Dün (24 Haziran) Osman Kavala ve diğer “geziciler(!)”in mahkemesi vardı. Uzaktan “Allah kurtarsın” demekle yetinenlerdenim. Biliyorum, pek çok insan, vicdanında derin bir huzursuzluk yükü ile günü geçiriyor; eşitlik, adalet ve özgürlük duygusunu, belki istek ve ülküsünü demek lazım, bir şekilde bastırıyor, öteliyor veya yok saymayı öğrenmeye çalışıyor. Zira başka türlüsü nasıl olabilir: “Benim yavrum daha askeri öğrenciydi: Ben onu devlete emanet ettim. Nasıl olabilir de ‘müebbet’ verilir” diye feryat eden annelerin sesi sadece kendi ciğer yangını tınısının yankısından başka bir karşılık bulamaz. Nasıl olur da “ciğer yangını”nın dört göçmen bedeninde tezahür edişini sadece bir “fabrika yangını” olarak “izleyip” yastığa baş konulur. Nasıl olabilir de bir kadın boşanmak istediği eşi tarafından bıçaklanır da sadece bir “bıçaklı saldırı” düzeyinde “adlî bir vaka” gibi üçüncü sayfada yerini alması karşısında suskun kalınır. Peki ya bütün bir İslam coğrafyasının iç ve dış şiddet ve savaş patronlarınca mahvı perişan edilmesi karşısında kapitalist bir hayatın mabedi AVM’ler bu kadar dolu olabilir.
“Bu iş artık çığırından çıktı” diyordum, kelimelerimi seçerek. Hâkimlerden biri ise “cılkı çıktı” dedi alçak sesle. Evet, işte bu, içinde bulunduğumuz hâli tam olarak anlatan, dedim. Ama ben bir “şahit” olarak daha seçici ve dikkatli olmak durumundayım, mahkemede, dedim. Başlangıçta bir kadın hâkim alay ederek ve azarlayarak “sen de …. kafede her şeyden habersiz oturuyordun, o akşam, değil mi” diyerek sormuştu. Ben, evimde oturduğumu söylemişken. Öfkeyle sözü arkadaşına bıraktığında ben, sakince ve başörtümün başımdan kaymasına mâni olarak konuşmaya çalışıyordum: “Ben kendince okumalar yapmaya çalışan biriyim. Evimde bir rafta ‘Marx”ı, diğerinde Butler’ı bir diğerinde ise –biraz düşünerek- Peyami Safa’yı görebilirsiniz.” Bir taraftan da düşünüyorum, Marx nerden geldi aklıma diye; bugünlerde evdekiler tarafından okunmakta olan Hece’nin özel sayısı sehpanın üzerinden bana göz kırpmıştı. Ya Butler, sanırım geçenlerde WhatsApp grubumuzda ona dair bazı değerlendirmeler olmuş, bir röportajını okumuştum. Peki ya Peyami Safa. Hiç bilmiyorum. Zannım, zihnimin derinliklerinde bir “muhafazakâr” tipleme olarak yer etmiş olması yönünde; hiç de bir vesile olmamıştı son zamanlarda ondan söz etmek için. “Bütün haksız ve adaletsizce tutuklu bulunan insanlara özgürlük istiyorum, adalet bunu gerektirir, bu hukuksuzluklara hiç kimsenin hak ve yetkisi olamaz; bu insanlar ‘biri’ ya da ‘birileri’ istiyor diye ömürlerini buralarda geçirmemeli. Bu biri ya da birilerinin kim olduğunu da doğrusu bilmiyorum” diye konuşuyordum, sözleri tek tek, düşüne düşüne seçerek. “Bu insanlara bunu yapmaya, tutukluluğu bir ‘ceza’ gibi kullanmaya hakkınız, hiç kimsenin hakkı yok, olamaz” diyordum. Hâkimlerden genç olanı “bu işin cılkı çıktı” demişti ya, işte o andan önce. Uyandım, dilimde “başörtüsü bizim derimiz değil” sözüyle.
Dün birkaç video izlemiştim, başörtüsü kullanmaktan vaz geçen kadın arkadaşlara ait. Yaşadıkları zorluklara, bu karara ulaşırken geçirdikleri süreçlere, kendileri, aile ve yakın çevreleriyle olan ilişkilerine dair. İçim acımıştı, yürek ucum bir başka yandı derdi bir tanıdığım da anlamazdım. Bu derin, derin olduğu kadar ince, zarif, içten içe işlese de çok tütmeyen, kendini göstermeyen mahcup bir yangınmış meğer. Biz bu gençlere, kadınlara ne etmişiz böyle! Onlara sarılmak ve “başörtüsü bizim derilerimiz değil ki” demek istedim sanırım. Uyandığımda, gördüğüm rüyanın dışında, onunla ilgisiz gibi ama bir o kadar da birbiriyle iç içe sarmal bir haleti ruhiyeydi yaşadığım: Osman Kavalaların davası ve başörtüsü kullanmayı bırakan, vaz geçen kadınlar. Ne olmuştu da bu iki ayrı olgusal durum, biri rüya ile, diğeri o rüyadan uyanırken dilimden dökülen sözlerde vücut bularak bende tezahür etmişti. Freudyen bir tahlile girişmeye hiç gerek yok; doğrusu, her şey gün aydınlığı kadar açık.
“Durdurun otomobili, ruhum geride kaldı” diyen Afrikalı kabile reisinin sözleri kulaklarımda çınlıyor; otomobilin içinden dışarıya çıkıp rüzgârla uçuşan gökkuşağı renklerinde elbisesiyle geriye doğru kollarını uzatmış bir “siyah” insan gözümün önünden gitmek bilmiyor. Ruhu yakalamak, ruhlarımızı kapılıp yok olmaktan korumak, kurtarmak ne mümkün.
Evet, Osman Kavala ve birçok haksız ve hukuksuzluğa maruz kalmış insan “içerde”. Bir zamanların emperyal tutum ve dayatmalarına karşı Müslümanların ve İslam coğrafyasının direnişinin, özgürlüğünün en önemli tezahürü, görüneni olan başörtüsü ise bir şekilde bu “alâmet/âyet” oluştan çok uzağa düşmüş; oysa hâlâ otomobiller ruhumuzu geride bırakmakta ve en önemlisi o “ruh”, vaz geçtiklerine rağmen görünür ve görünmez tutsaklıklarda.