22 Şubat 2021 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi XII. Dönem, XI. Toplantı – “Hiç”

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Temasını ‘İspanyol dilinde yazılmış edebiyatta savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XII. Döneminin onuncu toplantısında Nilüfer Uğur Dalay bize İspanyol İç Savaşı özelinde, savaşların toplum ve kişiler üzerindeki etkisinden, yazar Carmen Laforet’nin (1921-2004) hayatından ve Atölye’nin konusu olan Hiç’den  (1944) söz ettikten sonra kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.

1937 yılında Paris’te gerçekleşen Dünya Fuarı kapsamında düzenlenen sergi sırasında Guernica tablosunun karşısında Picasso’ya ‘Bu tabloyu siz mi yaptınız?’ diye soran Nazi subayına ressamın verdiği çarpışı yanıt; “Hayır siz yaptınız”, belki de bu 20. yüzyılın en önemli, en politik, en savaş karşıtı kabul edilen tablosunda betimlenen savaşın anlamını en güzel özetleyen cümledir.  Bu sonuçta herkesin az ya da çok katkısının olduğunu anlatır. Beyazın yerine aşama aşama mavi, ardından siyah ve gri tonlarına geçildiği, adeta renksiz, mavinin öldüğü, geriye savaşın siyahlığı ve gri küllerin kaldığı, bir anlamda savaşın soldurduğu, cansız bıraktığı renklerin egemen olduğu tablo bugün işlenen o insanlık suçunu, hafızalarda silinmeyecek biçimde belgeler.

Neden savaş? sorusunu sürekli sormamızın hem gerekli hem de zorunlu. Bu ve bunun gibi soruları ve yanıtları Einstein, ‘Einstein on Peace’ kitabında da sorar ve yanıtlar.Çünkü “Her insanın kendi hayatıyla ilgili hakları vardır ve savaş umut ve vaat dolu hayatları yok eder.”

 “Nasıl oluyor da bu küçük klik, savaş durumunda kayıplara uğrayacak, acı çekecek, tutkularından vaz geçecek olan çoğunluğun iradesini tahakküm altına alabiliyor?”, “ Nasıl oluyor da bu araçsallık, insanın ruhunda, hayatını kurban etmeye varacak vahşi bir coşku uyandırabiliyor?”, “ İnsanın nefret ve yıkım psikozu karşısında kendiyle yüzleşebileceği,  bu duyguları kontrol altına alabileceği zihinsel bir evrim geçirmesi mümkün mü?” Yanıtı,  kendi deneyimlerinden yola çıkarak ‘Intelligentzia’ sürecinden geçilerek, düşünmek için aklın eğitilmesiyle aşılacağını söylüyor.

Amerikan Psikiyatri Birliği askerlik ve savaşın etkileri konusunda yazılara yer verdiği sitesinde insanın ruh sağlığının “gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma ya da kendisinin veya başkalarının fizik bütünlüğüne bir tehdit olayını yaşaması, böyle bir olaya tanık olması ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelinmesi” ve “kişinin tepkilerinin korku, çaresizlik ya da dehşete düşme gibi olası durumlarda bozulabilmektedir.”diye yazar. Bu türden travmaların en yaygın olarak oluştuğu ortamlar savaşlar ve şiddet içeren ortamlardır.

Savaşların çok geniş toplumsal etkileri vardır. Kullanılan silahlar ve kimyasallarla çevre, iklim değişikliği, ekolojik dengenin bozulması, toprak kirliliği, kimyasal ve radyoaktif kirlilik, asit yağmurları oluşturmak,  katı atık ve çöp yaratmak, doğal hayatı yok etmek, kıyıların yüzey ve yeraltı su sistemlerinin kirletmek, su, kanalizasyon sistemlerini çökertmek, su yol ve kanallarında kirlenmesi, tahrip edilen barajlar, köprülerle su baskını sellere yol açmak, göç ve mülteci hareketliliği yaratmak gibi bir dizi, etkileri savaş sonrasına taşınan ağır sorunlar yaratır.

