Savaşı Sustur, Barışı Yükselt! Kampanyası Basın Açıklamaları

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

11 Ocak 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

NATO’nun gizli ordusu dağıtılsın, Kontrgerilla belgeleri halka açıklansın!

2009’da NATO’nun kuruluşunun 60. Yılını  protesto etmemizin nedeni, sadece, NATO’nun bir savaş ve işgal örgütü olması değildi. NATO, aynı zamanda illegal uzantılarıyla, gizli örgütlenmeleriyle, derin devlet bağlantılarıyla, darbe tezgahlarıyla dünyanın en büyük organize suç örgütüdür.
Savaş karşıtları olarak bu nedenle, “Latin Amerika ülkelerinden Türkiye’ye, toplumsal muhalefeti bastırmak için örgütlenen askeri darbelerde ve bu darbelere zemin hazırlamak üzere tasarlanan tüm kanlı süreçlerde ABD güdümlü NATO’nun parmağı vardır. Barış, huzur ve demokrasi için; tüm dünyayı kana bulayan NATO dağıtılmalıdır” demiştik.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast girişiminin ardından başlayan soruşturma süreci Seferberlik Tetkik Kurulu’na bağlı Kozmik Oda’da yapılan aramalarla devam ediyor.

Kozmik Oda’da ‘titiz bir biçimde’ korunan belgelerin “devlet sırrı” olduğu ve

‘Devlet sırlarının halka açıklanmaması gerektiği’ söyleniyor.

Bu nasıl bir devlet sırrıdır ki, devletin hiçbir kademesi ve parlamentodaki hiçbir siyasi bu “sır”ları bilmiyor. Oysa biz, ‘Kozmik Oda’larda saklanan belgelerin hangi sırları gizlediğini gayet iyi biliyoruz.

Bunlar NATO belgeleridir. Bunlar, suikastların, katliamların, savaş politikalarının, darbe planlarının ve demokrasiye karşı işlenmiş suçların belgeleridir. Bir devletin bugüne dek halkına söylediği yalanların belgeleridir. Gizlilik üzerinden yapılan polemikler, 6 – 7 Eylül Olaylarını, 1 Mayıs 77 katliamını, Maraş katliamını, Sivas katliamını gizleyemez.

Kozmik Oda bir sırlar odası diye, kimse, Küresel BAK’ın kurucularından Hrant Dink’i öldüren karanlık mekanizmanın bütününü açığa çıkartma ve yargılama isteğimizi erteletemez.

Musa Anterleri, Uğur Mumcuları, Mehmet Sincar’ları suikastlarla aramızdan alan “sırlar”ın açığa çıkartılmasını istiyoruz.
Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı, adı her neyse, kontrgerilla  belgelerinin bir an önce halka açıklanmasını istiyoruz.

Bu ülkenin yakın geçmişinde binlerce faili meçhul var. Ölüm kuyularından insan kemikleri, arazilerden isimsiz mezarlar çıkıyor. Barajlarının suları çekildiğinde ordu malı mühimmat açığa çıkıyor. Kozmik Oda, karanlık operasyonların ve gerektiğinde toplumu manipüle etmeyi amaçlayan hukuk dışılığın sırlarını saklıyor.

27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 müdahalesi ve 12 Eylül 1980 darbesi, JİTEM, Özel Harp örgütlenmeleri; eşitlik, özgürlük, barış ve adalet arayışlarının karşısında, halkların kardeşliği duygusunun güçlenmesinin karşısında duran savaşçı, ırkçı, militarist odakların eylemlerinin ürünüdür.

Yugoslavya’da, Afganistan’da savaşan güç, Türkiye’nin aktif bir parçası olduğu işgalci bir yapılanma olan NATO’nun, tüm dünyada, bu türden illegal darbeci yapılanmaların ve gizli derin devlet örgütlenmelerinin beyni olduğu biliniyor.

ABD’nin kontrolündeki NATO, bağlı ülkelerde devlet içindeki açık ve gizli  yapılanmalarla birlikte çalışıyor. Türkiye’de de böyle oluyor. Ergenekon örgütlenmesi, darbe planları, toplumda infial yaratmayı amaçlayan suikast ve cinayetler, Kürt sorununda barış yönündeki her gelişmeye karşı çıkan ırkçı yaklaşımlar, siyasal alana müdahaleyi hedefleyen askeri belgeler, kontrgerillanın içeride, yanıbaşımızda olduğunu gösteriyor.

Bu yüzden, NATO dağıtılmalıdır! Türkiye bir savaş ve suç örgütü olan NATO’dan ayrılmalıdır.
Kontrgerilla ve onun bugüne uzanan kollarından Ergenekon dağıtılmalı, hesap vermeli, halka karşı işlenmiş suçların belgeleri açıklanmalıdır. Asker ve sivil bürokratlar dahil, bu faaliyetlerde yer alanlar görevden alınmalı ve yargılanmalıdır.

Çünkü geleceğimizi aydınlatmak, halkın barış ve adalet taleplerini gerçekleştirmek için derin yapılanmaların açığa çıkartılmasına ve yargılanmasına ihtiyacımız var.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu

19 Ocak 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

Sevgili Kardeşim Hrant!

Altına girmek için cevahir ömrünü feda ettiğin Anadolu topraklarının çocuklarına, henüz küçücük  bebeklerken anlatılan bir masal vardır.

