Fehim Taştekin*
Milliyetçi-muhafazakâr çevreler portakal hançerleyerek Avrupa’ya haddini bildirmenin gururunu yaşayabilirler. Fakat bu sarhoşluk, Türkiye’nin artık bir ‘sorun’ olarak görüldüğü gerçeğini değiştirmez. Sadece Avrupa’daki aktörler değil ABD de 16 Nisan referandumunu etkilememek için sözlerini ertesi güne saklıyor.
Zorbalığın utanması yok. Olmaz da. Sermayesidir arsızlık. Geçmişi yüzlerce yıla dayanan dostane ilişkilerin üzerine kezzap suyu döktükten sonra hasılata bakıyor. Gerine gerine Avrupa ile yaşanan diplomatik kriz sayesinde ‘Evet’ oylarının yüzde 1-2 puan arttığını söylüyor.
Bu iktidarın Türk siyasal literatürüne bıraktığı miras katıksız istismardır.
İşe yarar ne varsa hepsini kullandı.
Filistin davası tüketildi.
Rabia işaretiyle Mısır’daki İhvan trajedisi tüketildi.
Suriye’de istismarın her türlüsü yaşandı.
Mutlak iktidarın temini için FETÖ ile elde edilebilecek maksimum fayda sağlandı.
Darbe girişimi önce manipüle edildi, sonra kullanıldı ve hala kullanılıyor.
Kürt düşmanlığı hortlatıldı, devlet terörü siyasal çıkar aracı olarak yeniden tedavüle sokuldu. Barış cephesine savaş açıldı!
Yani iktidar ‘iç düşman’ safsatasıyla epeyce yol aldı.
Bütün bunlar ‘Evet’ için yetmemiş olmalı ki sıra ‘dış düşman’a geldi.
Restler ve tehditler inanılmaz bir üslupla havada uçuşuyor. Diplomasi çıldırmış vaziyette. Görevi, siyasi liderlerin yarattığı gerilimleri emmek olan diplomasi bizzat körük pozisyonunda.
***
Bu krizi tartışırken Avrupa’nın çifte standart ve çelişkilerini atlayacak değiliz. Ama “Tencere dibin kara, seninki benden kara” diyerek de gözümüzdeki merteği görmezden gelecek de değiliz.
Hollanda Başbakanı Mark Rutte’un çaresizliği “Erdoğan’ın oyununa gelmiş olmak”. Şaşkınlığını “Yanlış bir filmin içine düştüm” diye dile getirdi. Erdoğan’a tepki vermese aşırı sağcı Geert Wilders’in çektiği filmin içine düşecek. Tabii bugün yapılacak seçim öncesi aşırı sağa malzeme vermeyeyim derken Türk göstericilere atlı-köpekli müdahaleyle Wilders’e bir ‘eşek sırıtışı’ hediye etmiş oldu.
İşlerin bu noktaya gelmesinde Avrupa’nın oyunu dürüstçe oynamamasının payı büyük. İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’na dek ‘teskin politikası’ ile Adolf Hitler’in yükselişi karşısında üç maymunu oynaması gibi AB de Türkiye’yi tek adam rejimine götüren süreçte sessiz kaldı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir süre AB’ye karşı Rusya kartıyla, bir süre de “Kapıları açar mültecileri salarız” şantajıyla Avrupa’yı susturdu. Mülteci anlaşmasına ön ayak olan Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve diğer AB liderleri hem göç baskısından kurtulmak hem de aşırı sağın yükselişini önlemek için Erdoğan’la ortaklığın sürmesini tercih etti.
Ne var ki Erdoğan durmadı. İçerde başlattığı savaşla milliyetçi çevreleri ‘Evet’ katarının arkasına taktığı halde istediği sonucu alamayacağını görünce her zaman işe yaramış olan ‘dış düşmanlar’ jargonunu devreye soktu. Türkiye’deki kutuplaşmanın Avrupa’ya taşınması, Almanya’da Diyanet imamlarının da kullanıldığı casusluk faaliyetlerinin ifşa olması ve Die Welt muhabiri Deniz Yücel’in tutuklanıp Alman ajanı ilan edilmesi bardağı taşıran son damlalar oldu. Merkel, Erdoğan’ın Nazi ve Nazi artığı benzetmeleriyle zehre bandırdığı salvolar karşısında susarak aşırı sağı tutamayacağını gördü. Ve sessizlik bozuldu.
Halbuki Deniz Yücel’e gelinceye dek Türkiye’nin AB kurumları ve Avrupa Konseyi ile olan taahhütleri gereği AB’nin sessiz kalamayacağı binlerce fecaat yaşandı.
– Evvela Gezi protestoları sırasında polisin açıkça işlediği cinayetler karşısında Türkiye’nin sorumlulukları hatırlatılmalıydı.
– Yolsuzluk ve hukuksuzluk ayyuka çıkarken, yargı bağımsızlığını yitirirken ve polis teşkilatı AKP’nin milis yapılanmasına dönüşürken AB’nin objektif kriterleri masaya gelmeliydi.