Savaşların ağır psikolojik etkileri ve sosyo-kültürel, ekonomik etkileri vardır.

Savaşların tüm bu etkilerine ek olarak savaş ortamlarının suç işlemeye eğilimleri arttıran, belirsizliği yüksek, kontrol edilememesi güç bir güvenlik zafiyeti yaratmak gibi sonucu vardır. Bu ortam savaşın sonrasında da sürüp gider.

Savaş sırasında işlenen suçların normal dönemlerde işlenenlerden çok farklı olarak sayıca artar, suç işleyenlere yönelik suçlamalar azalır, genç nüfustaki suç oranı artar, şiddete yönelik özellikle kadın bedenlerinin savaş alanına dönmesi gibi eğilimi olur.

Milliyetçilik duygusuyla sahip olunan suç eğilimleri artar, organize suçlar tırmanır, varlıkların korunması, savaş ortamının yarattığı psikolojik baskı ve ruhsal çöküntü, hayatta kalma güdüsü, kin, nefret ve düşmanlık sebepleriyle suç işleme eğilimleri dışa vurulur.

Savaş ortamında işlenen suçlar nicelik ve nitelik açısından değerlendirildiğinde, yapılan çalışmalar cinayet, adam öldürmeye teşebbüs,  adam kaçırma, tecavüz, gasp, kundakçılık,  adam yaralamanın (müessir fiil) arttığını gösterir.

 Savaş sona erse de etkileri devam eder.

İspanya İç Savaşı şiddete kayan bir seküler çatışmanın,  ekonomik nedenlerin, ülkeyi ilerleme ve modernleşme yolundan alıkoyan devletteki yanlış politikaların sonucu değildir. İspanya, Avrupa ile benzerlikleri farklarından çok olan bir ülkedir. Toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel dönüşümleri çok benzerdir. Modernleşme adımları birbirine çok yakındır. Ancak “Yüzyılın bölünme çizgisi olan 1930’lar ve 1940’larda Avrupa’da hemen hemen hiçbir ülke çatışmalarını barışçı yollardan çözmez.”

Salamanca Üniversitesi Rektörü Miguel de Unamuno, İspanyolların Amerika kıtasına ayak basışı anısına 12 Ekim 1936 tarihinde Üniversitede düzenlenen anma toplantısında  yaptığı konuşmada, General Franco’nun darbesi için “Kazanacaksınız, çünkü haddinden fazla kaba gücünüz var. Ama ikna edemeyeceksiniz. Zira ikna edebilmek için anlatabilmeniz lazımdır. Ama anlatabilmek için gerekene sahip değilsiniz: Akıl ve mücadelede haklılık”der.

Ancak dönemin ruhu, anlayışı General Franco’nun 1975 yılında ölümüne kadar İspanya’da etkin olacaktır. İç Savaşla başlayan diktatörlük rejiminin üç yıl süren savaş koşulları ardından sosyal, ekonomik ve toplumsal anlamda etkisi uzun yıllar sürecek büyük bir çöküntüye uğratacaktır.

Tüm savaş mağdurları gibi İspanyol halkı da bu dönemde yokluklara, can kayıplarına,  General Franco’ya destek veren İtalyan ve Alman hava kuvvetlerinin şehirleri bombalamalarına, açlık ve beslenme bozukluklarından kaynaklanana hastalıklara ve ölümlere, anne-babaları ölmüş ya da sürgün edilmiş sahipsiz çocuklara tanıklık eder. İspanyol halkı savaş sonrası ortamında ahlaki değerlerin çökmesine, karaborsacılığa, toplum içinde gelişen adaletsizliklere ve toplumsal sınıflar arasında ortaya çıkan keskinleşen ayrımlara, savaş zenginlerinin ortaya çıkışına maruz kalır. Cumhuriyetin çöküşü, entelektüellerin ve kültürel yaşamla ilgili her seviyedeki insanın da çöküşü anlamına gelir.  Sivil halkın yanı sıra yazarlar, öğretmen ve öğretim üyeleri, gazeteciler hapse atılır, kurşuna dizilir.

