanımlandı.
Kapitalizm tarihi finansallaşmayla sınırlarını parayla yeniden çizdi.
21.Yüzyıla gelinceye kadar küresel finansallaşma farklı süreçlerden geçti. 2000-2007 Dönemi küresel piyasalarda ve dolayısıyla Türkiye’nin de içinde bulunduğu ‘yükselen piyasalar’ ya da ‘Güney ülkeleri’ denilen ülkelerde paranın bollaştığı, kredi imkânlarının arttığı ve alt sınıflar da dahil tüm kesimlerin ağırlıklı olarak tüketici kredileriyle, kredi kartlarıyla borçlandırıldığı, hanehalkı borçlanmasının hızla büyüdüğü bir dönemdi.
Emekçi sınıfların, 1980’lerden beri neoliberal politikalar nedeniyle, sosyal güvenlik ve çalışma haklarında yaşadıkları aşınmalar, aldıkları ücret ve maaşların artan temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmesine yol açmıştı. İşte finansal serbestleşme sürecinin emekçi sınıflar üzerindeki en somut etkisi, borçlanma imkânlarının olağanüstü artması oldu. Hayatlarını borçlanarak sürdürebildiler ve öncesine göre daha çok tüketmeye başladılar. Gündelik hayatın borçla çevrimi, yeni kredilerle beslenip döndürülebildiği sürece bu süreç bir saadet zinciri gibi devam etti, ev almayı hayal bile edemeyenleri ev sahibi yaptı.
Alt sınıfların borçlandırılması, özellikle 2000-2013 arasında olağanüstü ivmelendi. 2010 yılına kadar neoliberal politikalara rıza, büyük ölçüde bu sayede devşirildi. Ancak sürecin tahakküm etkisi çok yönlüydü. Emekçi sınıflar bir yandan sosyal güvenlik ve çalışma alanlarında büyük hak kayıplarına uğrayarak sermaye karşısında zayıflarken diğer yandan, bu sınıflar üzerindeki piyasa şiddeti katlandı. Daha önce yaşamak için bir iş bulmak, dolayısıyla emeklerini satmak zorunda olan emekçiler, artık borçlanmadan yaşayamaz hale geldi. Artık sadece emek piyasalarının değil, finans piyasalarının da şiddetiyle disipline edilmeye başlandılar. Bu ikisinin ortak sonucunda, emekçi sınıfların siyasete müdahale güçleri azaldı, buna imkân veren sendika, parti gibi temsili kurumlar zayıfladı.
Sermayenin emek üzerinde emeğin borçlanması nedeniyle artan tahakkümü ve bunun yıkıcı etkisi, ABD’de 2007, Avrupa’da ise 2009’da patlayan krizlerle apaçık görünür oldu. ‘Yükselen piyasalar’ ya da ‘Güney ülkeleri’ bu sürece 2015 yılından sonra girmeye başladılar.
Batı’dan çok daha sert bir kriz dönemi kapıya dayanmıştır. Kuzey ülkeleri krizi kendileri için fırsata çevirecek güç ve kapasiteye sahipken diğer ülkelerde kriz, ABD ve Kuzey’in parayı ülkelerine geri çağırmasına bağımlı.
Artan hanehalkı borçlanmalarının yol açtığı krizin, gözden kaçırılmaması gereken önemli bir siyasi çerçevesi de bulunmaktadır; başta işsizliğin artması olmak üzere alt sınıfların borçluluğunun çevrilmesinde yaşanabilecek bu sorunlar, ülke iktidarlarının seçmen kitlesini hedef alacak sorunlardır. İktidarlar, kendilerini destekleyen bu kesimin kendileriyle kurduğu maddi ve manevi ortaklığın yok oluşunu izlemek istemeyeceğinden ortaya çıkacak siyasi bedelleri ödemeye niyetli olmayacak ve krizin faturası birileri tarafından ödenecektir.