Çocuğun minicik avcunun tam ortasına yetişkin bir parmakla basılır ve  “Buraya bir kuş konmuş…” diye başlar…

Sonra devam edilir.  O minicik parmaklar tek tek, bir güvercinin nasıl katledildiğine dair ayrıntılı bir “OPERASYON”a suç ortağı yapılarak anlatılır.

“Bu tutmuş…”  denilir önce.

“Bu tüylerini yolmuş…”  denir ardından…

“Bu pişirmiş…”  dedikten sonra,

“Bu yemiş…”  diyerek masalın vahşet boyutu iyice ballandırılır.

Adını serçeden alan en küçük parmak “hani bana – hani bana” diyerek ağlamaktadır masalın sonunda.

Bu ülkeyi kocaman bir avuç olarak düşün sevgili kardeşim.

Masalları bile vahşetin suç ortaklığıyla bezeli bir iklimin tam da avucunun ortasına konmuştun, bütün tedirginliğinle.

Bir hoyrat parmak tam da üzerine basarak, bu “OPERASYON”u, bu ülkenin bir serçe kadar ufalmış, küçücük zihinlerine göstere göstere ve arsızca anlatmaya devam ediyor.

“Bu tutmuş..” denilenler var ya… İşte senin ilk katillerin onlardır, biliyoruz!

Serçe kadar aklı olmayanlar, bir alıcı kuş gibi çöktüler üzerine.

Mahkeme kapılarına darağaçları kurdular.

Tescilli çakalları oraya üşüştürdüler.

Güvercin kasapları da diyebiliriz onlara..

Katillerini tanıyoruz; mermiyi şarjöre ilk onlar yerleştirdi…

“Tüylerini yolma” işini büyük bir kanperestlikle üstlenenleri sen de biliyorsun.

O yiğit bedenin, şu köhne kaldırıma serildiğinde üzerini onların paçavralarıyla örtmüşlerdi. “ders gibi gerekçe” diyenler de vardı. “Yargıtayı böldüğünü” haykıranlar da.

“Kanadı kırık kuş merhamet ister”  diyemediler.

Katillerini tanıyoruz; mermiyi namluya sürenler onlardır.

“Pişirmek”, iyice aç, çıplak ve savunmasız bırakmak bu ülkenin KOZMİK geleneğinin en iyi bildiği işti. Onu kimselere bırakmadılar. Esen yelden hile sezen asırlık gelenekleri  ve nobranlıklarıyla gözlerini kör, kulaklarını sağır, dillerini lal ettiler.

Bir düğün sağdıcı gibi kanlı günün hazırlıklarını yapıp, önündeki engelleri temizlediler.

İşlerini layıkıyla yaptılar. Yapamadıklarını da katlinden sonraya bıraktılar. O kadar pervasız, o kadar küstahtılar.

Katillerini tanıyoruz; seni nişangah aynasına koyup, kahpe pusuya düşürenler onlardır.

Bu kanlı ziyafeti yiyenler için konuşmaya bile değmez. Onlar cezaevinde fiziksel olarak, mahkemede zihinsel olarak semirtilip duruyorlar.

“Kurban” olduklarını bilmedikleri için küspeyle beslenmelerini ikram zannediyorlar.

Dünyanın bütün dinlerinde ve dillerinde arkadan vuran “KALLEŞTİR”

Katillerini tanıyoruz: tetiği çeken onlardır.

Bizler, hani bana demeyenler,  bu zalimler sofrasına haykırıyoruz.

Hepiniz asli failsiniz! Hepinizi tanıyoruz!

Kardeşler!

3 yıl önce tam da burada yere düşen, sadece kardeşimiz Hrant değildir.

Yere düşen namusumuz, izzetimiz ve haysiyetimizdir.

Bunu namusu saymamak namustan habersiz olmak demektir.

Bunu haysiyet saymamak, haysiyetten nasipsiz olmak demektir.

Madem katilleri tanıyoruz.

Gün katilleri ve çanak tutanları teşhir etmek günüdür.

Yaşasın insanlık onuru.

Yaşasın tüm dünya halklarının onurlu kardeşliği.

Sırrı Süreyya Önder

19 Ocak 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

DEĞİŞTİRİYORUZ!!!

Barış İçin Sanat Girişimi kendi durduğu yerden, sanat alanından barışa katkıda bulunmak üzere yola çıkmıştı.

Gerçek, samimi bir barışın ve kardeşçe  bir yaşamın kolay olmayacağını biliyorduk elbet!

Türkiye önce çok hızlı ve heyecan verici gelişmelere sahne oldu. Ardından bütün barışseverleri üzen olaylar yaşadık. Halihazırda yaşamaktayız.

Lakin bu öyle “zormuş” deyip, vazgeçilebilecek bir talep değil ki!

Yaşadığımız gelişmeler, Türkiye’de barış adına yapılacak çok işin olduğunu tekrar tekrar bizlere hatırlatıyor.

Bunun için artık herkesin, her kesimin ve elbette sanatçıların seslerini çıkarmaları ve birbirlerinin seslerine ses katmaları gerekli.

Barışa ses vermek için, kardeşime dokunma demek için ve elbette Hrant için, adalet için bugün buradayız!

Artık bir şeyler değişmeye başlasın diye biz bir şeyleri değiştirmeye başlıyoruz!

Kurtuluş, Ergenekon Caddesi, Bozkurt Mahallesi… Yüzyıllardır gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları ve eskiden Tatavla, Hamam Caddesi gibi isimlerle anılan bir bölgeye hiç yakışmayan semt, mahalle, cadde isimleri…

Barış içinde, samimi ve kardeşçe bir yaşam için başka birçok örneği olan bu “durumu” değiştirmeye karar verdik!