İç Savaş bitse de yenenlerin yenilenlere yaptığı zulüm bitmez. Sürgüne gönderilmiş, yurt dışına çıkmış yazarların sesleri, yazıları İspanyol halkına ulaşamaz, üniversitelerinde okutulmaz. Ülke dış ülkelere ve onların her türden girişimine kapatılır. Halka ulaşan mesajlar yalnızca diktatörlüğün ideolojisini yaymaya çalışan Falange, kilise, güdülenmiş basın ve haberlerin taraflı aktarıldığı radyo yayınlarından gelmektedir. Savaş sonrası ortamda Katoliklikle ilgili dini toplantılar dışında insanların iletişime geçmesi ve haberleşmesi büyük bir risk olarak görülür. Toplantı yasağının getirilmesiyle izinsiz bir araya gelen halkın her an gözaltına alınıp tutuklanma ihtimali yaygınlaşır.

Dönem yenilenler arasında hâkim olan iletişimsizliği, korku ve bilinmezliği de beraberinde getirir. Cezaevinde bulunanların, arananların, sürgündekilerin ve muhaliflerin aileleri arasında bir dayanışma ve yardım ortamının kurulması ağır koşulları az da olsa hafiflese bile yeterli olmaz.  

Franco imgesi ve İspanya’da Hâkim Yeni İdeoloji, tarihin taraflı aktarımıyla, sansürle, kıtlık ve yokluk yıllarıyla, tayın karneleri ve yetersiz beslenmeyle, suç ve ahlaki çöküşle, eğitim ve ideolojinin sağlamlaştırılmasıyla, sosyal yaşamın ve halkın yeni geliştirilen ‘boş zaman aktiviteleriyle’ pekiştirilir. 

“1936 Temmuz’undaki coup d’état, 20. yüzyıl İspanya tarihinde bir dönüm noktasına işaret eder. Dahası, İç Savaş’ın 1939’da sonuçlanmasından sonraki en az yirmi yılda –1945’ten sonra Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinde görüldüğü gibi– herhangi olumlu bir yeniden inşa da söz konusu olmadı.”

İç Savaş sonrasının toplumda yarattığı en büyük değişiklikler ekonomide, sosyal sınıflarda, din ve ahlak anlayışında, eğitimde ve kadına bakışta yarattığı etkiler olarak değerlendirilebilir.

İç Savaş sonrasında İspanya’da ekonomik olarak büyük bir çöküntü yaşanır ki ardından büyük bir manevi çöküşü getirir. Alınan destekler nedeniyle tarım ve sanayi burjuvazisi Franco diktatörlüğünün yanında yer alır. Kaybeden sosyal sınıfların bolluktan, refahtan, huzurdan söz etmesi, taleplerde bulunması Falange ruhuna ters düşmek anlamına gelir. Yaşamın kolaylaşmasını dilemek, ihanetten farksızdır. Mutluluğu aramak neredeyse ayıp sayılır. 

Ekonomik çöküntü, yokluklar, kıtlık, kaynak dağılımındaki eşitsizlikler, yasal baskılar, kültürel çöküş ve ahlaki yıpranma yaratır. Yasaklara karşı gelen kesim suça yönelir. Ulusal-Katoliklik doktrininin halk için en uygun ahlak ve yönetim modeli olarak görse de Franco yönetimi, suç ve ahlaki çöküntünün önüne geçemez. Sosyal bir olgu olarak din, kilise ve ordu işbirliği yapsa bile, çözüm üretemez, çürümeye engel olamaz. 

İdeolojilerin benimsetilmesinde eğitimin önemli bir rolü olduğundan, İspanya’da da Franco yönetimi eğitimi önemli bir araç olarak görür.

Yıllarca monarşiyi egemenliği altında tutan kilise bu kez Cumhuriyet Rejimini etkisi altına alır. Kilisenin kurumsal etkinliği artınca eğitim Katolik inançla şekillendirilir, gelenekçi ve Katolik bir eğitim modeli uygulanmaya başlar,  laik eğitim ortadan kaldırılır.