Kriz nedeniyle ortaya çıkacak gerilimin nasıl idare edilebileceği bugün küresel kapitalizmin en can alıcı sorunlarından biri haline gelmiş durumda; öfke ve sınıfsal hınç.
Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer konu, yerel, ulusal, etnik, ırksal, cinsiyetçi ya da dinsel pek çok farklı zeminde kendini gösteren eşitsizliklerin altında yatan temel ve yeni bir sınıfsal çelişkinin olması.
Neoliberalizm, 1980’lerden 2010’lara gelinceye kadar büyük bir mesafe kat etmiş görünse de bunu yeni bir sınıfsal çelişkiye yol açarak yürütmüş gözüküyor. Bu çelişki, emekçilerin en zayıf, en güvencesiz, en eğitimsiz, bugüne kadar kendisine en fazla rezerv emek havuzunda yer bulabilmiş, her ülkenin özgül siyasi dinamikleri içinde 2000’lere kadar muhtemelen en horlanmış kesimlerinin, yeni talepleriyle siyaset sahnesine çıkmış olmalarıdır. Susmayacaklardır.
Dünyanın farklı ülkelerinde neoliberal iktidarlar, bu kesimleri, neoliberalizmin emek karşıtı saldırısından doğrudan etkilenen eğitimli, görece varlıklı ve hak sahibi emekçi kesimlere karşı kendilerini güçlendirmek için bir olanak olarak görmüşlerdi. Önlerine çıkan siyasi engelleri, kapitalizmin bu iki emekçi kesim arasında tarihsel olarak yarattığı eşitsizlik yarasını kanatarak aşmaya çalışmışlardı. Bu yoksul ve yoksun emekçi kesim, bugün borçla kışkırtılmış tüketim talepleriyle, birileri tarafından görünür ve muhatap alınır olmanın kendilerinde yarattığı medeni cesaretle güçlenmiş olarak artık ülke siyasetlerine aktif olarak dahil olmuş durumdadır. Krizin getireceği küçülmeye sessiz kalmayacak, borcun kendileri aleyhine toplumsallaştırılmasını da tepkisiz izlemeyeceklerdir. Bu kesimlerin kriz nedeniyle ortaya çıkacak öfkesinin nasıl idare edilebileceği, can alıcı bir sorun olarak ortada durmaktadır.
‘Toplumsal sorun’ olarak Devlet yeniden şekilleniyor.
Sermaye, neoliberal dönemde, emeğin 19. yüzyıldan beri verdiği mücadelelerle kazandığı hakları teker teker tasfiye ederken, 19. yüzyılın ‘toplumsal sorunu’nu yeniden gündeme, istemeden de olsa, getirdi.
Fransız Devrimiyle başlayan kadim toplumsal sorun tartışmasında hak ve özgürlükler, devletin amaç ve işlevleri, hukukun devlet oluşumdaki önemi ve yeri, düzenleme ve denetleme işlevleri yeniden biçimleniyor. Bugün, ülkeden ülkeye uygulamada farklılaşsa da, ‘otoriterleşme’ olarak tartıştığımız konu, sermaye-emek ilişkilerinin güncel dinamikleri ve çelişkileri içinde, kapitalist devletin tarihsel olarak yeniden şekillendiği köklü bir dönüşüme işaret ediyor.
Farklılıklara karşın ortak olan, dünyanın her yanında otoriterleşmenin benimsendiği ve hepimizin hayatını doğrudan etkileyecek bir süreç olduğudur. Ortak olan, neoliberal dönemde gitgide artan eşitsizlikler, 2008’de başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan finansal kriz, 2010’lardan itibaren dünyada giderek artan, yükselen isyanlar, bunların yarattığı tehditleri denetlemeye çalışan otoriter liderler, bunlara karşı etkili muhalif projelerin eksikliği gibi gelişmeler.
