14 Aralık 2020 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi XII. Dönem VI. Toplantı – “Sis”

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Temasını ‘İspanyol dilinde yazılmış edebiyatta savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XII. Döneminin altıncı toplantısında Özlem Tatlıcan bize, 17. ile 20. Yüzyıllar arasında İspanaya’nın çalkantıları hakkında bilgi verdikten, sonra, yazar Miguel De Unanmuno’nun (1864-1936) hayatından ve Atölye’nin konusu olan Sis kitabından (1914) söz ettikten sonra kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.

XVI. Yüzyıl başlangıcından XVII. yüzyıl ortalarına uzanan İspanya’nın Altın Çağı, felsefe, edebiyat, sanat, dini düşünce alanlarında görkemli bir çıkış yaptığı, ayrıca modern devlet, insan hakları ve uluslararası hukuk kavramlarını Batı düşüncesine kazandırıldığı bir dönemdir. Bu dönemde İspanya;  İtalya, Hollanda’yı egemenliği altına almakla kalmaz, Güney ve Kuzey Amerika’nın büyük bir bölümünü ve Filipinler’i sömürgesi haline getirir. 16. yüzyıl boyunca İspanya, Amerika kıtasından gelen akıl almaz altın ve gümüş kaynaklarına sahip olacak ve en parlak dönemini yaşayacaktır.

Ancak 17. yüzyılın ikinci yarısı özellikle, Kral IV. Felipe (1621-1665) dönemi İspanya için zorluklarla geçen bir zaman dilimidir. 1618-1648 yılları arasında yaşanan Otuz Yıl Savaşları, iç isyanlar ve Fransa ile uzun yıllar süren (1640-1665) savaş yüzünden, imparatorluk sürekli kan kaybeder, kolonilerde toprak kayıpları ve isyanlarla uğraşır.

Otuz Yıl Savaşı Avrupa’da, Habsburglarla Bourbonlar arasında otuz yıl süren dinsel nitelikli savaşlardır. Savaşın temel nedeni Protestan-Katolik dini çatışması olsa da, savaşa katılan büyük devletler asıl siyasi çıkarlar için savaşırlar. Savaş başlarda, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nu oluşturan Protestan ve Katolik şehir devletleri arasındayken, zamanla Avrupa’nın büyük güçlerinin çoğunun dahil olduğu daha geniş bir çatışmaya dönüşür, din ile ilgili olmaktan ziyade Avrupa üstünlüğü için Fransa Bourbon-İspanya Habsburg çatışması niteliğinde olur. Fransa İspanya gibi Katolik olmasına karşın İspanya’yı yöneten Habsburgların gücünü azaltmak için Bourbon Hanedanı olarak Protestanların tarafında savaşa katılır ve İsveç ve Hollanda ile ittifak kurar.

İspanya savaşı kaybeder, 1648 tarihinde Vestfalya Antlaşması imzalanır. Otuz Yıl Savaşı’nın en önemli siyasal sonucu, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun feodal bir karmaşaya sürüklenmesiyle Fransa’nın Kıta Avrupa’sında en güçlü devlet olarak ortaya çıkmasıdır. 1640 Yılında hem Katalonya hem de Portekiz, İspanyol Habsburg hanedanına karşı ayaklanır, İspanya’nın 1668 tarihinde Portekiz’in bağımsızlığını tanımasıyla barış sağlanır. Bu dönemde Sevilla’da 1647-1652 yılları arasında çıkan veba salgını 17. yüzyıl boyunca İspanya’da vebadan tahminen 1.250.000 insanın ölümüyle sonuçlanır.

1665 yılında IV. Felipe’in ölümünden sonraki dönem ise hizip çatışmalarıyla geçer.  IV. Felipe’den sonra 1665 yılında kral olan II. Carlos fiziksel ve zihinsel rahatsızlıkları olan biridir ve İmparatorluğun en son Habsburg hükümdarıdır. Dönem İspanya Veraset Savaşı (1701-1715) ile hatırlanır. İspanya Veraset Savaşları İspanya’nın savaşı gibi gözükse de aslında Fransa’nın diğer ülkelerle savaşıdır ve asıl amaç Fransa’nın Avrupa’daki yükselişini engellemektir. İspanya’nın artık Avrupa’nın büyük güçleri arasında olmadığı açıklık kazanmıştır.

İspanya Veraset Savaşı’nın Avrupa ve dünya tarihi açısından önemli özellikleri ve sonuçları vardır.

1.         Profesyonel ordularca icra edilen bir savaşlar serisidir ve bu nedenle, geleceğin savaşlarının karakteristiklerini aksettirir.

2.         Savaşın sebebi dini olmaktan çıkıp politik-ekonomik bir boyut kazanmış, mücadelede deniz gücünün üstünlüğü etken rol oynar.

3.         ‘Dünya Savaşı’ denebilecek ilk savaştır. Avrupa’nın önde gelen devletlerinin yanı sıra, denizaşırı ülkeleri de içine alır.

Fransa’nın yenilgisiyle sonuçlanan İspanya Veraset Savaşı, 1713 yılında Fransa, İspanya, Büyük Britanya, Savoya Dükalığı ve Hollanda arasında imzalanan Utrecht Barışı ve İspanya’nın paylaşılmasıyla sona erer. Utrecht Barışı, Vestfalya Barışı ile birlikte ‘Modern Dünya’nın temellerini atan iki önemli tarihsel olaydır. Anlaşma’nın asıl konusu İspanya’nın paylaşımıdır. Kıta Avrupası üzerindeki Fransız hegemonyası ortadan kalkmış, saldırgan politikası bir miktar dengelenmiş ve güç dengesi düşüncesi, uluslararası düzenin bir parçası olmuştur.

Utrecht Anlaşmasının sonucu olarak, XIV. Louis’in torunu Anjou Dükü Philip Fransa’dan kalıcı olarak ayrılmayı kabul etmesi karşılığında İspanya kralı olarak kabul edilir, V. Felipe adıyla  İspanya tahtına çıkar,  1746 yılına kadar tahtta kalır. İngiltere, İspanya Amerika’sında önemli ticari tavizler alır ve Avrupa’nın önde gelen denizcilik ve ticari gücü olarak Hollandalıların yerini alır. Hollandalılar, artık Avusturya Hollanda’sı olarak adlandırılan bölgede güçlendirilmiş bir savunma hattı kazanır; büyük bir ticari güç olarak kalmalarına rağmen savaşın maliyeti ekonomilerine kalıcı olarak zarar verir.

1746 yılında V. Felipe ölünce, tahta VI. Fernando (1746-1759) geçer ve eşiyle birlikte, müziği tutkuyla sevdikleri için, İspanya’nın hayatında saray eğlencelerinde orkestra ve solist performansları, sahne gösterileri önemli bir yer tutmaya başlar. Domenico Scarlatti ve Antonio Soler gibi önemli besteciler himayeye alınır, Farinelli olarak bilinen castrato (hadım) şarkıcı Carlo Broschi sahne gösterileri ve gezintiler tertiplemesi için görevlendirilir.

Bourbonların gelişiyle başlayan XVIII. Yüzyıl, İspanya’nın yakın tarihine değin sürecek ve II. Dünya Savaşı’ndan hemen önce uzun ve kanlı bir iç savaşa yol açacak olan çelişkilerin anahtarı olarak görülebilir. Bir yandan geleneklere sımsıkı bağlılık, öte yandan Avrupa’ya yetişme telaşıyla ileri atılım yapmak isteyen bir İspanya vardır artık. Hümanizma, Rönesans, reform, aydınlanma, devrim, restorasyon gibi kavramlar İspanya için inişli çıkışlı bir grafik izler, sık sık geleneğin ördüğü sert duvarlara çarpar. Her türlü özgür düşünceyi doğrudan kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılayan kilise, XVIII. yüzyılda Bourbon krallarının alacakları tüm önlemlere karşın (ki kimilerine göre modern İspanya’nın tarihi Bourbonlarla başlar) mutlak monarşinin otoritesine kafa tutabilen tek kurum olacaktır. Aydınlanma kavgası çoğu zaman kilisenin saltçılığına ve alt kesimdeki din adamlarının bağnazlığına karşı savaşıma dönüşecek, halkın rahiplere olan körü körüne inancının etkileri görülecektir.