Basın üzerinde yaygın bir sansür başlar.

Savaş sonrası İspanya’da kültürel çevrede Falange ruhuna uygun kadın kolları, savaş yıllarında kadınları cephede hemşire olarak yetiştiren Kadın Seksiyonu, 17-35 yaşları arasındaki genç kadınlardan oluşan Sosyal Yardımlaşma Kurumu gibi kamu yararına çalışmalar kadınlara bakış açısını yansıtan önemli kuruluşlar olur. Bu kuruluşların örgütlediği Kadın Örgütlerinin Ev Okulları’nda kızlara ileriki yaşamlarında nasıl iyi bir ev kadını, iyi bir anne ve mükemmel eş olunacağına konusunda hayat dersleri verilir. Genç kadınları, hayatın getirdiği yükü omuzlamak kısacası yaşamın zorluklarına göğüs germek üzere cesaretli, dayanıklı ve sabırlı bireyler olarak yetiştirilmeleri amaçlanır. Ev işi derslerinden ayrı olarak, köylerde okuma yazma bilmeyen kız çocuklarına okuma, yazma ve din dersleri verilir. Doğal olarak kadın kuruluşlarının düzenlediği bu kurslar her zaman Franco yönetimi propagandası altında gerçekleşir.

Bu bağlamda; Franco yönetiminin kadın modeli, liberal görüşlü cumhuriyetçilerin kadın modelinden hayli uzaktır. Falange ideolojisinin savunduğu kadın modeli, Katolik kilisesine bağlı, dindar, muhafazakâr, geleneksel değerlere sahip çıkan, evine, çocuklarına bağlı kadınlardır. Bu kadınlar kendilerini eşine ve çocuklarına adarlar. Bu düşünce yapısındakiler, kadınların misyonunun, Tanrı, İspanya ve Falange rejim için, sağlıklı, güçlü çocuklar yaratmak olduğuna inanırlar.

Franco yönetiminin kadınlara yönelik verilen tüm eğitimlerde; vatanseverliğin destelenmesi, kadınların falanjist yönetimin getirdiği disipline alıştırılması, dinin gücünün arttırılması ve model ile topluma örnek anneler yetiştirilmesi hedeflenir. Bu döneminde kadının sosyal alandaki gelişimini, toplumsal ahlakı düzeltmek ve bir düzen getirmek amacıyla Kadın Koruma Kurumu açılır.

Franco yönetiminin başlangıcından sonuna kadar, kadın bir birey değil, erkeğine bağımlı, ahlaki değerlere önem veren, asıl görevi çocuk doğurmak ve yetiştirmek olan bir varlık olarak görülür.

Buna karşın erkeğe hizmet eden, evlilik, aile gibi kavramlarla özdeşleşen kadınlardan bazıları bir çıkış noktası olarak edebiyatı kullanır ve yaşadıkları toplumu değişik açılardan ele alarak, görüşlerini dile getirmeye çalışırlar. Kimliği eve sıkıştırılmış kadın yazmaya başlar.  Kadınların yazması yasaklanmamış, yazmak uygunsuz bir meslek olarak algılanmamış Franco ideolojisinin boşluğunu kadın gözü yakalar. Kadınlar toplumu algılayış biçimlerini, yarattıkları karakterlerin gözünden anlatmaya, aktarmaya çalışır, yaşadıkları haksızlıkları, deneyimlerini, sosyal, ekonomik, kültürel farklılıklarını sansür ve yasaklamalara rağmen üstü örtük olarak okuyucuya vermeye çalışırlar.

Büyük bir yıkımla sona eren İç Savaş ve ardından gelen baskı dönemi, İspanyol sanat dünyasında, özellikle edebiyatta önemli değişimlere yol açar Çünkü genelde Avrupa özelde İspanya’ın 19. ve 20.yüzyıl tarihi büyük savaşların, sürekli işgallerin, bağımsızlık savaşlarının tarihidir ve savaşın etkisinin edebiyata yansıması kaçınılmazdır.