Ergenekon Caddesinin adını Hrant Dink Caddesi olarak değiştiriyoruz.

Umarız yurdun her yanında benzer adımlar gelişir; bu değişiklik barış ve kardeşlik duygularının yeşermesine bir katkı olarak algılanır.

Ragıp İncesağır

Barış İçin Sanat Girişimi adına

08 Şubat 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

Biz, Hrant Dink’in “derin” ailesiyiz.

Hrant’ın Arkadaşları, bu gün bize izin verdiler. Onların yerine biz konuşacağız.

Biz buraya Arat, Delal ve Sera’nın kardeşleri olarak geldik. Yıllardır yaşadığımız ortak adaletsizliği paylaşmaya, bunun tanıklığını yapmaya geldik.

Sabahattin Ali cinayetinden beri defalarca ezber ettiğimiz bu tür örgütlü siyasi cinayetlerin nasıl örtbas edildiklerini bir daha hatırlatmaya geldik.

Dosyalarımızın çoğu kapatıldı, zaman aşımına uğradı. Hrant Dink cinayeti ise henüz örtbas edilme sürecinin içinde. Suçlular daha zamanlarını aşmadılar. Devletin kendi içine sızmış yıkıcı odakları ayrıştırabilmesi, açığa çıkarabilmesi için henüz bir fırsatı var. Bu kadar çok üstü örtülmüş cinayeti, cinayetler sonrasında işlenen cinayete iştirak suçlarını, bu devlet ayıbını bizden sonrakilere miras bırakmayalım diye henüz bir fırsatımız var.

Kinle, öfkeyle, intikam duygularıyla değil, yurttaş sorumluluğuyla ve asla son bulmayacak adalet talebimizle buradayız. Biz, sürekli olarak can alınan bir ülkede yaşayanların, çoğalttığı bir aileyiz. Artık çoğalmak istemiyoruz. Bizi öldürenlerin ardındaki örgütlenmeyi ortaya çıkarmakla yükümlü olan bütün devlet kurumlarını sorumlu sayıyoruz. Bunu yerine getirmedikleri sürece, onlar gözümüzde hep suçlu olarak kalacaklar. Ve her an bu suçun rahatça işlenebileceği düşüncesini iletmiş olacaklar.

Sizi izlemekteyiz demek için geldik buraya. Hiçbir sırrın, bu onursuzluğu, bu aşağılanmayı taşıyacak kadar önemli olabileceğine inanmıyoruz. Şu anda burada görülecek mahkemenin, bütün sırları alaşağı edebilecek kudrette olmasına dair dileklerimizi iletmek için geldik buraya.

Biz, yıllardır, “mevcut yasalar ölülerimizi savunma yetkisini bize vermedi” demek zorunda bırakıldık. Oysa yurttaşını bu kadar savunmasız bırakabilen kurumların, kendi suçlarını örtbas etmek için ne kadar çok çaba harcayabildiklerini defalarca gördük. Suçluların korunup kollanmasında ne kadar çok resmî sıfatlı kişinin seferber olduğunu gördük. Bu görüntüler nedeniyle bizim gözümüzde devlet defalarca aşağılanmış oldu.

Bundan daha büyük bir aşağılamanın, daha ağır bir hakarete uğramanın olabileceğini düşünmüyoruz. Hangi kurum, hangi kurumun içindeki hangi saygın kişi incinecekse incinsin, zedelenecekse zedelensin, itibar kaybına uğrayacaksa uğrasın. Bunun asla bir canın kaybı kadar ağır olmayacağını anlamak, anlatmak zorundayız.

Bu konulara zaten duyarlı olup da çaresizlik içinde üzülecek olanlara değil, sorumlu görevlerde olanlara, resmî sıfatlar taşıyanlara sesimizi duyurmaya geldik. Arat, Delal ve Sera kardeşlerimizle, Rakel Dink ile birlik olmaya geldik.  Biz de bu davanın müdahiliyiz ve bugün avukatların mahkemeye yöneltecekleri talep listesinin dikkate alınması için takipçi olacağız.

Ve son olarak da, basın bu duyurumuzu magazinleştirip acılı aileler görüntüsü versin diye değil adalet talebimizi olduğu gibi  aktarabilsin diye geldik.

02.04.1948 Sabahattin Ali Ailesi

24.03.1978 Doğan Öz Ailesi

01.02.1979 Abdi ipekçi Ailesi

28.09.1979 Cevat Yurdakul Ailesi

07.12.1979 Cavit Orhan Tütengil Ailesi

11.04.1980 Ümit Kaftancıoğlu Ailesi

23.05.1980 Sevinç Özgüner Ailesi

22.07.1980 Kemal Türkler Ailesi

07.11.1980 İlhan Erdost Ailesi

07.03.1990 Çetin Emeç Ailesi

04.09.1990 Turan Dursun Ailesi

20.09.1992 Musa Anter Ailesi

24.01.1993 Uğur Mumcu Ailesi

02.07.1993 Nesimi Çimen Ailesi

02.07.1993 Metin Altıok Ailesi

02.07.1993 Behçet Aysan Ailesi

02.07.1993 Hasret Gültekin Ailesi

30.12.1994 Yasemin Cebenoyan Ailesi

11.01.1995 Onat Kutlar Ailesi

09.01.1996 Metin Göktepe Ailesi

18.12.2009 Cihan Hayırsevener Ailesi

Filiz Ali

Aileler adına

01 Mart  2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

İSGALE ORTAKLIGI DURDURDUGUMUZ  1 MART’I UNUTMA!