1700-1808 yılları arasında Bourbon hanedanından  gelen dört tane kral (V.Felipe ( 1701- 1746),  VI.Fernando (1746-1759), III.Carlos (1759-1788), VII.Fernando (1808) kültür, din alanı, sınai ve ekonomik alanda bir dizi köklü reform gerçekleştirdiler. Yenilikler zaman zaman dirençle karşılaşsa da başarıyla gerçekleşir. Napoli-Sicilya Krallığı’ndan İspanya tahtına geçen III. Carlos zamanı İspanya’da aydınlanmanın yaşandığı, idarî sahada ve ekonomide önemli reformların hayata geçirildiği bir devir olur. Kilisenin hâkimiyetine son vermek üzere girişilen mücadele başarı ile yürütülür, Cizvit tarikatı lağvedilir, (1767)., engizisyon kaldırılır, işkence yasaklanır.

İspanya, Amerika ve Asya’daki kolonileri sayesinde dünya siyasetinde önemli bir güç olmaya devam ettiği, imparatorluğun zenginleştiği bir dönem olur. Bourbonların gelişen denizciliğe verdiği önemin bir sonucu olarak, deniz ticaretinin canlanması ve Amerika ile ticaretin tek elden yürütülmesi İspanyol üretim sanayisinin de kalkınmasını ve gelişmesini sağlar. En belirgin gelişen sanayi Barcelona’daki tekstil sanayisidir. Amerika kıtasındaki liman şehirlerinde ve özellikle şeker üretimi yapan Küba’da önemli gelişmeler yaşanır, değerli madenlerin çıkartılması da yeniden hız kazanır.

Bununla birlikte, İspanya kırsalında durum iç açıcı değildir. Halkın çoğunluğunu oluşturan köylüler oldukça geri ve ilkel koşullarda, eski geleneklerin baskısı altında yaşamakta, toprağın verimini artırma çabaları ise topraksız köylülerce benimsenmemektedir. Bu açıdan bakıldığında ekonomik olarak İspanya hala geri bir ülke konumundadır.

Askeri açıdan bakıldığında Napoli ve Sicilya’nın 1734 yılında geri alınması, 1742’de İngilizlerin yenilmesi önemli gelişmelerdir. Ayrıca Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775-83) sırasında İspanyollar, İngilizlerin elindeki Bahama Adalarını ele geçirir. İspanyol İmparatorluğu hala eski görkemli günlerinde olmasa da karanlık bir dönemden çıkmış, ekonomisi de kontrol altına alınmıştır. Fransız işgali ve hâkimiyeti altında geçirilen yıllar ve verilen mücadele, 1789 Devrim fikirleriyle yakından tanışmaya yol açmış olarak İspanya’da hürriyetçi düşüncenin yerleşmesine imkân verir.

Fransız İhtilâli ile başlayan yeni dönem İspanya’yı zayıf bir kralın IV. Carlos (1788-1808) idaresinde yakalar. Bu dönemde İspanyol aydınlanmasının resimdeki temsilcisi olan Goya, kendisini kraliçe, çocukları ve çeşitli akrabanın yer aldığı çarpıcı bir aile portresinde resmeder ve belki de en büyük eserini yaratır. 1808 yılında Fransız askeri, İngiltere’nin müttefiki Portekiz’i istila etme hazırlıkları üzerine İspanya topraklarına girerse de çok geçmeden asıl hedefin İspanya’nın kendisi olduğu anlaşılır. Kral IV. Carlos, Güney Amerika’ya kaçmak için hazırlanırken halk ayaklanarak buna izin vermez ve prens Fernando, VII. Ferdinand olarak tahta çıkar. IV.Carlos, Napoleon’a sığınır ve Fransa’ya kaçar. Kısa bir süre sonra 6 Mayıs 1808’de oğlu Ferdinand da ülkenin kontrolünü Napoleon’a bırakarak tahttan çekilmek zorunda kalır ve tıpkı babası gibi Fransa’da yaşamaya başlar. Napolyon İspanyol tahtını ağabeyi Joseph Bonaparte‘a sunar ve İspanyollara daha çağdaş yasalar getirmek üzere düzenlenmiş yeni bir anayasa ile birlikte onu İspanya’ya gönderir.

Joseph Bonaparte, I. Jose adıyla 1808’de İspanya Kralı olur ve 1813’e kadar tahtta kalır. Bu durumda, İspanya Hanedanlığı,  Bourbonlardan Bonapartlara geçmiş olur.  Seçkin sınıf büyük bir hayal kırıklığı ve bezginlik içinde Bonaparte’a bağlanmayı tercih ederse de İspanyolların çoğu Napolyon’un tutsağı olarak kabul ettikleri kral VII. Ferdinand’a bağlı kalırlar.   Sonraki altı yıl içinde (1808-1814) İspanyol Bağımsızlık Savaşı başlar. Her türlü farklı siyasi görüşten İspanyol, kayıp kralları adına Fransız işgaline karşı mücadele eder. Savaş İspanya’daki eski rejimin siyasi ve ekonomik yapısını parçalayarak onun yerine geleceğe daha ilerici fikirlerle bakılmasını sağlayacaktır. Napolyon, beceriksiz Bourbon yönetiminden sıkılmış olduklarına inandıkları İspanyol halkının abisini sevinçle kabul edeceğini düşünürken büyük bir yanılgıya düşer. Madrid’de çıkan bir isyanı Mısır’dan askere aldığı Memlük süvarilerini kullanarak kanlı bir şekilde bastırmak zorunda kalır.

Müslümanlarla olan geçmişleri nedeniyle bu durum İspanyollar için oldukça ürkütücü olur. Böylece, Madrid halkının 2 Mayıs’ta işgalcilere karşı ayaklanmasıyla İspanyol Bağımsızlık Savaşı başlar. Goya bu olayı ‘2 Mayıs‘ta Memluklerin saldırısı’ adlı tabloda (2 Mayıs 1808) resmedecektir. Yine ‘3 Mayıs‘ta Principe Pio tepesindeki idamlar’ adlı tablosunda son derece ürkütücü bir manzarayı resmeder. 400 İspanyol’un öldürüldüğü ayaklanma sonucunda İspanyol direnişi azalacağına artar ve Napolyon’un sonunu hazırlayan gelişmelerin başlangıcı olur. Fransızların başkentteki ayaklanmayı büyük bir şiddetle bastırmalarına karşın direniş bütün İspanya’ya yayılır ve İspanyollarca başarılı bir gerilla savaşı yürütülmesine yol açar. Sonuçta, hem Fransızların Rusya Savaşı nedeniyle asker kaydırmaları hem de İspanyol ve Portekiz birliklerinin desteğiyle, Fransızlar 1814’te ülkeyi terk eder . VII. Ferdinand kral olarak geri döner ve 29 Eylül 1833’e kadar tahtta kalır. Böylece İspanya Krallığı tekrar Bourbon Hanedanlığına  geçmiş olur.

1812 Yılında o dönem için gereğinden fazla ilerici sayılan İspanya’nın ilk anayasası ortaya çıkar ve değişim döngüsü başlar. Daha sonra buna karşıt gerici bir anayasa çıkar, 1837 yılında ilerici, 1845’te, 1869’da, 1876’da tutucu, 1931’de ilerici, 1938’de şiddetle tutucu yasalar getirilirken 1978 yılında çıkarılan ilerici anayasayla İspanya sarkacı durdurmuş artık kesin seçimini yapmış olur.