“1936-1939 Yıllarındaki İspanya sivil savaşı İspanya sanatını yurtdışında olgunlaştıran bazı yazarları siyasallaştırmıştır. Sivil savaş sırasındaki tartışmalar incelendiğinde  sivil savaş öncesi yazarların gerçekçi ve sosyo-politik yazarlar olduklarını, fantastik ve bilinç dışı alanlara ilgilerinin geliştiği görülmüştür. Bu durum siyasal baskılar nedeniyle ortaya çıkmıştır.”

İspanyolcada başka herhangi bir dile çevrilmeyen bir sözcüktür duende. Mitolojik musa değil, esin ya da ilham perisi değil, içe kaçan cin değildir. Duende o ülkede yaşayanların kanına işlemiş, o toprakların haşarı, afacan, hınzır şeytanıdır; zaman zaman karamsar, zaman zaman muzip. Duende tüm o topraklarda yaşayanların içine işlemiştir.

Federico Garcia Lorca, Buenos Aires’de 1933 yılında verdiği o etkilili ‘Duende’nin oyunu ve kuramı’ başlıklı konuşmasında Flamenko kültürüne atfedilse de evrensel sanatsal kavram olarak gördüğü duende’yi açıklar. “Karanlık seslere sahip olan her şeyde duende vardır.” der

Duende bir arzudur eylem değil, bir mücadeledir düşünce değil…. Sözün kısası, duende bir yetenek meselesi değil, gerçek bir oluş meselesidir; yani, bir kan; yani bir kadim kültür, eylem anında yaratma meselesidir.  ‘Herkesin hissettiği ama hiçbir filozofun açıklayamadığı bu gizemli güç’, özetle, toprağın ruhudur…”

Lorca “Her ülkede ölüm bir sondur. Ölüm gelir ve perde kapanır. Ama İspanya’da öyle olmaz. İspanya’da perde açılır. Yaşarken evlerinin dört duvarı arasına sıkışmış insanlar ölünce güneşe çıkarılır. İspanya’da ölüler, başka ülkelerin ölülerinden çok daha canlıdır; onların siluetleri berber usturası gibi keser yaşayanların etini.” der.

“Zira İspanya bir ölüm ülkesidir ve her şey ölüme doğru akmaktadır. Flamenko  sanatçısının sesindeki tınıda, resmin karanlık bölgelerinde, tragedyanın ve şiirin içerdiği ölümde titreşip durur duende. Ölüme bağlı, ölüm bilincinden kaynaklanan bir farkındalığın acısıdır yani. Başka her şeyi anlamsız kılan, ne yazsanız ölümü hecelediğiniz bir olma biçimi. Ölüm ile yaşamı birbirinden net ve herkese güven verecek biçimde ayıran uçurumun bataklığından doğar duende. Belki de bu nedenle bu denli tehditkâr ve bu denli çekicidir sanatçı için.”

İç Savaş’ın hemen ertesi en yoğun sansürün ve baskının uygulandığı dönemdir. Bu dönemde İspanyol yazınının dönüm noktalarından birisi olarak aşırı gerçekçilik olarak adlandırılan tremendismo akımının yaygınlaşması görülür. Korkunç, ürkütücü, titreten, dehşet verici anlamına gelen sözcükle ifade edilen akım,  gerçeğin şiddete kayacak kadar açık anlatımı,  tatsız ve hatta itici olayların sistematik bir şekilde sunulması, kara tonların, şiddetin, acımasız suçların, bazen tiksinti uyandıran zalim bölümlerin vurgulandığı katı bir gerçekçiliği anlatır.

Yaşamın çirkinliği üzerine kurulu bu akım, çoğu eleştirmence o dönem Avrupa yazınında ortaya çıkan varoluşçuluktan etkilenen İspanyol Edebiyatının benimsediği bir yönelim olduğu konusunda birleşir.