1 Mart 2003, Turkiye baris hareketinin buyuk zaferinin yil donumudur. Emperyal savas makinasinin siddetine ve kara propaganda gucune karsi birlesen isciler, emekciler, gencler, kadinlar, aydinlar, sanatcilar ve tum savas karsitlari o gun Ankara’da bulustu.

1 Mart 2003’te TBMM’de Turkiye’yi ABD’nin yedeginde savas batakligina itecek olan tezkerenin oylandigi saatlerde, yaklasik 100 bin savas karsiti, Meclis’e birkac yuz metre uzaktaki kent merkezinde ‘savasa ve isgale hayir’ diye haykiriyordu. O gun sadece Turkiye halkinin degil, Irak, Ortadogu ve butun dunya halklarinin gozu Ankara’daydi.

1 Mart 2003’te Turkiye’nin gelecegi ile ilgili bir karar, bizzat halk tarafindan sokaklarda alindi. Tezkere, tarihin coplugune atildi. Bu tarih onemli bir donusumun de baslangici oldu. O gun bu gun, halkin savasa ve isgale karsi tavri degismedi. Turkiye halki, Irak ve Filistin halklarinin hep yaninda oldu. Sokaklar hic bosalmadi. Turkiye’deki savas karsiti hareket, kuresel hareketin onemli bir parcasini olusturdu.

Yeni 1 Mart’lara ihtiyacimiz var!

Irak’i cehenneme ceviren ABD, saldirganligina devam ediyor. Irak’taki hedeflerine ulasamayan ve buyuk kayiplar veren ABD ve ortaklari nice katliamlara imza atti. isgal devam ediyor. Israil Gazze’yi kana buladi. ABD ve NATO guclerinin katliamlari, sivil halka karsi saldirilari bugun Afganistan’da suruyor. Bir yandan yeni savaslarin hazirligini yapiyorlar. Iran’i tehdit ediyorlar. Ortadogu bugun de dunyanin yara yeridir.

1 Mart, Turkiye tarihinin en onurlu gunlerinden biridir. Cunku halk o gun hem komsu halklara hem kendi gelecegine sahip cikmis, ABD saldirganligini lanetlemis ve Turkiye’yi savas cehenneminin, isgal utancinin disinda tutmustur.

1 Mart’lara bugun de ihtiyacimiz var. Cunku savaslar ve isgaller devam ediyor. Ulkeyi yonetenler ABD politikalarinin dumen suyunda savasa ve isgale destek veriyor. Afganistan’da Turkiye’nin de askerleri var. Incirlik ussu bolge halklarinin basina corap orenlerin yuvasi. Incirlik ussundeki nukleer basliklar bizim ve komsu halklarin guvenligini tehdit ediyor.

1 Mart’lara bugun de ihtiyacimiz var. Cunku halkin bir arada yasamak istegi ve baris talebine ragmen Kurt sorununun barisci cozumu yolunda kararli politikalar gelistirilmiyor. Aksine, operasyonlar surduruluyor. Halkin secilmis temsilcileri tutuklanip yargilaniyor, parti kapatmalarla baris umuduna sekte vuruluyor.

Tezkerenin reddinin yildonumunde savas karsitlari olarak hukumete, savascilara, militaristlere, irkciliktan, dusmanlik ve gerilim politikalarindan beslenenlere sesleniyoruz:

Baris ve halklarin kardesligi icin bugun de sokaklardayiz. Yeni 1 Mart’lari yaratacak guce sahibiz.

SAVASA HAYIR!

Yildiz Onen

Küresel Barış ve Adalet  Koalisyonu adına

18 Mart 2010 – Cagrı Yazısı

Önceden Biz Kimdik?

Gün geçmiyor ki Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde “Benim ülkemde, şu ya da bu kimlikte 170 bin kişi var; bunların 70 bini benim vatandaşım. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E,ee ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar. Ülkemde de tutmak zorunda değilim” türünde konuşmalara rastlamayalım.

O zaman ben şöyle sormak istiyorum; sen, ben, Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Sünni, Alevi, Şii, Şafi, Katolik, Ortodoks, Protestan, Kürt, Türk, Yunan, Laz, Ermeni, Yahudi,Afrikalı, Avrupalı, Asyalı, Amerikalı, Avustralyalı, sarı derili,kara derili, kızıl derili, sarı saçlı, kara saçlı olmazdan önce neydin/neydim? O zaman insandın/dım da şimdi mi insanlıktan mı çıktın/dım? O zaman hoşgörülü ve anlayışlıydın/dım da şimdi mi dar görüşlü ve katı oldun/dum? O zaman korkaktın/tım da şimdi mi cesur oldun/dum? Bu dünya ne zaman ölmeye, öldürmeye, aşağılamaya, bir yerden başka yere sürmeye, göç ettirmeye, can yakmaya, acıtmaya meraklı oldu? Her an tutuşmaya hazır kava ne zaman dönüştük? Nasıl bir kıvılcımla silahlara sarılır olduk? Bu hikaye nasıl bitecek ölümle mi yaşamla mı?