İspanyol Amerika’sında, İspanya’nın Napolyon savaşları sırasındaki boşluktan da yararlanılarak bağımsızlık eylemleri başlamış, İspanyol hâkimiyetinden kurtulmak için silâha başvurulmuş, gönderilen kuvvetlere  karşı  verilen mücadele zaferle sonuçlanmış,  1820’lerin ortalarına gelindiğinde  Arjantin’den Meksika’ya kadar uzanan yerlerdeki İspanyol hâkimiyeti sona erdirilmiş olur. İrili ufaklı çeşitli devletlerin kurulduğu İspanyol Amerika’sının kaybı ve Florida’nın ABD’ne satılması neticesinde bu bölgedeki eski sömürge imparatorluğundan geriye yalnızca Küba ve Porto Riko kalır.

Fransa kralı XVIII. Louis, VII. Ferdinand’ı radikal bakanlardan kurtarmak için 1823’te Angouleme dükü Louis-Antoine de Bourbon komutasındaki büyük bir orduyu İspanya’ya gönderir. Fransızların yardımıyla yeni bir hükûmet kuran kral radikalleri tutuklar, sürgüne gönderir.

VII. Ferdinand’ın 1830 yılında doğan kızı İsabel, Bourbonların yasası gereği kraliçe olamadığından kral bu yasayı değiştirince kardeşi Carlos Maria Isidro bu yasanın geçersiz olduğunu ve veraset hakkının kendisinde olduğunu ileri sürer. İspanya tarihinde yarım yüzyıldan fazla sürecek olan ‘Carlismo Hareketi’  ve yaklaşık 40 yıl devam edecek Carlosçuluk Savaşları başlar.

1.Carlist Savaşı’nın (1833-1839) başlamasına neden olacak taht değişimi II.İsabel’in babasının 1833’te ölmesinin ardından üç yaşında  tahta çıkmasıyla başlar.  Don Carlos’un yandaşlarıyla Isabel’i destekleyenler arasında aynı yıl başlayan iç savaş 1839’a değin sürer. İsabel’in küçüklüğünde (1833-1843) naiplik görevini önce annesi, ardından da iç savaş sırasında büyük kahramanlıklar gösteren General Baldomero Espartero üstlenir. Espartero 1843’te bir grup subay tarafından görevinden uzaklaştırılır ve reşit ilan edilen II. İsabel tek başına hüküm sürmeye başlar ve II. Carlist Savaşı’nın : (1847-1849) yolu açılır.

Modern devlet şiddet tekelini eline almıştır.  1833’ten sonra 35 yıl boyunca toplam 62 kez hükümet el değiştirir, huzursuz genç subaylar, muhtıralar, bildiriler ve darbeler yaşanır. Dinci Carlos yanlıları ile onların sapkın diye nitelendirdiği liberaller arasında geçen Carlosçuluk Savaşları İspanya’da iç savaş durumunun müzminleşmesine yol açar. Aradan 100 yıl geçtikten sonra Franco’nun liderliğinde ayaklanan Afrika kolordusu, üç yıl boyunca süren iç savaş, dış güçlerin işe karışarak çarpışan iki İspanya’dan birini desteklemeleri, bir geleneğin yinelenmesinden başka bir şey olmayacaktır artık.

Aslında bu, İspanya’da ülkeyi muhafazakâr ve Katolik kilisesi şemsiyesi altında yönetmek isteyen daha sağdaki gruplarla Cadiz’deki Cortes’in ortaya koyduğu liberal görüşlere sahip soldaki gruplar arasındaki çatışmanın yansımasıdır. Liberaller kendilerini anayasaya dayalı bir monarşinin özgür bireyleri olarak tanımlarlar. Birçoğu din karşıtı olmasa da eğitimde ve toplum meselelerinde kilisenin kısıtlı bir rolü olması gerektiğini savunur. Yaşanan karmaşık yıllarda iyice dine sarılan genel toplum ve muhafazakâr gruplar, kralın gücüne ve kilisenin rolüne getirilen her türlü kısıtlamalara karşı durur. Bu savaşların sonucunda liberallerin desteklediği kişiler iktidara gelince, yaptıkları manastır tarikatlarını kapatmak, mülklerini satmak, ruhban zümresinin para kaynaklarını kesmek gibi eylemlerle İspanya’daki tutucu ve liberal ayrımı iyice belirginleşir. Aslında bu liberal politikalardan yaralananlar tarım, sanayi ve bankacılık alanında zengin kapitalistler ve eski kilise arazilerinin sahibi olan kişilerdir.  Toprak sahibi olmayan çiftçiler ile şehirdeki ücretli işçiler siyasi yelpazenin en solunda, siyasi olarak temsil edilmeyen bir durumda kalır.

Yakınçağlara böyle bir kargaşa içinde giren İspanya, yüzyılı daha büyük siyasî, sosyal ve ekonomik buhranlar içinde geçirir. İspanya’da 1833-1868 yılları arasında ortalama ömürleri altı ayı geçmeyen altmış iki hükümet kurulur. 

II.  İsabel’in başarısız yönetimi monarşinin gücünü ve saygınlığını yitirmesine yol açar, 1868’de ‘Muhteşem Devrim’ (La Gloriosa) adı verilen bir ayaklanmayla yönetimden uzaklaştırılır. İspanyol Meclisi  Cortes, yeni bir hanedanlık altında monarşinin yeniden kurulmasına karar verir ve 6 Haziran 1869’da kabul edilen yeni anayasa ile İspanya anayasal bir monarşi haline getirilir.  

Önce, İtalya’da hakim olan Savoy Hanedanlığına mensup Aosta Dükü Amadeo I, 16 Kasım 1870 tarihinde İspanya Kralı olur. Böylece hanedanlık Bourbonlardan Savoylara geçmiş olur. Yeni Kral seçilmesine rağmen ülkede kriz devam etmekte birçok suikast girişimleri yaşanmaktadır.

1872 ‘de Bask bölgesinde Don Carlos’un aynı adı taşıyan torunu (VII. Carlos) taht iddiasıyla ortaya çıkınca Carlosçularla cumhuriyetçiler arasında yeni bir savaş patlak verir. Katalan bölgesine de yayılan Carlosçulara karşı sürdürülen bu III. Carlist Savaşı dört yıl sürer. Aynı dönemde cumhuriyetçiler de ülke genelinde ayaklanmalar başlatır, müdahale için gönderilen ordu topçuları greve gider, Küba’da bağımsızlık savaşı başlar.

11 Şubat 1873’te İspanya Cumhuriyeti ilan eder. Kral Amadeo dincilerin ve cumhuriyetçilerin gösterdikleri muhalefetten ötürü 11 Şubat 1873 tarihinde tahttan feragat etmek mecburiyetinde kalır. Ancak cumhuriyet siyasî istikrarsızlığa son veremez ve ömrü kısa olur. Ordu 29 Aralık 1874 yılında darbe yaparak ülkede bulunan cumhuriyeti yıkar. İspanya’da restorasyon hükümeti kurularak devrim öncesinde ülkenin sahibi olan Bourbon Hanedanlığı ülkeye tekrar sahip olur. Tahta devrimin hedefindeki İsabel’in oğlu XII. Alfonso geçer. (1874) Yıllar süren karışıklık ve belirsizliklerin ardından İspanyol halkının büyük bölümü Bourbonların yeniden başa gelmesini bir parça da olsa sevinç ve şükranla kabul eder. XII. Alfonso, Senato ve kongreden oluşan meclisin üzerinde anayasaya bağlığa yemin eder ve XII. Alfonso dönemi (1874—1885)  İspanya için iyi dönem olarak kabul edileceği bir dönem başlar. Şubat 1876’da isyancı VII. Carlos’un Paris’e sürgün edilmesi ve III.Carlist Savaşı’nın başarı ile sonuçlanması üzerine muhafazakâr yapıda ve kilisenin eski nüfuzunu büyük ölçüde tekrar canlandıran yeni bir anayasa hazırlanır (24 Mayıs 1876), Ekim 1878’de ve Aralık 1879’da krala karşı girişilen suikastler ve askerlerin 1883’te rejime karşı verdiği muhtıralar dönemin özellikleri olur.