Tremendismo, İspanya’nın içinden geçtiği dönemin, yaşam koşullarının etkisini, yaşamın karanlık yönlerinin, zalimliğin, acı çekmenin, ölümle burun buruna yaşamanın, can sıkıntısı ve tiksinme hissinin, İspanyolların duyduğu endişeyi, günlük yaşama dair yıkıcı gerçekliği, özgür irade sorununu, var olma hissinin algılanışını yansıtır.

 “Çağdaş İspanyol yazını büyük ölçüde toplumsal ve insansal uğraşların etkisi altındadır….Ancak iç savaşın henüz  canlılığını kaybetmemiş anısı, yazarları ülkenin kaderi üzerinde durmaya iter.”

Ölümün gündelik olaylardan sayıldığı savaş ortamlarında, sansür ve baskının yoğun olarak yaşandığı, yaşam koşullarının ağırlaştığı 1939-1950 yılları arasında,  İç Savaş sonrası sosyal ve toplumsal ortamı yansıtan, tremendismo akım etkisinde yazılmış roman sayısı çok olsa da en bilinenleri Camilo José Cela’nın  ‘Pascual Duarte ve Ailesi’, ‘Arı Kovanı’ ve Carmen Laforet’in ‘Hiç’romanıdır.

Savaşın yarattığı bir tablodur Hiç. Romanda satır satır savaşın izlerini okuruz.

Carmen Laforet, 1921 yılında Barselona’da doğar. Mimar babasının işleri nedeniyle çocukluğunu Kanarya Adaları’nda geçer. 12 yaşında annesini kaybedince çocukluğu da biter. Babası yeniden evlenince 1939’da, İç Savaş’ın bitiminde, akrabalarının yanında kalmak üzere Barselona’ya geri döner. Barselona Üniversitesi’nde başladığı felsefe ve edebiyat eğitimini yarım bırakıp 1942 yılında Madrid’e hukuk okumaya gider. 1944 Yılında okulu bırakıp 23 yaşında ilk romanı Hiç’i yazmaya yoğunlaşır. 1944 Yılında yayımlanan romanı prestijli Nadal Ödülü’nü (1945) kazanınca ünlenir, 1948’de Fastenrath Ödülü’nü de alır. 1946’da gazeteci ve edebiyat eleştirmeni Manuel Cerezales’le evlenir. Katolik inancıyla yakınlaşır ve ardından bunalımlı bir dönem yaşar. Beş çocuğu olur. Başka romanlar yazsa da Hiç kadar başarılı olmaz. Bu nedenle edebiyattan uzaklaşır ama gazete ve dergilere yazmayı sürdürür, gezi yazıları ve öykü derlemeleri yayımlar. 1970 yılında eşinden ayrılır. Hayatının son yirmi yılını edebi çevrelerden uzak geçirir. 2004 yılında da Madrit’te ölür.

Hiç romanının baskısı, yazıldığı dönemden bu güne kadar hiç bitmez.

1945 yılı İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesi, Avrupa genç kızların yalnız başına bir şehirde yaşayıp roman yazmaları için pek de uygun bir yer değilse de bir dizi kadın yazar sayesinde olacaktır, hem cephe gerisindeki kadın işbirliği hem de yavaş yavaş dağılmakta olan aile ve toplum yapısı sonucu. 1944-1945 Bütün kadın etkinliğinin artmasının tohumlarını barındırmakla birlikte, zor senelerdir.

Carmen Laforet’nin başarısı, sadece ödül alacak kadar yetenekli olmasında değil, dünyanın en zor zamanında bu zor zamanları hikâye edecek, hikâyesi kendi yaşamıyla doğrudan çakışan ve hikâye etme biçimi gündemdeki sanat hareketini takip etmeyi ve kusursuza ulaştırmayı kotaran bir ‘kadın yazar’  olmasında yatmaktadır.

İspanya’da savaş sonrası dönem edebiyatına damga vurmuş üç kadın yazardan söz edilebilir; Carmen Laforet, Carmen Martín Gaite ve Ana María Matute.

