04 Mayıs 2022 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi, XIII. Dönem, 14. Toplantı – Malina

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Temasını ‘Alman Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XIII. Döneminin 04.05.2022 Çarşamba günkü on dördüncü toplantısında Ceren Aydos bizlere İngeborg Bachmann’ın (1926-1973) dönemini, hayatını ve Atölye’nin konusu olan Malina (1971) adlı kitabını tanıttı ve Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.

Ingeborg Bachmann, savaş sonrası Alman edebiyatında ve feminist yazarlar içinde önemli bir yere sahiptir. 1926 yılında Avusturya’nın Slovenya sınırındaki Carintiha eyaletinin Klagenfurt kentinde dünyaya gelir. İlk ve orta öğrenimini de aynı şehirde tamamlar. Annesi ev kadını, babası ise lise öğretmeni olan Bachmann’ın babası Nazi Partisi’ne 1932’de, Weimar Cumhuriyeti’ndeki en büyük parlamenter parti hâline geldiği yıl katılır. Nazi Partisi’nin kadın gençlik kollarına (Bund Deutscher Mädel’e (BDM) üye olmaz, o ve küçük kız kardeşi Isolde gibi “ari ırk”a mensup çocuklardan beklendiği gibi yemin etmez ve toplantılarına katılmaz.

Alman ordularının Avusturya’nın ilhak ettiği 1938 yılından çocukluğunun sona erdiği tarih olarak bahseder ve 24 Aralık 1971 tarihinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, o döneme ilişkin “Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla…” der.

1939 yılında babası orduya katılıp İttifak Kuvvetleri tarafından esir alınınca, annesi ve kardeşleriyle onun hakkında konuşmaya son verir. Savaş devam ederken Baudelaire, Rilke, Mann, Zweig, Marx vb yasaklı yazarların kitaplarını gizli gizli okumaya devam eder. 1945 Yılının Nisan ayında Sovyetler Birliği, Avusturya’nın Nazilerden bağımsızlığını ilan ettikten sonra babası da salıverilir ve eve döner. İngilizler Mayıs ayında teslim olan birlikleri götürüp Carinthia’da sivil hayatı yeniden inşa etmek üzere gelirler.

Bu dönemde Bachmann Yahudi bir İngiliz askeri olan Jack Hamesh ile tanışır ve aralarında romantik bir ilişkinin ötesinde felsefi, düşünsel bir yakınlık gelişir. Her ikisi de yaşanan acıları hem Avusturyalıların hem de Yahudilerin üstüne çöktüğünü düşündükleri ‘mistisizme sığınma’ eğiliminden kaçınır, şefkat ve açıklıkla anlatmaya başlarlar. “Başka kimsenin iki halkın birbirine beslediği karşılıklı nefretten kendini kurtaramadığı bir dönemde anladık birbirimizi,” diye yazar Hamesh mektubunda. “Bu benim için yalnızca bir karşılaşmadan ibaret değildi, halklarımızı ele geçirmiş olan her şeye rağmen hâlâ bir çıkar yol olduğunun kanıtıydı; sevgi ve anlayışın yolu.” Her ikisi de sıradan bir edim olan dilin sıra dışı şeyleri meydana getirmeye kadir olduğuna inanır ve dilin dikkatli kullanıldığında savaş sonrası ortaya çıkan entelektüel dünyanın çorak iklimini tazeleyebileceğini düşünür. Ancak Hamesh’in Kudüs’e taşınması ile ilişkileri sekteye uğrar.

Ancak Bachmann’ın dile ilişkin arayışları devam eder ve 1945-1950 yılları arasında Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversitelerinde felsefe, psikoloji ve Alman filolojisi okur. Çalışmalarında özellikle Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaşır. Heidegger’in varoluşçuluk felsefesi üzerine yazdığı ‘Martin Heidegger’in Varoluşculuk Felsefesinin İrdelenmesi’ başlıklı teziyle doktorasını verir.

Heidegger’e göre, kişi kendini açıklanmış hâliyle dünyayla sürekli bir zıtlık içinde bulur ve kendisi olabilmesi için inzivaya çekilmesi gerekir. Bachmann’a göre, Heidegger’in felsefesinin temelindeki korku ve kaygı Nazizmi üretip harekete geçirdiği korkunun ta kendisidir ve bireyin radikal şekilde tecrit edilmesi ortak tecrübeyi anlama ve söze dökmede yetersiz kalır.