– Sur, Nusaybin ve Cizre yerle bir edilirken, insanlar bodrumlarda yakılırken, analar çocuklarının cesetlerini çuval içinde birkaç et parçası olarak teslim alırken, bir anne kokmasın diye çocuğunun cesedini buzdolabında saklarken, 500 bine yakın insan evsiz kalırken, BM’nin tespitiyle ‘kıyamet benzeri bir tablo’ yaşanırken ‘olamaz’ denilmeliydi.
– Hukuki gerekçeler olmadan on binlerce insan tutuklanırken, kamuda görevli 121 bin kişinin işine son verilirken, 4 bin 180 akademisyen üniversitelerden atılırken yüzler öteki tarafa çevrilmemeliydi.
– 62 gazete, 18 televizyon, 24 radyo ve 4 haber ajansı ile birlikte toplam 179 medya organı kapatılırken, buralarda çalışan 10 bin kişi işsiz kalırken, 157 gazeteci tutuklanırken ve 2 bin 708 gazeteci işten çıkarılırken sessiz kalınmamalıydı.
– HDP’den 10 bin kişi gözaltına alınıp parti fiilen felç edilirken, 13 milletvekili tutuklanıp 5 milyon seçmenin iradesi hapsedilirken, HDP’li belediyeler kayyum atanarak gasp edilirken hiçbir şey olmamış gibi davranılmamalıydı.
– Sivil örgütleri baş tacı eden AB, KHK ile 2 bin 800 sivil toplum örgütü kapatıldığında bir şeyler yapmalıydı.
– Avrupa Parlamentosu kendi raportörü Kati Piri’ye bile sahip çıkmadı. Piri Türkiye’ye sokulmayıp terör destekçisi olarak yaftalandığında durumun vahameti geçiştirilmemeliydi.
Bütün bu ağır tabloya rağmen AB üç maymunu oynadı; kendi çıkarlarını Erdoğan’ın hakaret ve şantajlarını sineye çekmekte gördü.
Keşke bütün bunları AB’den değil kendi insanlarımız, kendi partilerimiz, kendi sivil örgütlerimizden umabilseydik. Fren vazifesi gören biz olabilseydik. Maalesef bunu kendimiz yapmadığımız sürece de kötülüğün biteceği yok.
***
Avrupa krizinin bizi ilgilendiren skandal boyutları da var.
AKP’nin 2008’de getirdiği yurt dışında propaganda yasağını bizzat kendisinin delmesi gibi…
Bakan ve vekillerin halkın parasıyla ‘Evet’ kampanyası yürüterek suç işlemesi gibi…
Elçilik ve konsoloslukların iktidar için miting yerine çevrilmesi gibi…
Diplomatik misyonların parti teşkilatına dönüşüp misyon dışına çıkması gibi…
Ülkenin düşürüldüğü durumdan dolayı yaşamak zorunda kaldığımız utanç gibi…
AKP’lilere “Bizi tutuklayacak halleri yok, burası Türkiye mi” dedirtecek kadar güven içinde yaşadıkları Avrupa’da, bundan sonra karşılaşacakları sıkıntılar da hasılatın gurbetçiye düşen tarafını oluşturuyor.
***
Rotterdam’ın Müslüman belediye başkanı nasıl oyuna getirildiklerini günlerdir anlatıyor. Yalan, dalavere ve şantajla dış politikanın bedeli ağır olur. Kendileri de tehditlerin arkasını getiremeyeceklerinin farkındalar. ‘Güçlü Türkiye’nin yaptırım tehdidi diplomatik ilişkileri kesmekle sınırlı kaldı. Bu yüzden de Rutte dalgasını geçti: “Yeni yaptırımlar çok da kötü değil! Bizim orada çok büyük yatırım pozisyonumuz var. Ya bir numarayız ya da iki. Bir şey yapmamalarını anlıyorum.”
Ekonomi alarm vermeye başlamışken Hollandalı şirketlere kapıyı gösterecek değiller ya!
Ya da Başbakan Binali Yıldırım’ın gemiciklerini Hollanda sahillerinden çekecek halleri yok ya!
Bir kişisel beka savaşı, sınırların dışına taşarken bu tehlikeli oyunda tek şansları AB’nin kendi iç kırılganlıkları yüzünden meseleyi hala alttan alıyor olmasıdır.
Ancak siyasette tiyatro, asla tiyatro olarak bitmez. Numaradan açılan perde gerçeklerle kapanır.
Milliyetçi-muhafazakâr çevreler portakal hançerleyerek Avrupa’ya haddini bildirmenin gururunu yaşayabilirler. Fakat bu sarhoşluk, Türkiye’nin artık bir ‘sorun’ olarak görüldüğü gerçeğini değiştirmez. Sadece Avrupa’daki aktörler değil ABD de 16 Nisan referandumunu etkilememek için sözlerini ertesi güne saklıyor.
Venedik Komisyonu’nun referandumda oylanacak anayasa taslağının Türkiye’yi otoriter bir sisteme götüreceği uyarısında bulunması; Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Denetim Komisyonu’nun siyasi ve hukuksal planda Türkiye’yi denetime alması ve Avrupa Komisyonu’nun ilerleme sağlanamayan reform alanlarında öngörülen yardımları askıya alması zor bir döneme girildiğine işaret ediyor.
Güç ile gürültü arasındaki farkı görmemiz uzun sürmeyebilir.
* Bu yazı Gazete Duvar web sitesinde yayınlanmıştır.