Ömrümüz oldukça gördüğümüz o ki ölüm değil aslında zor olan birbirinden ayrılmak, ayrılmış olmak, ayrılmak zorunda bırakılmak. Niye ve nasıl bu kadar ayrı düştük? Ben ve sen ne zaman biz olacağız? Birbirimizi anlamamıza yarayan ölüm mü olmalı? Ne zaman tok gözlü açık sözlü olacağız? Eğer bu düzen birinin öldürülüşünü doğru fiil olarak kabul ediyorsa, böyle bir şey kendi içinde doğru muydu? Belki bir davanın zaferini garantilemiş olan şey insan için ölümcül bir yenilgi değil midir? Zafer her şeyi doğru kılar mı?

Düzeni sağlamak düzensizliğe, yıkıma, ölüme neden olmak demekse bu durumda erdem nerede, vicdan nerede, sağduyu nerede, akıl nerede, bilinç nerede? Eğer bir insan erdem sahibi olduğunu yalnızca savaşta kanıtlayabileceğini düşünüyorsa, o zaman başka her şeyi vakit kaybı olarak görecektir demektir. Ne yaparsan yap böyle bir insan daima savaşmak isteyecektir. Ne kadar çok insan kaybederse intikam arzusu o kadar çok olacaktır.Peki öldükten, öldürdükten sonra erdemin, cesaretin, kahramanlığın ne anlamı kalır?

Bu karmaşa içindeki kilitlenmiş kalmış zıtlıklar, sonunda birbirini etkilemeye, hattâ birbirine benzemeye başlar. Korku ve nefret üzerinden inşa etmeye çalıştıklarımız kısa bir süre sonra başkasının korku ve nefretine dönüşecektir. Korktuğumuz ve nefret ettiklerimizle mücadele ediyoruz derken bir bakacağız ki onları alt edebilmek için onlar gibi olmaya başlamışız.

O halde savaşın geçidini artık kapalı tutalım.

Artık silahlardan medet ummayalım. Bireyi ve toplumu hedef alan her türden şiddet uygulamasına, anatomik ve ruhsal bütünlüğü bozucu, maddi ve manevi şiddet ve savaşa yeter diyelim.

Uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörünün egemen olduğu ortamları özlediğimizi, denge, sakinlik ve huzur içinde olmak istediğimizi söyleyelim.

2 Nisan Cuma akşamı saat 19.00 da Taksim tramvay durağından Tünel Meydanına horonlar, halaylar, semahlar eşliğinde barış için yürüyelim ve hep birlikte haykıralım:

Savaşın sesini sustur, barışın sesini yükselt…

Nilüfer Uğur Dalay

Küresel Barış ve Adalet  Koalisyonu  adına

2 Nisan 2010 – Basın Açıklaması– İstanbul

EM DENGÊ AŞITIYÊ BİLİND BİKİN!

Hûn bi xêr hatin,

Em vê evarê, ji bo ku em bibêjin; “Dengê şer rawestîne / Dengê aşitiyê bilind bike” kom bûne. Ji ber ku pêdîviya me bi vê yekê pir heye. Em dixwazin em destên hev bigirin, hev din hembêz bikin, bi hev re stranan bibêjin û hesreta xwe ya aşitiyê biqîrin.

Êdî bes e!

Em diwxazin ji bo çareserîkirina pirsgirêka Kurd, gavên mayinde bên avêtin. Herkes êdî ji xumîna şer, ji xirecir û galegala  kesên şerxwaz westiyaye. Em ji gotinên fitkar, ji  nijadperestiyê û neheqiyê westiyane. Em di nav agirê vî şerê ku ev du nifşe didome de şewitîne, lê hê jî girtigeh bi zarokan tine tijekirin. Em ji gavên dudilî, ji gotin û nekirina “çareseriyê” ku di serî de bi hêviyek mezin hatibû pêşwazîkirin, bêzar bûne. Em ji nîjadperestên ku dibêjin; “Ji Cudatî û wekheviye re razîbûna me tune ye”;  ji hovîtiya kesên ku dibêjin;  “Em dê daliqînin, ser jê bikin”;  ji peyanên lînçkirinên  kesên ku bi nefretê hatine tijekirin û ji zagonên ku reşekujiyê pêk tînin, bêzar bûne. Yekane rêya ji vê bêzarbûnê derketinê, yekanê rêya mezinkirina hêviyê, bilindkirina dengê aşitiyê ya li her derê û hîn zêdetir daxwaza aşitiyê ye.

Daxwaza aşîtiyê daxwazek bêbinî nîn e!

Aşîtî daxwaza gelên me ya  herî berbiçav e. Daxwaza aşitîyê, xwestina  guherîna qanûnên (zagonên) ku  li zarokan cezayên giran dibire ye.    Daxwaza aşîtiyê,  xwesteka diyarbûna  kuştinên ku kûjerên wan nediyar e û darizandina berpirsiyarên wan e.

Parastina aşîtiyê, nejibîrkirina Ceylan Onkol’a ku li Licê bi teqîna bombeyekê perçe bûbû û  Serap Esera ku li Kuçukçekmeceyê di hundirê otobusekê de hatibû şewitandin e.

Daxwaza  aşîtiyê pêşilêgirtina mirina hîn zarokan e.

Daxwaza aşîtiyê; guhdarkirina kesê hemberê xwe ye, guhdarkirina stranên wî/wê ye, ji dialogê re vekirîbûn e û rûmetdayîna demokrasiyê ye.

Bi  girtina partiyan, bi qedexekirina parlementeran, bi kelepçekirina şaredaran û bi destpêkirina operasyonên nûh,  hûn  nikarin aşîtiyê ava bikin.