Buna karşılık, Wittgenstein’ın dilin yaşayan bir şey olduğu yönündeki düşüncesi ve bu düşüncenin barındırdığı imkanlar Bachmann’ı çok etkiler. Bachmann, Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar (Philosophical Investigations) adlı eseri üzerine yazdığı, 1951’de yayımlanan bir radyo denemesinde kendimizi dünya için anlaşılır kılma problemi “eğer kullandığımız dil düzgün şekilde işlevini yerine getirir, kullanımda can bulur ve nefes alırsa,” ortadan kalkar der. Bu ona göre, dilde yeni imkan arayışları sırasında, anlamın insanın ayağının altından kayacağını ve bu esnada ortaya çıkan belirsizlik ve sessizliğin kabul edilmesi demektir.  Yaşayan bir dil bu türden rahatsızlıkları göze almakla mümkündür. Yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olmayacağına ve yazma eylemi sırasında anlam taşıyan tek çabanın, ‘dil için harcanan çaba’ olacağı belirtir.

Sevgilisi Paul Celan, Bachmann’ı aşkı bir dil oyununa çevirmekle suçlar ve edebiyatın Bachmann’ın ailesinin suçları ile Yahudi olan kendi ailesinin acılarını aşabilecek aşkın kapasitesinin bir örneği hâline getirmeyi amaçladığını iddia eder.

Bachmann, doktorasını verdikten sonra 1951 yılında Amerikan İşgal Kuvvetlerinde sekreter olarak ve Rot Weiss Rot radyosunda metin yazarı ve redaktör olarak çalışır. 1959 yılında Frankfurt Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak çağrılır ve ‘Çağdaş Edebiyatın Sorunları’ başlıklı dersler verir. Ünlü kuramsal yapıtı Frankfurt Dersleri (Frankfurter Vorlesungen, 1960) bu çalışmaların ürünüdür. Ertelenmiş Zaman (Die gestundete Zeit, 1953) ve Büyük Ayı’ya Çağrı (Anrufung des grossen Bären, 1956) adlı şiir kitaplarıyla büyük yankı uyandırır. Öyküler, denemeler ve radyo oyunları kaleme alır. Çalışmaları, Georg Büchner Ödülü, Grup 47 Ödülü, Bremen Kenti Yazın Ödülü, Berlin / Alman Eleştirmenler Ödülü, Avusturya Büyük Devlet Ödülü ve Anton Wildgans Ödülü gibi ödüllerle takdir görür.

1956 yılında yayınladığı Büyük Ayı’ya Çağrı adlı şiir kitabından sonra uzun süre şiir yazmaz ve bir daha şiir kitabı yayınlamaz. Bununla ilgili 1963 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda “Şiir yazmak zorunluluğunu duymamama karşın, istersem şiir yazmayı başarabileceğim kuşkusuna kapılınca, şiir yazmayı bıraktım. Ve yeniden şiir yazmak zorunda olduğumu duyumsayıncaya kadar, yazacaklarımın, son yazdıklarımdan bu yana edinilen deneyimleri kapsayacak ölçüde yeni şiirler olacağına inanıncaya kadar şiir kaleme almayacağım.” diye ifade eder. Burada da söylenecek şeylerin tükendiği yerde susulmasını öngören Wittgenstein’ın izinden gitmektedir.

1962-1963 yıllarında depresyon nedeniyle bir süre hastanede kalır.

Aynı zamanda savaşa karşı barış mücadelesinde de yer alan Ingeborg Bachmann nükleer silahlara karşı kurulan bir komitenin üyesi olur ve Vietnam Savaşı’na karşı yayınlanan bir bildiriyi imzalar.

Ingeborg Bachmann, 1973’te, uzun yıllar yaşadığı Roma’daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda ölür.

Malina, yazarın Ölüm Türleri (Todesarten) ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. Kitap ilk kez ölümünden iki yıl önce 1971 yılında yayınlanır.