Bu yazarların ortak özellikleri üçünün de o dönemin çağdaş kadınını temsil etmeleri, Franco Dönemi baskılarına karşın  üniversite eğitimi almış ilk kadınlardan olmaları, boşanmanın çok az olduğu o dönemde Carmen Martín Gaite ve Carmen Laforet’nin eşlerinden boşanmaları ve de kendilerini feminist olarak tanımlamıyor olmaları, sosyal hayatlarında pantolon giyip, topluma açık yerlerde sigara içmeleri ve feminizm iddiasında olmamalarıdır.

“Laforet’nin özel hayatında üniversiteye giderek hukuk okuması ve daha sonra eşinden boşanması, dönemdeki diğer kadınlara göre yazarın daha aydın, cesur ve farklı olduğunu ortaya koyar.”

Hiç romanı, İç Savaş yıllarında ve hemen sonrasında ülkesinde ve kendi ailesinde yaşanan ekonomik ve sosyal sıkıntıların, psikolojik kaygıların, çürümüşlüğün, köşeye sıkışmışlığın tanıklığıyla kaleme alır.

Hiç romanı, anne ve babası öldüğü için üniversitede okumak için taşradan Barselona’ya akrabalarının yanına gelen ve onların fakirleşmiş, çirkinleşmiş, bunaltıcı ortamında yaşamak zorunda kalan genç bir kızın, Andrea’nın öyküsünü anlatır. Roman, Franco Dönemi kadına bakışından farklılaşarak, kadını az da olsa evden dışarı çıkartmaya çalışan bir roman olarak görülebilir.

 Romanın tür olarak sınıflandırılmasında çeşitli görüşler bulunmaktadır; Susanne Hasenstab eseri tremendismo akımımın bir örneği olarak ele alırken, eserin varoluşçuluk örneği olduğunu savunanlar da bulunmaktadır.

Oysa roman Alman edebiyatında bir roman çeşidi olan, Türkçeye oluşum romanı olarak çevrilebilecek ama edebiyat dünyasında Bildungsroman olarak yerleşmiş roman türüne de çok yaklaşmaktadır. Bir genç kızın kadınlığa geçişindeki oluşum sürecinin anlatısıdır.

Bu dönemde kadınları Bildungsroman türünde yazmaya iten sebeplerin en önemlileri yabancılaşma, derin acı, yazı yoluyla kendini yenileme ihtiyacı ve eksik kalmış bir bilinçlenmedir.  İspanyol Bildungsroman’larının çoğunun gençlikten kadınlığa geçiş sürecini anlattığını ifade etmiştir”

Hiç bir dönem, bir mekân, bir birey anlatısıdır. İspanya İç Savaşı sonrası toplumda görülen tüm etkiler, dönüşümler öz yaşam öyküsü tarzında kaleme alınmış olarak da değerlendirilen romanın arka planında yer alır.

“İspanya sınırları içinde yazılan romanlar, İspanyol gerçekliğini üstü örtülü bir şekilde, şehir ve aile imgeleriyle yansıtmış ve 50’li yılların sosyal romanına bir geçit oluşturmuştur. Özellikle farklı toplumsal sınıfları ve yaşamlarını, bir sınıf olarak İç Savaş sonrasında kadının ve çocuğun gerçeğini okurun tanıklığına sunmuştur.”

Anlatı, Andrea’nın ailesi ve büyük şehirle ilgili hayal kırıklıkları üzerine kurulu dursa da, ‘kokuşmuş’ diye nitelediği Barselona’daki yakın akrabalarının dayanışma eksiklikleri ve sürekli birbirleriyle çatışmaları nedeniyle İç Savaş sonrası İspanyasının küçük bir maketi niteliğini taşır. Hiç, kentsoylu bir ailede savaşın boğucu, iç karartıcı toplumsal yansımaları olarak da değerlendirilebilir.