XII. Alfonso’nun 25 Aralik 1885′ de veremden erken yaşta ölümünden birkaç ay sonra 1886 yılında doğan oğlu, annesinin naipliğinde hemen kral ilan edilir, 1902 yılında 16 yaşındayken tüm krallık yetkilerini devralır.

1898 Yılında İspanya-Amerika savaşı başlar. Küba’daki bağımsızlık mücadelesi 1868’de çıkan isyanın bastırılmasına rağmen tamamen önlenememiştir. ABD, uzun süredir devam eden isyanda Küba’yı destekleyip İspanya’yı siyasetinden dolayı suçlayınca,  savaş başlar.  İspanya’nın ayaklanmayı bastırmak için uyguladığı acımasız yöntemlerin basın aracılığıyla ABD kamuoyuna ayrıntılı biçimde yansıtılması, ABD halkının isyancılara yakınlık duymasını sağlar.  ABD, donanmasını Küba’ya, Filipinler’e, Porto Riko’ya gönderir ve sonuçta İspanya tarihi imparatorluğundan son kalanları kaybeder.  ABD ise Büyük Okyanus’un batısında ve Latin Amerika’da yeni bölgeler elde eder. 10 Ağustos 1898’de imzalanan Paris Antlaşması’yla İspanya, Küba üzerindeki bütün haklarından vazgeçer; Guam ve Porto Riko’yu ABD’ye bırakır ve Filipinler üzerindeki egemenlik hakkını 20 milyon $ karşılığında ABD’ye devreder. Böylece büyük coğrafî keşiflerle edinilen geniş sömürge imparatorluğundan İspanya’nın elinde yalnızca Afrika’daki toprakları kalır.

İspanyol-Amerikan Savaşı, her iki ülkenin tarihinde de bir dönüm noktası sayılır. İspanya uğradığı bu yenilgiden sonra yeni sömürge arayışlarından vazgeçerek kendi iç sorunları üzerinde yoğunlaşır. Bu süreç içinde ülkede kültür ve edebiyat ortamı yeniden canlandığı gibi 20 yıl süren bir ekonomik gelişme dönemi yaşanır. Öte yandan, önemli bir zafer elde eden ABD geniş bir alana yayılmış deniz aşırı toprakları olan büyük bir güç haline gelir. Uluslararası siyaset sahnesindeki bu yeni konumu ABD’ye Avrupa’da belirleyici bir rol oynama olanağı verir.

1901 Yılında 1898 hezimetinin başka yerlerde telâfi edilmek istenmesi, İspanya’nın yakın coğrafyasında eskiden beri ilişki içinde olduğu Fas üzerinde hâkimiyet kurması yönünde bir politika geliştirilmesine yol açar. 3 Ekim 1904’de  Fransa ile yapılan bir antlaşmayla Fas’ın kuzey bölgesi İspanya nüfuz sahası olarak tanınır ancak bu nüfuza geçerlilik kazandırılmaya çalışılması, İspanya’yı 1909 yılında ekonomik mantığı olmayan uzun süreli kanlı bir savaş içine sokar.

Kral XIII.Alfonso, bu dönemde siyasi otoritesinden büyük ölçüde yararlanır. Seçim sonuçlarını dikkate almaksızın Muhafazakârları ve Liberalleri dönüşümlü olarak hükûmete getirme politikasını sürdürür ve bu hükûmet değişikliklerini sağlayabilmek için siyasete daha çok müdahale etmek zorunda kalır. 1902-1923 arasında İspanya’da 33 hükûmet değişikliği olur. Bunun sonucunda parlamenter sistem ve XIII.Alfonso giderek saygınlıklarını yitirir.

I. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalan İspanya, Wilson prensipleri ve Rus devriminin getirdiği rüzgarla şiddetlenen Katalanların özerklik taleplerine ve Kral XIII. Alfonso’yu tahtan indirilme çabalarına tanık olur. 1917 Sonrasında İspanya’da yaşanan karışıklığın arkasında Katalanlarla diğerleri arasında, işçilerle işverenler arasında, işçilerle diğer işçi grupları arasında, dindarlarla liberaller arasında, kısaca toplumun her kesiminin birbiriyle olan gerginliği vardır.

XIII.Alfonso’nun 1.Dünya Savaşı sırasında titizlikle koruduğu tarafsızlık politikasıyla pek çok çevrenin takdirini kazanırsa da savaş sonrası dönemde yönetimdeki ağırlığını artırmaya başlar ve işi parlamentodan kurtulmanın yollarını aramaya kadar vardırır.  Parlamentoya danışmadan Fas’daki İspanyol bölgesini büyütmek için 1920’de Fas (Rif) Savaşı’na girer ve olumsuz sonuçlar doğar. Kurulan soruşturma komisyonu, tüm suçun ona ait olduğuna karar verirse de raporun açıklanmasına kısa bir süre kala yapılan askeri darbe, onu bu aşağılayıcı durumdan kurtarır.

1922 Yılında, beş yıldır iktidara gelen hükümetlerin sağlayamadığı istikrarı sağlayacak bir umut olarak görülen aristokrat General Miguel Primo de Rivera Madrid’e gelir. Kral generalden XIX. yüzyılın başlarındaki ordu muhtıraları geleneğine uygun davranarak bir hükümet kurmasını ister. Ne var ki General Primo,  1923’de,  mevcut anayasal yapı içinde yeni bir sivil hükümet kurmak yerine meclisi ve 1876 anayasasını askıya alarak düzeni sağlayacak bir askeri hükümetin kurulduğunu duyurur. General Primo, Benito Mussolini’nin Ekim 1922’de gerçekleştirdiği Roma yürüyüşünü örnek almıştır.  Kral XIII. Alfonso diktatörünü İtalya kralına şu sözlerle tanıtır: “İşte bu da benim Mussoli’nim”. Grevler, sokak savaşları, İspanya dışından gelen kötü haberler ve kısır siyasi çekişmelerden bıkmış İspanyol halkı generale büyük destek verir. General Primo, hem liberalleri hem muhafazakârların siyasi haklarını ortadan kaldırır ve partileri kapatır. Kapatılanların yerine temelleri önem sırasıyla ulus, kilise ve kral olarak belirlenen yurtsever birlik adlı tek bir parti kurar. Ülkeyi, aynen İtalya’da olduğu gibi kralı tasfiye etmeden faşist bir askeri diktatörlüğe dönüştürür.

General Primo de Rivera, yönetim süresinin sonunda sağı da solu da kontrolü altına alamaz ve iç savaşa giden süreci hızlandırır, Ocak 1930’da   diktatörlüğü sona erdikten sonra meşruti monarşiye dönülür, ardından 14 Nisan 1931’de İspanya bir kez daha Cumhuriyeti ilan eder. Destekçileri tarafından ‘güzel kız’ adı verilen İkinci Cumhuriyet, muhalifleri tarafından güvensizlikle karşılanır ve yasal olmamakla suçlanır. XIII. Alfonso anti-monarşist adayların oy çoğunluğunu kazandığı belediye seçimlerini takiben ülkeyi terk ederken,“Anladım ki halkım beni sevmiyor. Krallık haklarımı sağlayacak araçları kolayca bulabilirim ama bir kardeş kavgasına yol açmaktansa sahneden çekiliyorum,” der. Madrid halkı ise sokaklara dökülüp “O gitmedi biz kovduk” diye haykırır. İspanya bir anda monarşiye dayalı diktadan serbest seçime dayalı cumhuriyete geçmiş olur.