Toplumsal sorunun herhangi bir ülkede nasıl dönüşeceği, bu dönüşümün ne kadar sert olacağı, şiddet içerip içermeyeceği ancak o ülkenin 2000’lerin başından bu yana dünyaya egemen olan kredi bolluğu içinde ne yaptığı, bu dönemde iktidara gelen hükümetlerin ne tür kredi, teknoloji ve yeniden dağıtım politikaları uyguladıkları, ne tür ideolojik söylemler ürettikleri, hangi siyasi karşıtlıklar içinde iktidarlarını sürdürdüklerine bağlı.
Yoksul halkın borcunu çeviremez hale gelmesinin Güney ülkelerinde ciddi bir siyasi kriz anlamı taşıması devletlerin bunun olmaması için ellerinden geleni, baskı ve şiddetle desteklenerek yapabilmelerini gerektiriyor. 2000’i yıllarda bollaşan parayı verimli alanlara, eğitim ve teknolojiye yatırmayan ülkeler vahşi bir emek sömürüsüyle karşı karşıya kalıyor. Bu kesimin sınıfsal bir zeminde politikleşmesinin engellenmesi Güney devletlerin önümüzdeki yıllardaki ortak siyasi stratejisi olacak gibi görünüyor. Emekçi kesimler arasındaki her türlü eşitsizlik ve farklılığın keskinleştirilmesi, sorunların kaynağının bu farklılıklarda ya da dışarıda aranması, sınıfsal refleks ve tepkilerin şiddetle bastırılması ve kriminalleştirilmesi uzun süredir gündemde olan ve muhtemelen daha da güçlenecek eğilimler. Bu kesimlerin, sol muhalif örgütlenmelerle buluşmasının engellenmesine, önümüzdeki yıllarda daha da büyük önem verileceğini de bir gerçek ve bu da kalıcılaşan krizlerle, çatışmalarla, hukuksuzluklarla ve şiddetle daha çok karşılaşacağımızın göstergeleri.
Kapitalizm, artık bir kriz kapitalizmidir.
İstikrar, düzen ve hukuk kavramlarını sürekli kriz koşulları içinde ve sermaye perspektifinden yeniden düşünmek gerekir. Finansal sermaye istikrarsızlık, düzensizlik ve hukuksuzluğu paraya çevirmenin yollarını bulacaktır. Sermaye akışının ve kârlılığının önüne genel engeller konmadığı sürece, ülkeler arası farklılıklardan yararlanarak yoluna devam edeceği de görünen bir gerçektir. Ancak mevcut borçları çevirmek için finansal sermayenin ülkelerine gelişini garanti altına almak isteyen devletlerin, istikrar, düzen ve hukuku göz ardı ederek, sermayeye özel hizmetlere, teşvik ve tavizlere dönüştürecekleri de bir başka gerçektir.
Bu gidişatın modern devlet pratikleriyle yönetilebilmesi zordur çünkü toplumsal eşitsizliklerin, açık şiddet ve zor olmadan yönetilmesi giderek olanaksızlaşmaktadır.
Türkiye özgül bir labaratuar olarak gözükmektedir.
Yukarıda anlatılan finansallaşma sürecine Türkiye çok tipik bir örnektir. Bu küresel çözümleme, 2002’de iktidara gelen AKP iktidarının kısa sürede geniş bir toplumsal desteğe kavuşmasının maddi altyapısının nasıl kurulduğunu çok iyi anlatmaktadır.
2000’lerin başından itibaren küresel olarak artan borçlanma ve finansallaşma imkânları, İslamcı kimliğiyle iktidara gelen AKP’ye, bu durumdan kaynaklanan siyasi kırılganlıklarını aşmak için pek çok siyasi ve iktisadi fırsat sundu. AKP iktidarları, küresel finans çevrelerinin ve Batılı ülkelerin 2000’lerdeki finansal dayatmalarına da yine kendi somut siyasi ve İslami öncelikleri etrafında yanıt verdi. Küresel piyasalarda para bolluğunun olduğu yıllarda AKP, bir yandan bu bolluktan daha çok pay kapmak için neoliberal politikalara sadık bir profil çizmiş, diğer yandan da ülkeye akan kredileri seçici bir şekilde dağıtarak, ülkede kendi İslami projesini destekleyecek sadık bir seçmen ve sermaye tabanı yaratmaya girişmişti.