Eski görkemini yitirmiş bir ev, içinde bir arada yaşamlarını sürdürmeye çalışan mutsuz bireyler, dönemin İspanyol toplumunun bir simgesidir. Yaşamlarını sürdürebilmek, bir öğün yemek bulabilmek için antika eşyalarını satan, kumar oynayarak para kazanan, kirli işlere bulaşmaktan başka bir çıkış yolu bulamayan, bir taraftan da İspanya’nın katı rejimini çağrıştıran prensiplerine düşkün, ahlâk bekçiliği yapan, katı ve baskıcı üyelerin de bulunduğu çok sayıda aileden yalnızca biridir Andrea’nın ailesi.

Okur savaş sonrası ortamında yaşanan psikolojik durumlara, savaşın İspanyol toplumuna verdiği hasarlara, yoksulluk ile zenginlik, açlık ile tokluk gibi karşıtlıklarla tanık olur. Gençlerin uğradığı düş kırıklıklarını, her biri ayrı bir dünyanın insanı olan gençler arasında umutla yaşamı sürdürebilme çırpınışlarını, çekilen acıları, horlanmaları, çatışmalı arkadaşlık ilişkilerini, karmaşık iç dünyaları, çelişkileri, sefaleti, gururu, yaralanan özgüveni, yükselen genç kızlık isyanlarını görürüz. Savaş hukuken sonuçlansa da insanlar üzerindeki etkisini sürdürmektedir.

İç Savaş’ın ve sonrasındaki yaşam şartlarının, çocuğu, kadını, insanı nasıl zamanından önce olgunlaştırdığını Andrea’ya anneannesi anlatır: “Başka zaman olsa bunu sana söylemezdim…Zira sen daha küçük bir kızsın. Ama şimdi, savaştan sonra…”

Andrea’nın yaşadığı bu acılı ve baskıcı ortamda hissettiklerine karşı, İç Savaş sonrasının boğucu atmosferinde, okumaya, eşitliğe, insanca yaşama inanan özgür bir bireyin yaşadığı kıstırılmışlık hissiyle attığı çığlıktır. “ İnsan nasıl böyle bir aşağılama yeteneği edinebilir, nasıl bu kadar hastalanabiliriz, nasıl olur da insan duygularına bu büyüklükte bir acıdan zevk alma sığabilir?”

Sözün bitti yerdedir Andrea. “Kendi kelimelerinin içine dolanıp çıkış yolu bulamadan kalakaldığın o korkutucu şey geldi mi hiç senin başına?”

Büyüme dönemi, her birey için zordur, zaman alır. Ancak savaş koşullarında birey erken büyür, olgunlaşır. Ne yazık ki yaşanılacak olağanüstü duruma hazırlıklı olunmaz. Carmen Laforet’nin Hiç romanı işte bu olağanüstü dönem ve mekânda büyüme ve var olma sancılarını anlatır.

“Devam eden her şey grileşiyor ve mahvoluyordu” dediği bir ailede ve toplumda savrulmalarını görürüz. Kötü zamanlarda insanlar ve aileler kötücülleşir. Çünkü, yaşananlar, bireyler, aileler, toplumlar üzerinde savaştan önce ve sonra şeklinde, keskin kopuşlara, parçalanmalara, ayrışmalara yol açar.

“Bu iğrenç ve güzelim dünyada, hangi insana tahammül edecek kadar fazla ilgi duyacaksın?” diye sorar insan.

7 Aralık 2015 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü alırken Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç, ‘kaybedilmiş bir savaş üzerine’ konuşur. “Savaşın cinayet olduğuyla ilgili yazacaktım kitabımı. Çünkü kadınların hafızasında savaş böyle kalmıştı. Daha demin, birisi gülümsüyordu, sigara içiyordu ve o insan artık yok. Her şeyden çok, kadınlar yok oluştan bahsediyordu, savaşta her şeyin hiçliğe ne kadar çabuk dönüştüğünden. İnsanın da, insanlığın vaktinin de.”

“İnsan kendisinin var mı yok mu olduğunu bilebilir mi hiç? Muhakkak ki bunu en az bilen o insanın kendisidir. Kendi varlığı hakkında insan, kendisi pek az şey bilir…İnsan sadece başkaları için vardır…”

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.