Ji ber ku pirsgirêka Kurd ne pirsgirêka ewlehiyê ye, pirsgirêka demokrasî û azadiyê ye. Pirsgirêka wekhevî û naskirinê ye. Rêya aşîtiyê jî; bi qewîkirina qenalên diyalogê û bi gavavêtinên rêbazên aşîtixwaz û demokratîk  ava dibe.

Pirsgirêka Kurd bi operasyonên dersînor jî çareser nabe. Ji ber ku pirsgirêk li dervê nîn e li hundir e. Pedivîya me bi gavên berbiçav heye. Pêdiviya me bi gavên ku demokrasiyê xurt bike û maf û azadiya mirovan bi pêş ve bive, heye.

Evqas şer ne bes e?

Nifşekî din jî em ê bi êş û derdan mezin bikin? Ji viya re tehemmula me heye?

Tu kes şer naxwaze. Tu kes naxwaze ku zarokên wan li çiya bimirin an jî tabuta wan ji leşkeriyê vegere.

Derd û kulên ku hatine kişandin êdî bes e.

Di Newroza îsalîn de sed hezaran mirov bi banga aşîtiyê qadan tije kirin. Gelê kurd daxwaza aşîtiyê her tim tîne ziman.Kedkar, jin, ciwan, rewşenbîr di her carê  xwesteka xwe ya aşîtiyê tînin ziman. Ji ber ku, vî şerê qirêj ê ku sih sal e didome, di her qada jiyanê de dubendiyek çêkiriye û bûye sedema mesrefek gelek mezin ku tenê kêrî militarizmê hatiye, lê bi vî awayî gel jî  xizan kiriye.

Jin aşîtiyê dixwazin, ji ber ku  şer, rê li ber zordarî û zordestiya li ser jinan ji her demî zêdetir vedike. Ji ber vê yekê, têkoşina aşîtiyê, têkoşina li hemberî zayendperestiyê ye. Şer, jiyana me, adetên me, xweza me, ava me,axa me, daristanên me serûbin dike.

Li hemberî şer, em ji wekî perçeyekî tekoşîna aştiyê ya cîhanê, dev ji aşîtiyê venagerin.

Ji bo ku em biratiya gelan xurttir bikin; ji bo ku em biqîrin û bêjin “tu tiştek bi şer nayê halkirin”; ji bo ku em rê nedin rêweberên şerxwaz û doza aşîtiyê li wan bikin divê em dengê aşitîyê bilind bikin.

Daxistina dengê şer, berî her tiştî aşîtî bi xwe ye!

Berî her tiştî aşîtî, şerrawestin e, sekinandina operasyonan e, sekinandina wxînrijandinê ye!

Berî her tiştî aşîtî, ne şerkirin e, axaftin e!

Berî her tiştî aşîtî, ji bo çareseriya pirsgirêka Kurd, firehkirina sînorên demokrasiyê ye!

Berî her tiştî aşîtî, qebûlkirina biratî û wekheviya her mercî ye!

Berî her tiştî aşîtî, nerazîbûna kuştariyê, neqayilbûnê û homofobiyê ye!

Berî her tiştî aşîtî, nerazîbûna cirma şer û xizaniyê ye!

Berî her tiştî aşîtî, xwestina azadî û serbestiya nûner û şarederên gelê Kurd e!

Berî her tiştî aşîtî, bê şert û merc, bê sînor, ji bo her kesî xwestina mafên çandî û zimanê zikmakî ye!

Berî her tiştî aşîtî, neqebûlkirina nijadperestiya şerxwaz û şerger e!

Bijî Biratiya Gelan!

Bengi Yıldız

BDP Batman Milletvekili

BARIŞIN SESİNİ YÜKSELTELİM

Hoş geldiniz,

Bu akşam, “Savaşın sesini sustur / Barışın sesini yükselt” demek için buluştuk. Çünkü, buna çok ihtiyacımız var. El sıkışmak, kucaklaşmak, birlikte şarkılar söylemek, barışa özlemimizi haykırmak istiyoruz.