II. Cumhuriyet döneminde önce bakan-başbakan ve 1936’da devlet başkanı olan Cumhuriyetçi Manuel Azaña kiliseler ateşe verilip İspanya’nın artık Katolik bir ülke olmadığını söylerken: “Bir tek Cumhuriyetçi’nin yaşamı Madrid’in tüm manastırlarından daha değerlidir.” der. Azaña, 1931’de, çok sert bir yasa olan Cumhuriyeti Koruma Yasası’nı çıkartarak karışıklıkları şiddetle bastırır, orduyu küçültür ve yeni anayasada antiklerikal (kilise düşmanı) maddelerin yer almasını sağlar.

Bir süre sonra Azana’nın radikalizminin genellikle benimsenmediği ortaya çıkar. 1934 Yılında sosyalistler Asturias’ta, Katalan solcuları ise Barselona’da ayaklanır. Azaña olayları kışkırtmakla suçlanıp tutuklandıysa da, yargılama sonunda beraat eder. 1935’te Léon Blum’un Fransa’da kurduğu koalisyona özenerek, komünistleri de içine alan Halk Cephesi’ni kurar. Bu ittifakın Şubat 1936’da Cortes’de görevden aldığı Alcalá-Zamora’nın yerine devlet başkanlığına seçilir. Manuel Azaña, bu makamda yalnızca sembolik yetkilere sahip olduğundan, kamu düzeninin bozulmasını ve 18 Temmuz 1936 tarihinde İspanya İç Savaşı’nın patlak vermesini önlemede aciz kalır. Francisco Franco’nun askeri ayaklanmayı ilan eden bildirgesi Kanarya Adaları’nda radyodan yayımlanır ve o sabah anakarada isyan başlar.

Ertesi gün Fas’a giden Franco, hem bu bölgenin hem buradaki İspanyol ordusunun denetimini 24 saat içinde ele geçirir. José Sanjurjo’nun ölümünden sonra da Faşist hareketin başına geçer. Ardından ordusuyla beraber İspanya’ya çıkar ve Madrid’e doğru ilerlemeye başlar. Böylece Madrid ve Barselona dışındaki garnizonların çoğunun ayaklanmaya katılmasıyla üç yıl sürecek İspanya İç Savaşı başlamış olur. Madrid’in varoşlarına kadar ilerleyen milliyetçi güçler burada durdurulur. Bunun üzerine, kente düzenleyecekleri son saldırıyı yönetmesi ve gerekli hazırlıkları yapması için bir başkomutan (generalísimo) seçmeye karar verirler. Bu göreve getirilecek kişi hem orduları yönetecek hem de milliyetçi hükumete başkanlık edecektir. Yeni milliyetçi hükumetin başkanlığına, 1 Ekim 1936’da, Nazilerin iktidarda bulunduğu Almanya ile faşist yönetimin altındaki İtalya’dan da yardım sağlayabileceği anlaşılan Francisco Franco getirilir.

Yirminci yüzyıl Avrupa fikir hayatının ve varoluşçu felsefenin önemli temsilcilerinden, edebiyatçı, akademisyen  Miguel De Unamuno,   işte böyle bir karmaşanın içine, 29 Eylül 1864  yılında Bask Bölgesinde Bilbao’da doğar ve karmaşanın devam ettiği, İç Savaşın başladığı zamanda, 31 Aralık 1936 tarihinde  Salamanca’da 72 yaşında ölür.

Unamuno, 1880-1884 yılları arasındaki süreçte Madrid’de felsefe ve edebiyat üzerine eğitim alır ve öğretmenlik yapar. Bilboa’da arkadaşlarıyla birlikte sosyalist gazete “La Lucha De Glases” i kurar. Denemeci kariyeri 1880’lerin ortalarında Alman ideolojik romantizm ve pozitivizminin etkisinde başlar. 1895 yılında ‘En Torno Al Casticismo’yu yazarak bir dizi denemesiyle İspanya’nın kolektif psikolojisini ve ruhunu aktarmaya çalışır.

1891 yılında Salamanca Üniversitesi’nde Yunan ve Latin Edebiyatı profesörü, 1901-1904 yılları arasında rektörlük görevinde bulunur. Üniversitede deneme, roman, şiir ve tiyatro türleri üzerinde temel çalışmalar yapar ve bir modernist olarak türler arasındaki sınırları keşfeder, çalışma ve incelemelerini derinleştirir. Miguel De Unamuno’nun Yunanca ve Latince dışında 14 dil bildiği ve Kierkegaard’ı orijinal dilinde okuyabilmek için Danca öğrendiği söylenir.   Yılında Concepción Lizárraga Ecénnarro ile evlenir, 10 çocukları olur. 1896-97 Yılları arasında inanç krizine girerek Tanrı’ya ve hayatın anlamına gerçekçi bir açıklama getirmek için uğraşır. 1897 Yılında ‘Paz En La Guerra’yı ,ölüme aşinalık yoluyla benlik ve dünya arasındaki ilişkiyi araştıran bir roman yazar. 

Unamuno, Bilboa’daki çocukluğu boyunca gelenekçiler ile ilericiler arasındaki vahşete varan şiddet olaylarına tanık olur. Bu deneyimin yüreğindeki kalıntıları, gelecekte politik düşüncelerinin solda şekillenmesinde etkili olacaktır.

1898 Yenilgisi sonrasında 98 Kuşağı olarak adlandırılan ve içinde Unamuno’nun da yer aldığı, mevcut düzeni sorgulayan, kimi yönleriyle 16. ve 17. yüzyıl İspanya’sındaki reformcu düşünürlerin hareketi Arbitristaları anımsatan bir grup ortaya çıkar. Üyeleri arasında Unamuno, Antonio Machado, Azorín, Pío Baroja, Ángel Ganivet, Ramón Del Yalleınclán, Ramiro De Maeztu gibi İspanyol entelektüellerin, filozofların bulunduğu bir guruptur bu. Roman ve deneme yazarlarından oluşan 98 Kuşağı İspanyol edebiyatının dünya çapında saygınlık kazanmasını sağlar. Bu dönemde yaşanan siyasal ve toplumsal sorunlar yazarları birtakım değerleri gözden geçirmeye yöneltir. Bunun sonucunda İspanyol romanı daha ciddi amaçlı boyutlar kazanırken, eleştirel, psikolojik ve felsefi denemeler de önem kazanır.

20.Yüzyıl  başlasa da İspanya’da yüzyıldır benzer biçimlerde yineleyen iç çatışmalar ağırlaşarak sürrmekte, ülke o kaçınılmaz sona doğru adım adım kaymaktayken, yazında ve düşüncede, tam tersine, parlak bir dönem, imparatorluğun heybetli zamanlarındaki altın çağı hatırlatan bir gümüş çağı yaşanmaya başlar. Bu kez zaferden değil, yenilgiden doğan, trajik bir bilinç çağıdır bu. 98 Kuşağının ortak hedefi Avrupa karşısında geri kalmış bulunan İspanya’yı yeniden yaratmaktır.

Tartışmalar Avrupa ve İspanya ikilemi, daha da doğrusu ‘Yeniden doğabilmek için Avrupalılaşmak mı gerekir yoksa özümüze dönerek İspanyollaşmak mı?’sorusu çevresinde yoğunlaşır. Unamuno “Modern Avrupa yaşantısının dışında başka bir yaşantı yok mu sanki” diye sorarak “Avrupa’da eksik olan ruhsal güç ve inanca sahip kendi toplumuna sarılarak asıl Avrupa’yı İspanyollaştırmak gerek” der.