İktidarın 2000-2007 dönemi, küresel piyasalarda paranın bollaştığı, kredi imkânlarının arttığı ve alt sınıflar da dahil tüm kesimlerin ağırlıklı olarak tüketici kredileriyle borçlandırıldığı bir dönemdi. Emekçi kesimlerin banka kredileriyle yaygın ve sistematik olarak borçlandırılması Türkiye’nin de içinde bulunduğu Güney ülkeleri için yeni bir tarihsel gelişmedir. Güney ülkelerinde neoliberal politikalarla refah devleti uygulamalarının gerilemesi, sağlık, eğitim ve emeklilik harcamaları artarken reel ücretleri o düzeyde artmayan ya da eriyen emekçi kesimleri, geçimlerini 2000’lerden itibaren borçlanarak sürdürmeye itmiş, bu süreç devletin ve bankacılık kesiminin kredi politikalarıyla desteklenmişti.
2002-2016 yılları arasında önemli kırılma noktalarından geçerek yeniden tanımlanan ‘gelecek üzerine kumar’ ya da borçları ‘geleceğe kaçış’ gibi öteleme stratejileri, günümüzde devlette yaşanan köklü dönüşümleri tetikleyen sınıfsal ve siyasi çelişkileri hazırlamıştır.
Küresel kriz sonrası güçlenerek devam eden bu para bolluğu, sınıfsal çelişkilerin bu kez de 2010’lara kadar konut kredileriyle ertelenmesine yardımcı olmuştu. En dikkat çekici özellik Türkiye’de hanehalkı borçlanmasının oransal olarak 2002 yılına göre çok hızlı olarak artmış olmasıdır.
AKP, 2009 ve 2013’te karşı karşıya kaldığı küresel finansal ve iç siyasal sorunları hanehalkı borçlanmasını genişleterek idare etmeye çalışmıştı. 2009, küresel kapitalist krizin etkilerinin ihracat kanalı üzerinden Türkiye’ye yansımaya başladığı ve özelleştirme nedeniyle istihdam koşullarının değiştirilmesine karşı çıkan TEKEL işçilerinin Ankara direnişinin olduğu yıldır.
2009 sonrası hanehalkı borçlanmasının yeniden düzenlenen konut kredileriyle artırılmasının ve böylece sınıfsal ve siyasi gerilimlerin geleceğe ertelenmesinin nedenleri arasında, Türkiye’de hukuk sisteminin iktidara bağlanmasının önünü açan 2010 anayasa referandumu ya da 2010-2011 Arap isyanlarının AKP üzerinde yarattığı siyasi kaygılar unutulmamalıdır.
Hanehalkı borçlanmasında ikinci kırılma noktasını oluşturan 2013 ise, bir yandan küresel finans piyasalarındaki kredi bolluğunun sonuna gelindiği, diğer yandan da AKP iktidarının siyasi programını gelecekleri için tehdit olarak tanımlayan geniş kitlelerin Gezi’de direndiği yıldır. Hanehalkı borçlanması, önceki kırılmaya göre daha düşük bir artış hızıyla da olsa 2013 sonrası yeni bir ivmelenme içine girmiş, bu ivmelenme 2015 sonrası güçlenmiştir.
2015 Yılındaki kırılmayı, AKP ile Gülen Cemaati’nin yollarının ayrılmasına neden olan 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk skandalı, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015 genel seçimleri ve Suriye iç savaşının Türkiye’ye taşıdığı siyasi gerilimler bağlamında düşünmek gerekir.
AKP dönemindeki bu hanehalkı borçlanma eğilimini konjonktürel siyasi gelişmelerin yanı sıra genel sınıfsal bağlamı içinde de düşünmek, Türkiye kapitalizminin 2000’li yıllarda AKP tarafından tetiklenen ve 2010’lardaki otoriter dönüşümlerin önünü açan yeni sınıfsal çelişkilerini anlamamıza yardımcı olabilir. Uzun dönemli bakıldığında, 2010’lu yıllarda AKP iktidarının Türkiye’de idare etmek zorunda olduğu siyasi ve sınıfsal gerilimlerin temelinde, finansallaşmış Türkiye ekonomisinin artık süreklileşen finansal zayıflık ve krizleri bulunduğu görülmektedir.