Yeter artık!
Kürt sorununun barışçı çözümü için kalıcı adımlar atılmasını istiyoruz. Savaşın uğultusundan, çatışmayı kışkırtanların gürültülü konuşmalarından herkes yoruldu artık. Kışkırtıcı başlıklardan, ırkçılıktan, ayrımcılıktan yorulduk. 2 kuşak savaşın acılarıyla yandık, hala küçücük çocuklar cezaevlerine dolduruluyor.
Umutlarla karşılanan ama arkası gelmeyen sahte açılımlardan, kararsız adımlardan bıktık. ‘Farklılığa ve eşitliğe tahammülümüz yok’ diyen ırkçılardan, ‘asalım, keselim” diyenlerin nobranlığından, nefretle doldurulmuş kalabalıkların linç girişimlerinden, baskı yasalarından, olağanüstü hallerden yorulduk artık.
Bu yorgunluğu gidermenin, umudu büyütmenin yolu, barışın sesini her yerde yükseltmek ve daha fazla barış istemekten geçiyor.
Barış istemek soyut bir talep değil.
Barış bugün halklarımızın en somut talebidir. Barışı istemek, çocukları yargılayan ve onlara ağır hapis cezaları veren yasaların değiştirilmesini istemektir.
Barışı istemek, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasını ve emir verenlerin yargılanmasını istemektir.
Barışı savunmak, Lice’de patlayan bombayla parçalanan Ceylan Önkol’u da Küçükçekmece’de belediye otobüsünde yanarak ölen Serap Eser’i de unutmamaktır. Barış istemek yeni çocukların ölmesine engel olmaktır.
Barış istemek, karşımızdakinin sözünü, şarkısını dinlemek, diyaloga açık olmak ve demokrasiye saygılı olmaktır.
Parti kapatarak, seçilmiş milletvekillerini yasaklayarak, seçilmiş belediye başkanlarını kelepçeleyip tutuklayarak, yeni operasyonlar yaparak barışı sağlayamazsınız.
Çünkü Kürt sorunu, bir asayiş sorunu değil, demokrasi ve özgürlükler sorunudur. Eşitlik ve tanınma sorunudur. Çözümün de yolu: Demokratik ve barışçıl yöntemleri hızla hayata geçirilmesi için adım atmaktan ve diyalog kanallarını güçlendirmekten geçmektedir.
Kürt sorunu sınır ötesi operasyonla da çözülmez. Çünkü sorun dışarıda değil içerdedir. Somut adımlara ihtiyacımız var. Demokrasiyi güçlendirecek, hak ve özgürlükleri geliştirecek adımlara ihtiyacımız var.
Bu kadar savaş artık yetmez mi?
Bir nesli daha acılarla ve savaşla mı büyüteceğiz? Buna tahammülümüz var mı? Hiç kimse savaş istemiyor. Kimse çocuğunun dağlarda ölmesini, askerden tabutunun gelmesini istemez. Çekilen acılar artık yeter!
Son Newroz’da yüzbinlerce insan barış talebiyle alanları doldurdu. Kürt halkı barış isteğini ısrarla vurguluyor. İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, aydınlar, sanatçılar barış istediklerini her fırsatta dile getiriyorlar.
Çünkü; 30 yıldır yürütülen kirli savaş, yaşamın her alanında kamplaşmalara, militarizmin, askeri harcamaların en üst noktaya yükselmesine yol açtı. Savaş halkı yoksullaştırdı.
Kadınlar barış istiyor, çünkü; savaş ortamı, kadına yönelik baskı ve şiddetin, her zamankinden daha pervasız bir hal almasına yol açtı. Barış için mücadele, cinsiyetçiliğe karşı mücadelenin de ayrılmaz bir parçasıdır.
Savaş doğayı, yaşam alan ve alışkanlıklarımızı, suyumuzu, toprağımızı, ormanımızı yok ediyor.
Savaşa karşı küresel mücadelenin parçası olan bizler de barışta ısrarlıyız.
Halklar arasındaki bağları yeniden güçlendirmek için, hiç bir sorunun savaşla çözülemeyeceğini haykırmak için, yönetenlerin savaşçı tutumlardan vaz geçmelerini istemek için, barış ve çözüm politikaları geliştirmelerini talep etmek için barışın sesini yükseltmeliyiz.
Savaşın sesini sustur demek, önce barış demektir!
Önce barış demek, silahlar sussun, operasyonlar dursun, kan dökülmesin demektir!
Önce barış demek, savaşma, konuş demektir!
Önce barış demek, Kürt sorununun çözümünün demokrasinin sınırlarının genişletilmesinden geçtiğini vurgulamak demektir!
Önce barış demek, “eşit koşullarda kardeşiz” diyebilmektir!
Önce barış demek linçlere, ötekileştirmeye, homofobiye hayır demektir!
Önce barış demek, savaş ekonomisine, yoksullaşmaya hayır demektir!
Önce barış demek, Kürt halkının temsilcileri ve belediye başkanları serbest bırakılsın demektir!
Önce barış demek, herkesin kültürel haklar ve anadilini kullanmada sınırsız özgürlüğü demektir!
Savaşı sustur demek, savaşları körükleyen ve savaşlardan beslenen ırkçılığa ve milliyetçiliğe hayır demektir!
Yaşasın halkların kardeşliği…

Yıldız Önen

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu

Amargi, Antikapitalist Öğrenciler, Barış Girişimi, Barış için Kadın Girişimi, Barış İçin Sanat Girişimi, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, Doğu Konferansı, Feminist Kadın Çevresi
Greenpeace, Genç Siviller, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu, Karakedi Kültür Merkezi, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Küresel Eylem Grubu, Lambda İstanbul, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği İstanbul Şb., Veteriner Hekimler Odası İstanbul Şb., Yeşil Düşünce Derneği, Yeşil Ev, 78’liler Girişimi

10 Mayıs 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

BİZ ÖMRÜMÜZ YETTİĞİNCE BURADA OLACAĞIZ

Bugün bu dava 3,5 yılını dolduruyor. En başta şunu söylemek isteriz: Biz, ömrümüz yettiğince burada olacağız. Hrant’ın öldürülmesine bir şekilde karışmış resmî görevlileri bugüne kadar koruyanlar bunu bilsin. Bu memlekette adalet isteyen, vicdanlı insanların sayısı artacak, bu davanın peşine düşenlerin iradesi güçlenecektir.

Boşuna uğraşıyorlar. Yaptıkları, en fazla adaleti geciktirecek. Ama bir suikastın faillerini besleyip büyüten, kollayan, cinayet işlemelerine meydan açan, cinayetten sonra, bu işe karışanları kollamaya korumaya uğraşanlar ortaya çıkacak. Onların yere eğilmiş suratlarını göreceğiz.