1901’de Unamuno, Bask’ın bilimsel ve edebi dokunulmazlığı üzerine ünlü konferansını verirse de bir süre sonra İspanya hakkındaki düşüncelerinin bir sonucu olarak siyasi görüşleri değişince Bask diline karşı çıkar. Ana dili Baskça olmasına karşın çalışmalarını İspanyolca yazar. Denemelerinde 20. yüzyılın başlarındaki İspanya’nın etkisi yoğun şekilde görülür. Bocalamaları baskın olarak, bocalayan ülkesini, bocalayan zihinleri temsil eder. 1902 ‘de ‘Amor y pedagogía’ kitabı yayınlanır.

Unamuno’nun ana izlekleri yaşam-düşünce-Hristiyan inancı arasındaki gerilim, çatışma, teselli edilemez ölüm gerçeği ve trajedisidir. Bir filozof olarak, akademisyen filozoflara kesin şekilde itiraz eder, karşı çıkar. Tüm insani ihtiyaçların, arzuların bilinen tüm doğrulara ters olan, kişisel ölümsüzlük açlığından doğduğunu ileri sürer. Evrensel felsefe, anlamlar ve sokaktaki gerçekten yola çıktıysa da sonunda tek salt bireye, iç ruhani mücadelelere odaklanır; ölüm ve ölümsüzlük sorularıyla yüzleşir. Unamuno’ya göre “Bizleri optimist veya pesimist yapan fikirlerimiz değildir. Optimizmimiz ve pesimizmimizin kökeni psikolojik ve belki de patolojik orijinlidir ki fikirlerimizi yaratan da bu etkilerdir.” (Del sentimiento trágico de la vida, 1913).

Unamuno, İspanya’nın entelektüel yaşamında önemli bir rol oynar. Salamanca Üniversitesi’nde, 1901’den 1914’e ve 1930’dan 1936’ya kadar, büyük sosyal ve politik karışıklıklar sırasında iki dönem rektör olarak görev yapar. 1905 Yılında, varoluşsal unsurları Don Kişot’a uygulayan en eski eserlerden biri olarak yorumlanan ‘Vida de Don Quijote y Sancho”  yayınlanır.

Bu sıralarda sosyalizme olan gençlik sempatisi sona eren yazar liberalizme yönelir ve bu alanda yazılar yazar. Onun liberalizm anlayışı, bireysel özgürlüğe büyük saygıyı daha müdahaleci bir devletle uzlaştırmaya ve onu sosyal liberalizme daha yakın bir konuma getirmeye çalışan bir kavramdır.  1910’lar ve  1920’ler boyuncaİispanyol liberalizminin en tutkulu savunucularından biri olur. L liberalizmini, ticareti ve medeni dünyayla bağlantısı yoluyla, Carlist gelenekçiliğin dar görüşlülüğüne tam bir zıt olarak bireysellik ve bağımsız bir bakış açısı geliştirdiğine inanan memleketi Bilbao ile ilişkilendirir. Dönemin Başbakanı José Canalejas, 1912’de bir anarşist tarafından öldürüldüğünde, Unamuno bunun, İspanya’nın “gerçek bir liberal demokratik partiden” yoksun olmasından dolayı olduğunu söyler .

1913 Yılında ‘El espejo de la muerte’ isminde  öykülerden oluşan bir koleksiyonu, ‘Del sentimiento trágico de la vida’,  1914’de  Sis (Niebla) basılır. Aynı yıllarda Unamuno,  büyük mülk sahiplerini ihmal ve cehaletlerinden dolayı kınar.

1.Dünya Savaşı başladığında Unamuno, Benito Pérez Galdós gibi diğer birçok İspanyol yazar ve entelektüelle birlikte, İspanya’nın resmi tarafsızlığına rağmen, savaş sırasında İtilaf Devletleri- Müttefik davasının destekçisidir ve XIII.Alfonso ve İspanyol monarşisine yönelik saldırılarını arttırır. 

1917 Yılında, Habil ile Kabil’in kavgasının modern çağa uyarlanışı olarak yorumlanan ‘Abel Sánchez’ adında çok ünlü kısa romanı yayınlanır. Yazarın‘Bir Tutkunun Öyküsü’ alt başlığıyla sunduğu bu ilginç yapıtta, iki çocukluk arkadaşının yaşam boyu süren çekişmeleri  ve kıskaçlık duygusu anlatılır. 1920’de Yılında ‘Tres romanas ejemplares y un prógo’ adlı öykü kitabı ,1921 yılında  “La tía Tula” /”Tula Teyze” basılır.

Unamuno  Diktatör Primo’nun hükümet darbesi sırasında diktatöre karşı çıktığı için profesörlüğünden uzaklaştırılıp tutuklanır ve 1924 yılında hakkında sürgün kararı çıkar ve diktatörlük sona erdiği 1930 yılına kadar sürgünde yaşar. 1925 Yılında Paris’te yayınlanan ‘De Fuerteventura’ isimli eserinin Avrupa fikir dünyasında geniş yankılar yaratması,bir yandan İtalyan yazar Gabriele D’Annunzio (1863-1938) ile Fransız yazar Romain Rolland’ın (1866-1945) protestoları, bir yandan da Fransa’nın aracılığı sonucu sürgünde olduğu Kanarya Adaları’ndan serbest bırakılıp Fransa’ya getirir. Önce Paris’te , sonra İspanya Güney Fransa  sınırındaki Hendaye’de oturur. 1930 Yılında yurdunun çağrısına uyarak İspanya’ya döner. Bilbao ve Salamanca’da şenliklerle karşılanır. 1931- 1934 yıllarında Salamanca Üniversitesi’nde profesörlük ve 1936 ‘ya kadar da yeniden rektörlük yapar. Salamanca’da, Unamuno’nun üniversiteye döndüğü gün, Fray Luis de León’un 1576’da aynı yerde, Engizisyon tarafından dört yıl hapis yattıktan sonra söylediği “Dün dediğimiz gibi …”   cümlesi ile dersine başladığı söylenir. Unamuno , Salamanca Üniversitesi Rektörü ve Yüksek Ulusal Kültür Şûrası Başkanıdır.

Unamuno, 2. Cumhuriyet ve bu değişim döneminde, Al Servicio de la República adlı Cumhuriyetçi / Sosyalist  küçük bir entelektüel partiden milletvekili adayı  olur ve seçilir. Ardından Madrid’te Plaza Mayor’da Cumhuriyet bayrağının yükseldiği ve zaferinin ilan edildiği büyük bir gösterinin lideri olur. 

1931 Yılında şiirsel romanı ‘Saint Manuel Bueno, martir’yayınlanır. Bu romanda   ölümden sonra yaşama inanmayan ve bunu cemaatinden titizlikle gizleyen bir kasaba rahibi Don Manuel Bueno’ya odaklanır.

Unamuno’nun 2.İspanya Cumhuriyeti (1931-36) döneminde yazdığı makaleleri bazı geleneksel inanç değerlerini hoş görmekle birlikte dünyevi yasalar ve gerçekleri de yadsımayan liberal bir kimliği ortaya koyar. Her zaman ılımlıdır ve tüm siyasi ve kilise karşıtı aşırılıkları reddeder. 28 Kasım 1932’de Madrid Ateneo’da yaptığı bir konuşmada,  Başbakan Azaña’nın aşırılık yanlısı kurallarını protesto eder ve “Engizisyon bile bazı yasal garantilerle sınırlıydı. Ama şimdi daha kötü bir şeyimiz var: Yalnızca genel bir panik duygusuna ve yasanın bu aşırı adımını örtbas etmek için var olmayan tehlikelerin icadına dayanan bir polis gücü.” Yine 1932’de Unamuno, İkinci İspanya Cumhuriyeti sırasında Kilise hakkında yazarken, din adamlarını liberalizme yönelik saldırılarına son vermeye ve bunun yerine onu inancı canlandırmanın bir yolu olarak benimsemeye çağırmıştır.