Uluslararası piyasalarda kredi bolluğunun hüküm sürdüğü 2000-2013 döneminde Türkiye’de dış borçlanmada devletten özele –şirketlerin ve hanehalklarının borçlanmasına- doğru bir kayış olması ve bu kredilerin giderek inşaat ve konut sektörlerini beslemesi, bu finansal kırılganlıktan siyasetin, ekonominin ve toplumun etkilenme biçimlerini de belirlemişti. Çünkü uluslararası kredi imkânlarının geniş olduğu 2013 yılına kadar, çoğunluğu iktidara yakın inşaat şirketlerince dışardan borçlanılarak yapılan konutlara talep, düşük ve orta gelirli toplumsal kesimler borçlandırılarak yaratılmıştı.
Dışardan borçlanmaya dayalı bu saadet zinciri, borçlanma maliyetleri düşük olduğu sürece sorunsuzca sürdürülebilmiş ve AKP iktidarlarına ihtiyaç duyduğu toplumsal ve maddi desteği sağlamıştı. Uluslararası kredi imkânlarının daralmaya başladığı ve paranın başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelere dönme eğilimine girdiği 2013 sonrası ise, devletin, şirketlerin ve hanehalklarının hep birlikte yeniden üretimini sağlayan bu saadet zinciri gerilmeye başlamış, AKP iktidarı siyasi, iktisadi ve toplumsal bedelleri ağırlaşan politika tercihleriyle karşı karşıya kalmaya başlamıştı.
Finansallaşma sürecinin yarattığı rahatlama, kollektif bir direniş gelişmesinin büyük ölçüde önüne geçmişti. Ancak, bu sonucun yeni sınıfsal çelişki ve gerilimler pahasına alındığını da göz ardı etmemek gerekir çünkü neoliberal politikalara sol programlarla ve örgütlü olarak karşı çıkan emekçi kesimlerin siyasi gücü, özellikle 2000’lerden itibaren bunların karşısına yeni bir emekçi kesim çıkartılarak kırılmıştı. Neoliberalizm, örgütlü emeğin gücünü kırarken, emekçilerin en zayıf kesimlerinin, yeni talepleriyle siyaset sahnesine çıkmalarının önünü açmıştı. Bu da hanehalkı borçlanması üzerinden gelişen sürecin günümüzde kapitalist üretim ilişkilerini nasıl yeni çelişkilerle tanımladığına dikkat çekmektedir.
Bu kesimler ne Türkiye’de ne de dünyada sessiz kalmayacaktır. Fransa’da Kasım 2018’de patlayan Sarı Yelekliler isyanı, sorunun Güney ülkelerini aşan küresel niteliğine dikkat çekmektedir. Sermaye, neoliberal dönemde emeğin 19.yüzyıldan beri verdiği mücadelelerle kazandığı hakları finansallaşma sayesinde teker teker tasfiye ederken, bu devletler üzerine oynanan oyunun en sert aşamaya getirildiğini göstermektedir.
Liberal demokrasinin kurumsal işleyişinin kötü de olsa devam ettiği ülkelerde, bu tür iktisadi krizlerin siyasi krizlere evrilmesi hükümet değişiklikleriyle bir süre daha ertelenebilir ve kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi bir süre daha mevcut kurumsallıklar içinde sürdürülebilir. Türkiye’yi çağdaşlarından ayıran en önemli farklılık, bu seçeneğin siyaset içinde pratik olarak ortadan kalkmış olmasıdır. Türkiye bugün, küresel finansal kapitalizmin yönetilmesi zor sınıfsal ve küresel çelişkilerinin, bu tür siyasi erteleme mekanizmaları olmadan yönetilmeye çalışıldığı özgül bir laboratuar olma özelliği taşıyor.