Ben’in iç çatışmalarına tanık olduğumuz, otobiyografik öğeler taşıyan kitap, özellikle Celan ile olan ilişkisi ve erkeklerle iletişim kurmaya kalkan kadınların maruz kaldığı adaletsizlik ile örtüşür. Ahmet Cemal’in kitabın ön sözünde belirttiği üzere, Bachmann’a göre insanın insanı sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur. Boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır ve yazarın görevi acıyı yadsımak, onun olmadığı yanılsamasını yaratmak, acının izlerini silmek değil, acıyı somutluğuyla benimsemek ve görülebilmesi için bir kez daha somutlaştırmaktır. Kitapta toplumu, ‘en kanlı arena’ diye nitelendirmiş olduğu anımsatıldığında, Bachmann’ın yanıtı şöyledir: “Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içerisinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte. Aslında yaşanabiliyor da bunlarla…”

5 Mayıs 1971 tarihli bir konuşmasında ise, Malina’dan söz ederken, “Kitabı yazdığım sıralarda, bugün yayımlananların pek azını okumuştum, ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.” diye belirtir.

Söyleşi ve röportajlarında da açık şekilde belirttiği üzere Bachmann, savaş dahil toplumdaki tüm yıkıcı eylemlerin temelini insanlar arasındaki ilişkilerde arar ve Malina bu arayışının ta kendisidir. İnsanın içindeki, toplumdaki yıkıcılığı ve şiddeti tüm gerçekliğiyle yansıtmaktadır. Bununla beraber kitapta, “bir gün gelecek” diye başlayan ve ütopya olarak adlandırılabilecek bir dünya tasarımını da karşımıza çıkmaktadır. Bu pasajlar, adeta kitabın içerisinde serpilmiştir. Bu nedenle tutarlı bir tasarımdan ziyade bir sayıklama, bir dua izlenimi oluştururlar. Bachmann, sorulduğunda kendisini şöyle ifade eder:

“Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.”

Şiddetin ve yıkıcılığın her satırda hissedildiği bir kitaptır, Malina. Yazarı Bachmann ise bu yıkıcılık ve şiddetin ancak dilin değişmesi ile mümkün olabileceğini savunmakla birlikte, mevcutta olanı görünür kılmak adına barışçı olmayan bir üslup kullanmaktadır.

Bachmann’ın çeşitli söyleşilerde savaş ile ilgili söylediklerini paylaşmak, yazarın bakış açısına daha iyi anlamak için faydalı olabilir.

“Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir, ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır… Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar…” (22 Mart 1971)

“Kitabım İtalya’da yayımlandığından bu yana, bana hep kitabımın ikinci bölümünü faşizmi göz önünde tutarak mı yazdığımı sordular. Ve ben de dedim ki, hayır, daha önce yazmıştım, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır…” (Haziran 1973)

“Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan’da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken, budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.” (7 Ekim 1972)

Malina romanı, Bachmann’ın yapıtlarının bir özeti olarak düşünülebilir. Roman, savaş eleştirisi, çocukluk anıları, günlük hayatta ırkçılığın etkileri, kadının baskı altında yaşaması, savaş sonrası toplum durumu ve kadın erkek arasındaki ilişki gibi birçok konuyu kapsar. Aslında roman, okurun bakış açısına göre hem psikolojik hem sosyolojik hem de feminist özellikler açısından çok yönlü bir görüntü çizse de, romanda baskın olan konu obsesif bir kişinin ruh durumu ve bu ruh durumunun anlatıma yansımasıdır.

Bachmann’ın anlatıcısı anlatma eyleminin gerçekleştirirken öznelliğini olabildiğince yoğun bir biçimde okura hissettirir. Olay örgüsü, Malina’nın baskın olduğu bir yörüngede olsa bile anlatıcı/Ivan ilişkisi ve bu ilişkideki obsesif yapı Malina romanına değişik bir hava kazandırır. Bu obsesif hava, Bachmann’ın erkek egemen dünyaya başkaldırısının bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir.

Romanın bu özelliği anlatısal bir kurgunun tematik bir çerçeve ile oldukça başarılı bir uyumuna son derece iyi bir örnektir.

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.