Unamuno’nun, Manuel Azaña’nın  kurallarına duyduğu hoşnutsuzluk, Haziran 1936’da El Adelanto’da  yayınlanan bir beyanatında muhabire, “Artık Cumhurbaşkanı olmuş  Manuel Azaña’nın vatansever bir eylem olarak intihar etmesi gerekir,” diyecek kadar ileri gider. Cumhuriyet  Hükümeti, Unamuno’nun  bu açıklaması üzerine  ciddi bir sorun yaşar, adının sokaklardan kaldırılarak yerine Simón Bolívar adının verilmesi kararlaştırılır.

 Edebiyat kariyerine bir enternasyonalist olarak başlayan Unamuno, artık inanmış ve kendini adamış bir nasyonalisttir. İspanya’nın fazlasıyla dış güçlerin etkisine girdiğini düşünmekte ve tepki göstermektedir. Yavaş yavaş İspanyol kültürünün evrensel değerlerine ikna olur ve İspanya’nın temel niteliklerinin dış güçler tarafından çok fazla etkilenmesi halinde yok edileceğini hisseder. Böylece bu kaygılarla, başlangıçta Franco’nun isyanını, İspanya’yı İkinci Cumhuriyet’in aşırılıklarından kurtarmak için gerektiğini düşündüğünden  ılımlı karşılar, Franco’nun getirdiği eleştirilere hak verir gibi olur. Bir gazeteci, “Ordunun yanında nasıl yer alabileceğini ve yaratılmasına yardım ettiği bir cumhuriyeti nasıl terk edebileceğini” sorduğunda, Unamuno şöyle yanıt verir: “Bu, liberal cumhuriyete karşı bir mücadele değil, medeniyet için bir savaş. Madrid’in şu anda temsil ettiği şey; sosyalizm veya demokrasi, hatta komünizm bile değil.” Ancak kısa sürede gelenin gideni aratacağı, Franco’nun Rivera’dan çok daha beter bir diktatör olduğu ortaya çıkar.

Franco’nun muhaliflere karşı faşist uygulamaları Unamuno’yu Franco karşıtı yapmakta gecikmez. Frankocuların cumhuriyetçi muhaliflerine karşı mücadelede kullandıkları sert taktikler,  artık  Unamuno’nun hem Cumhuriyetçilere hem de Franco’ya karşı çıkmasına neden olur. Unamuno, “Askeri isyanın Hristiyan olmayan bir Katolikliğin ve sömürge kampanyalarında yetiştirilen paranoyak bir militarizmin zaferi olacağın” söyleyerek Abd el-Kerim komutasında gerçekleşen  1921 İspanyol Fas’ının özgürlük savaşına atıfta bulunur.

İç Savaş’ın başlangıç yılı olan 1936’da Miguel de Unamuno, Salamanca Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapmaktadır. Avrupa’nın en eski ve köklü üniversitelerinden biri olan Salamanca Üniversitesi, Falanjistlerin ilerlemesi sonucu, milliyetçi kuşatmanın içinde bir Cumhuriyetçi adacık olarak kalmıştır ve her fırsatta taciz edilmekte, kışkırtılmaktadır.

Franco yanlılarının etki alanı içinde yer alan ve Miguel de Unamuno’nun rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi’nin büyük amfisinde 12 Ekim 1936’da rektörün izni olmaksızın bir ‘Irk Şenliği’ düzenlenir. Şenliğin onur konukları arasında, Francocu General Millan-Astray ve daha sonra iyice ünlenecek olan Franco’nun karısı Dona Carmen Franco da vardır.

Bütün o davetli resmi erkânın, askerlerin ve öğrenci kalabalığının önünde kürsüye çıkan Millán-Astray ,Cumhuriyetin ilanı ile “İspanya’nın maruz kaldığı büyük iç ve dış tehlikeleri” sayıp döken ve faşizmi öven bir konuşma yapar ve konuşmasını, coşturulmuş kalabalık tarafından sık sık tekrarlanan “Viva la muerta! – Yaşasın ölüm!” nidaları ile bitirir, askerler coşkuyla marşlar söylemeye başlamışlardır.

Kendi üniversitesinin çatısı altında böylesi bir baskına uğrayan Miguel De Unamuno, kendinden emin, kararlı adımlarla ve söz almaksızın, generalin ardından kürsüye çıkar, oluşan bir ölüm sessizliği içinde ve ‘işgalciler’ karşısına geçer ve tarihsel konuşmasını yapar. “Hepiniz, benim, susmadığımı ve susmayacağımı biliyorsunuz…Bugün de öğrenmek istemiyorum suskun ve sessiz kalmayı. Bazı durumlar vardır ki, orada susmak, yalan söylemektir…Bugüne kadar içimde daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşayagelen sözüm ile vicdanım arasında bir ayrılığa asla izin veremem. ..Biraz önce dinlediğimiz ve şu an aramızda bulunan Genaral Millan-Astray’in konuşmasına,- eğer buna bir konuşma  denebilirse- birkaç şey eklemek istiyorum. Basklara ve Katalanlara ilişkin iftira ve aşağılamalar yığını içinde kişiliğime yönelik olanları bir yana koyalım… Marazi ve anlamdan yoksun bir çığlık duydum az önce: ‘Yaşasın ölüm!’ Ben ki, ömrümü, anlamını kavrayamayanların tüylerini diken diken eden paradoksları hale yola koyup aşmaya çalışmakla geçirdim, uzman kimliğimle, bu barbar paradoksun benim için tiksindirici olduğunu söylemeliyim. General Millan-Astray bir sakattır…Kendisi gerçek bir harp malulüdür. Cervantes de bir harp malulü idi…Ve eğer Tanrı bize yardımcı olmaz ise yakın bir gelecekte, maalesef daha pek çok sakat insanımız olacak. General Millan-Astray’in bir kitle psikolojisinin temellerini atmakta olduğu düşüncesi, bana acı veriyor. Cervantes’in ruh büyüklüğüne sahip olmayan bir malul, bu kompleksinden kurtulup rahatlamayı, genellikle başkalarının da sakat kalmasını sağlamakta arar…Yenmek ikna etmek demek değildir; aslolan önce ikna etmektir; oysa duyguya ve tutkuya yeterince yer vermeyen kin, hiçbir zaman ikna edemez. Siz yeneceksiniz, çünkü siz, gerekli olandan daha fazla kaba kuvvete sahipsiniz. Ama kandıramayacak, inandıramayacaksınız. Zira, inandırabilmeniz için, ikna edebilmeniz gerekli. Oysa ikna etmek için, size, sizde bulunmayan iki şey gerekir: Akıl ve mücadelede haklılık. Sizi İspanya’yı düşünmeye çağırmanın, İspanya için tasalanmanızı beklemenin bir yararı olmadığını, bunun beyhude bir çaba olduğunu düşünüyorum. Bu kadar!”

General Millan-Astray’in, oturduğu yerden, “Kahrolsun zekâ, Kahrolsun akıl!” nidaları ile sık sık kestiği ve coşturulmuş amfiye yuhalattığı bu konuşmasının ardından, Miguel de Unamuno kürsüden inerken faşist militanlar namlularını ona doğrulmuş, General Millan-Astray’ın bir işareti beklemektedirler. Tam o sırada Dona Carmen Franco’nun ayağa kalkar, Unamuno’nun koluna girer, Millán-Astray kendisine güçlükle hâkim olarak müdahale etmek isteyenlere engel olur, kürsüden inen Unamuno ,Bayan Franco’nun kolunda, muhtemel saldırılara karşı onun himayesinde salonu terk ederken yuhalanıyordur.

Kısa bir süre sonra Unamuno, Franco’ya karşı direniş cephesinde yer alması sonucunda, 1936’da  Salamanca Üniversitesi rektörlüğünden ikinci kez fiilen çıkarılır. Unamuno, Franco tarafından ev hapsine alınır ve 31 Aralık 1936’da ölür.  Unamuno, ölmenin en iyi ve en acısız yolu olarak gördüğü şekilde, uykusunda ölmüştür.