AKP kadrolarının hâlâ yapısal reformlardan bahsetmeleri ciddiye alınmamalıdır, çünkü bu liberal demokrasinin sembolik kurumlarının iyi kötü işlediği bir siyasi pratiğe geri dönmek anlamına gelir ki, somut karşılığı AKP’nin iktidardan düşmesi olur.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin (CHS) dünyada benzerinin olmaması, devlette deneme-yanılma pratiği çerçevesinde yaşanacak dönüşümlerin habercisidir.
AKP kurduğu bu sistem, küresel kapitalizmin para ile çizilen tarihsel sınırlarını zorladıkça, 24 Haziran’dan bu yana yaşanan dolar krizi, Brunson krizi gibi siyasi ve iktisadi krizlerin içine düşürmektedir. CHS, bu krizleri yönetebilmek için her yolu, kendi siyasi önceliklerine uygun olarak ve ülke içinde herhangi bir hukuki ya da siyasi sınır tanımadan denemektedir. Yeni yapılan düzenlemelerle, devlet mülkiyeti ya da kontrolü altındaki tüm şirketlerin doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlanması, bunların gelir ve giderlerinin başında Berat Albayrak’ın olduğu Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlı tek bir hesapta birleştirilmesi, Varlık Fonu ve Kalkınma Bankası’na küresel finansal piyasalarda riskli işlemler yapabilme yetkisinin tanınması, bu idare süreci içinde şekillenen temel iktisadi stratejinin, paranın kontrolünü tek elde toplamak olduğunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanı, küresel kapitalizmin finansallaşmayla yeniden şekillenen küresel ve sınıfsal çelişkileri içinde kendisine alan açma uğraşına devam etmektedir. Bunu, bu ülkenin sol eleştirel insani birikimini karşısına alarak ve yok etmeye çalışarak yapmaya devam ettiği sürece, devletin yeniden üretimi giderek sadece AKP kadrolarının, sonra da Erdoğan ve yakın çevresinin yeniden üretimi şeklinde tanımlanarak içerik değiştirecektir. Bu, Türkiye’de, kamusal niteliği ortadan kalkan yeni bir kapitalist devlet biçimi anlamına gelmektedir.
Yeni ekonomi yönetimi, neoliberalizin yeni bir atağıdır.
Türkiye’de CHS ile kurulan yeni ekonomi yönetiminin ondört aylık performansı, ekonomiye ilişkin kararların artık merkezileşmiş ve kişiselleşmiş bir yapı içinde, keyfiliğin ve denetimsizliğin egemen olduğu süreçler içinde alınmakta olduğunu göstermektedir.
Bu değişimin neoliberalizm içinde yeni bir dönem olarak düşünülmesi gerekir. Zira bugün Türkiye’de, genel olarak devlette, özel olarak da ekonomi yönetiminde yaşanan dönüşümler,1980’lerden bugüne değişen sermaye-emek ilişkilerini ve finansallaşmış Türkiye kapitalizminin özgül çelişkilerini AKP’nin siyasi önceliklerinden vazgeçmeden yönetebilecek bir devlet arayışının ifadesidir.
Neoliberal projenin tamamlanması için, bu devletin, sermayenin bugüne kadar emek karşısında kazandığı mevzileri kalıcılaştıracak güçte – ordoliberal- bir devlete dönüşmesi gerekmektedir. Ekonomi yönetiminde bunun karşılığı toplumsal muhalefetten etkilenmeden karar alabilmek ve bu kararları emeğe sınıfsal ödünler vermeden uygulayabilmektir.
Buna bir de AKP’nin ne olursa olsun iktidarı bırakmama ve İslamcı projesini Türkiye’de tamamlama yönünde 2015’ten bu yana sergilediği siyasi refleksleri eklersek, CHS’nin idare etmeye çalıştığı siyasi ve sınıfsal çelişkilerin çokkatmanlılığı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlam içinde düşünüldüğünde, Türkiye’nin yeni ekonomi yönetiminde gözlemlenen merkezileşme ve kişiselleşme eğilimleri, 2013 sonrası daha da sertleşen bu çelişkilerin tek elden idare edilebileceği düşüncesinin bir ürünüdür.