Uzun zaman boyunca çalışma odasında iki resim olmuştur: biri Spencer’ın bir portresi, diğeri de kendi yaptığı, Homeros’un bir portresi. Homeros’un portresinin altına Odisea’dan şu mısralar kopyalamıştır: “Tanrılar insanların yıkımını kurgular ve uygularlar ki, gelecek kuşakların, şarkısını söyleyecekleri bir şeyleri olsun.”

Unamuno varoluşçu felsefenin öncülerinden kabul edilir. Somut insanın tüm felsefenin aynı anda hem özne hem de en üstün nesnesi olduğunu söyler. Bu bakımdan felsefesi kişiseldir, çünkü kişi için en öznel ve somut olan en başta kendisidir. Bu bağlamda insanlarda ve toplumlarda hayatın trajik duygusunu izah ederken önce kendisini masaya yatırmış, felsefesinin hem özne hem de nesnesi olmuştur; bunu da kendi üzerinde ameliyat yaptığını söyleyerek dile getirmiştir. Hayat ve ölüm kavramlarını olabildiğince somut açıdan ele almaktadır. Arzuladığı ölümsüzlük evrenin, Tanrı’nın kişiselleştirilmesiyle, bireyin bilincini muhafaza etmesiyle varılan somut ölümsüzlüktür. İşte bu yüzden de felsefenin temelinde etten kemikten insanın olması ve felsefenin bu somut insanın kendisi kadar somut olan varlık sorununu irdelemesi gerektiğini savunmuştur.

Unamuno felsefesi temel bir soruyla yola çıkar ‘Quid ad aeternitatem?’ (İnsan kendi canına karşılık ne verebilir?)  Bu sorunun cevabı, Unamuno için açıktır: sonsuzluk. Ölümsüzlüğü hayatının tam ortasına yerleştirir.

Yazar Sis romanında varoluşçuluk, yaşam, gerçeklik, kadın, zaman, aşk, kadın-erkek ilişkileri, acı, sevinç, aile, ölüm, mülkiyet, mantık, akıl, ruh, umut, düş kırıklığı gibi konu ve kavramlara değinir.

Gerçeklik ve var olmak çok kez sorgulanır. “Zaman zaman ben asla mevcut değilim düşüncesine vardım Orpheus ! Ve diğer insanların beni göremeyecekleri kanaati içinde, sokak sokak dolaştım.”,  “Düşünüyorum o halde varım”dedi   içinden Augusto .Düşünen her şey vardır ve var olan her şey düşünür. Evet, var olan her şey düşünür. Varım; ki düşünüyorum .”

Unamuno, kendi olmayı başaramayan ve kendi olmaktan uzak bir yaşamı tercih eden kişinin, tercih yapma problemi yaşadığını ve bu yüzden aşk ve hayat konusunda da başarısızlığa uğrama özelliği taşıdığını eserlerinde pek çok kez işler. Aynı zamanda böyle bir karakterin tek belirli bir kadında aşkı bulamayacağını ve onun kararsız ve dengesiz aşk hayatının mutlu bir sonla bitmeyeceğini de gözler önüne serer. Özellikle “Sis” romanında çizilen erkek karakter profili, bunun en iyi örneklerinden biridir. Romanın başkarakteri Augusto Perez, farklı kadınlarda gördüğü değişik özelliklere âşık olan, kararsız ve kadınları beğenme konusunda kendisine bir sınır da koyamayan bir karakterdir.  “Evden çıkalı yarım saat oldu olmadı; üçüne, yok hayır, dördüne birden âşık oldum. Önce, yalnız gözden ibaret sanki, öyle birine; sonra saçları şahane bir ikincisine; işte demin de canlı melekler gibi gülümseyen biri esmer, biri kumral bir çifte. Dördünün de peşine düştüm. Manası ne ki bunun?” , “Kadın mı yok? …..Eugenia beni soyuttan somuta götürdü; Rosario ise bana, insan soyunun genel niteliklerini öğretti. İnsanın imreneceği öyle çok kadın var ki… Nice nice Eugenia nice nice Rosario var! Hayır, hayır kimse oynayamaz benimle; hele kadınlar hiç! Ben benim. Ruhum küçük belki; ama benim sahibi!”, “Demek üç tane var: Hayalime, kafama hitap eden Eugenia başta; sonra kalbime hitap eden Rosario; nihayet bir de mideme hitap eden ahçım Ludivina. Kafa, kalp ve mide; başkalarının akıl, his ve irade adını taktıkları üç ruhi melekedir. İnsan kafasıyla düşünür, kalbiyle duyar, midesiyle ister. Açık, belli bir şey bu!”

Eser, Unamuno’ya göre, roman değil kendi yarattığı bir terim olan  ‘nivola’dır. Nivola’nın ne olduğu okura aktarılırken edebiyat eleştirmenlerine de bir gönderme yapar: “…evet, bir  ” nivola” Çünkü o zaman kimsenin bu türün kurallarına aykırı davrandığımı söylemeye hakkı yoktur. Bu türü ben buldum; çünkü bir tür bulmak demek, bir şeye yeni bir isim vermek demektir ancak. ”

Yazar’ın Sis romanı Atölye tarafından eleştirilen noktalarına karşın barışçıl ve başarılı bir edebiyat ürünü olarak değerlendirildi. Uzun yıllar süren savaşlar ve ‘erkek’ olan yazarın dilinde elbey-tte, savaş, düşman, dövüşme, ‘döv beni’, zafer sözcükleri, bomba atan kadın, pahalı kadın/ucuz kadın, ‘evcilleştirilmiş hayvan olarak kadın’,  evli, nişanlı, evlilik, ‘her şey savaş’, erkeklik durumları, miskin, aylak, kaba sıfatları eksik değildir.

“Bu kadar İspanyol olmayın,” Unamuno. “İspanyol terbiyesi aldım. Vücudum, ruhum İspanyol. Dilim İspanyolca, evet, mesleğim, çalışmam da. İspanyolluk benim dinimdir. Benim tanrım bir İspanyol tanrısıdır. O Tanrı ki İspanyol gibi düşünüp İspanyolca ‘Nur olsun!’ dedi ve sözü bir İspanyol sözü idi.”

Diğer yandan Unamuno insani yanı ağır basan bir yazardır. Ona göre her insan kendi yaşamını kendisi yaşar. Çünkü yaşamı sadece insanın kendisi deneyimleyebilir ve yaşam başkasından öğrenilemez. “Hayatın tek mürşidi hayattır; hiçbir pedagoji ona erişemez. İnsan, yaşamayı yaşayarak öğrenir ve herkesin, daima yeni baştan yaşamayı öğrenmeye başlaması gerekir.” İnsanın yaşamayı öğrenmek için yaşamaktan başka yolu ve bundan kaçışı yoktur.

Sanatı tartıştırır bize. ‘Sanatın kurtarıcı tarafı bize varlığımızı unutturmak’ mıdır yoksa ‘sanatın kurtarıcı tarafı, bizi varlığımızdan şüpheye düşürmesi’ midir? Sanatın sahibi kimdir? Tasavvuruyla o sanat eseri sahibinin midir? “Varlığın, hayalde uydurulmuş bir yaratığın varlığı. Sen ancak benim hayalimin verimisin.” yoksa yazarın o tasavvurunun esinlendikleri mi, “Ne malum? Gerçekte var olmayan, ne ölü ne diri bir hayal yaratığı ben değil de sizsiniz belki. Sizin sadece hikayemi insanların bilincine ulaştırmak için bir vesile olmadığınız ne malum?”

“Yaratan kendini yaratır, kendini yaratan da ölür. Öleceksiniz Don Miguel, öleceksiniz, düşüncelerinde yaşadığım bütün insanlar gibi öleceksiniz!”

Yine de “İnsan, sadece başkaları için vardır…”

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.