Bu düşünce, neoliberal projeye finansallaşarak dönüşen küresel kapitalist piyasanın şirketler, hanehalkları ve devletler üzerindeki disiplininin yapısallaşmış ve krize meyilli niteliğini gözden kaçırdığı ölçüde, başarısız olmaya mahkûmdur. Tüm yetkiyi kendisinde toplayan dar bir merkezin piyasanın güçlü aktörlerinin daha doğrudan baskı, yönlendirme ve şekillendirm-sine maruz kalacağı; çelişkiler idare edilemez hale geldikçe, kendisini ancak giderek daralan halkalar halinde yeniden üretebileceği de bir gerçektir.
Bu, kamusal niteliğine artık kâğıt üzerinde dahi sahip çıkamayacak, giderek daha da keyfileşen bir ekonomi yönetimi anlamına gelecektir. Öte yandan, küresel finans piyasalarının Türkiye dahil Güney hükümetlerinin hizmetine sunduğu riskli ve karmaşık finansal yatırım imkanları, bu çelişkilerin bir süre için daha derinleşerek idare edilmesine imkan tanıyabilir.
Bu dönemde 3. havalimanı inşaatında çalışan işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi taleplerinin nasıl şiddetle bastırıldığı, hükümetin memurlara esnek çalışma koşulları dayatma planları, Memur-Sen toplu sözleşme görüşmelerinde Türk-İş Başkanı ile Cumhurbaşkanı’nın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nı by pass ederek, telefon görüşmeleriyle ücret artışlarının bağlandığını ve çalışanlara baskıyla kabul ettirildiğini unutmamak gerekir.
Finansallaşma sürecinin ana motoru olan borçlanma ilişkisi şiddet içermektedir.
2007 Yılında ABD’de başlayan ve ‘finansal el koyma’ olarak tanımlanan borçlanma pratikleri, bireyin fiziksel ve moral yıkımının koşullarını hazırlamakta, kurbanlarının işbirliğiyle gerçekleşmekte, direniş olanaklarını ortadan kaldırmakta ve bu nedenle küresel karşı-devrimi önleyici bir sürece katkıda bulunmaktadır.
Borçlanmanın aşırı şiddet yoluyla yeniden üretimi, kapitalist piyasa ilişkileri içinde gerçekleşmektedir. Borçlanmanın aşırı şiddeti sadece siyaseti imkansız hale getirmekle kalmayıp bizzat iktisadi ilişkilerin siyasetdışılaştırılmasından gücünü almaktadır. Bu nedenle, borçlanmaya karşı geliştirilebilecek en önemli karşı-şiddet stratejisi, iktisatın, iktisadi kararların siyasileştirilmesi, iktisat-siyaset ayrımının gizlediği sınıfsal tahakküm ilişkilerinin açığa çıkartılmasıdır.
2008 krizine cevaben başta ABD olmak üzere pek çok ülkede, “batmasına izin verilemeyecek kadar büyük” finansal şirketlerin, devlet borçlanmasının büyümesi pahasına kurtarılması, dolayısıyla şirket zararlarının toplumsallaştırılması, kurtarma stratejilerinin arkasında yatan sınıfsal tercihleri gözönüne serdiği ölçüde, bu konuda işimizi bir miktar kolaylaştırmış görünüyor.
Ancak, kapitalizmde iktisat-siyaset ayrımı salt ideolojik bir yanılsama değil, sermaye ilişkisini kuran tarihsel bir pratik olduğundan, borçlanmaya karşı geliştirilecek karşı şiddet stratejilerinin, ideolojik karşı çıkışlarla sınırlı olmayan çok boyutlu kapitalizm karşıtı mücadelelere eklemlenmesi gerekmektedir.