Bunun için yapılması gerekenler o kadar basit ki. Yapılmayan soruşturmaların yapılması, sorgulanmayan resmî görevlilerin sorgulanması, yargılanmayanların yargı önüne çıkarılması, ilgili davaların birleştirilmesi gerekiyor. Yani ‘ben devletim’ diyen bir devletin nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranılması halinde adalet hiç de uzakta kalmaz. Cinayet yeri civarındaki güvenlik kameraları görüntülerinin en kritik bölümleri tahrip edildi, saklandı. Bunların ortaya çıkarılmasından başlayabilirler meselâ. Katilin güya rastgele girdiği internet kafe her nasılsa bir güvenlik şirketiyle ilgili çıktı. Neymiş bu ilişki, bakabilirler. Poyrazköy ve Kafes iddianameleriyle birlikte, aslında Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili her şeyin yeni baştan soruşturulması gereği apaçık ortada. Buna girişebilirler. Samsun’da katille birlikte poz verip sırıtan güvenlik görevlilerine kimin cesaret verdiğine bakabilirler. Hrant Dink suikastı özel bir savcı ekibi tarafından araştırılmayı hak etmiyor mu? Savcılar atayabilirler.

Bunları yapamayan bir devletin kendine devlet demesi ya da adalet kavramıyla uzaktan yakından ilişkisi olduğunu iddia etmesi komik değil mi?

Elbette komik. Ama bizim gülecek halimiz yok. Başlangıçta ‘namus davamızdır’ denen bu dava artık utanç müsameresine döndü. Bunu bir kenara yazdık, unutamayız. Yine de, devleti, gecikmeli de olsa namusunu kurtarma operasyonuna çağırıyoruz.

Sabrımız ve tahammül gücümüz bu kadarına izin veriyor.

Hrant’ın Arkadaşları adına Tülin Özen

31 Mayıs 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

Katil İsrail Filistin’den Defol!

DEĞERLİ BASIN EMEKÇİLERİ,  SEVGİLİ SAVAŞ KARŞITLARI,

Bugün öfkemiz çok büyük. Gazze halkıyla dayanışmak ve insani yardım malzemesi götürmek için yola çıkan gemilere, İsrail ordusu acımasızca saldırdı. 19 barış gönüllüsü bu saldırı sonucunda yaşamını yitirdi. Çok sayıda yaralı var. Gemiler israil askerlerince gasp edilip Hayfa limanına çekildi. Hala tam bir bilgi alınamıyor.

Zor durumdaki Filistin halkıyla dayanışmak için yola çıkan ve aralarında milletvekilleri, gazeteciler, yardım kuruluşlarının temsilcilerinin de yer aldığı yüzlerce sivile yönelik bu eşi görülmemiş şiddet eylemi, tam bir vahşettir.

Belki “Bu vahşet nasıl uygulanabildi?” diye soranlar vardır. Ama İsrail devletinin tarihi, sivillere karşı akıl almaz saldırganlıklarla dolu. Filistin ve Gazze onlarca yıldır işgal altında. İsrail ambargosu Filistinlileri yoksulluğa, hastalıklara ve ölüme mahkum ediyor.

Bu kez büyük bir hata yaptılar. İnsani yardım için harekete geçen ve uluslararası savaş karşıtlarının da içinde yer aldığı gemilere saldıran İsrail, küresel bir öfke patlamasına neden oldu. Şu anda dünyanın birçok ülkesinde ve kentinde bu vahşet protesto ediliyor.

İsrail’de de şu saatlerde savaş, militarizm ve ırkçılık karşıtları tarafından protesto gösterileri yapılıyor.

Bugüne kadar Filistin halkıyla dayanışma içindeymiş gibi görünen ama kapalı kapılar ardından İsrail’le her türden işbirliği içinde olan hükümetler bile İsrail’i sert bir şekilde kınamak ve bazıları temsilcilerini geri çağırmak zorunda kaldı.

Savaş ağalarının yönettiği bu devlet, küresel politik alandan dışlanmalıdır. Bu saldırının sorumluları ve İsrail hükümeti işlediği insanlık suçlarının hesabını vermelidir. Hükümetler İsrail’le ikili ve askeri anlaşmalara derhal son vermelidir. Bunları sağlayacak olan da bizler yani bugün sokaklara çıkan insanlarız.

Bugün, küresel bir intifada yaşanıyor. Tüm dünya ayakta. Bu intifadanın başarısı, anti semitizmden uzak durmak, İsrail devletiyle israil’de işgale karşı çıkan yurttaşların arasına kesin bir mesafe koymak, tüm halkların kardeşliğini savunmak ve birlikte barış için mücadele etmekten geçiyor.

Türkiye Hükümetinden taleplerimiz şunlardır:

İsrail büyükelçisi derhal sınır dışı edilmelidir.

İsrail ile tüm ikili askeri anlaşmalar iptal edilmelidir.

Yardım gemilerinin serbest bırakılması, katledilenlerin ailelerine iadesi, yaralıların İsrail dışında en yakın hastanelerde en iyi şekilde tedavi edilmesi sağlanmalıdır.

Gemilerdeki malzeme Gazze’ye ulaştırılmalı, uluslararası topluluğun İsrail’in Gazze ve Filistin üzerindeki işgaline karşı yaptırım uygulaması istenmelidir.

Kerem KABADAYI

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına

3 Haziran 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

DEĞERLİ BASIN EMEKÇİLERİ, SEVGİLİ SAVAŞ KARŞITLARI,

İnsan, bazen doğduğu güne lanet eder ya! Göz göre göre, inadına yapılan haksızlıklara karşı elinden bir şey gelmeyeceğini hisseder ya! Hepimiz öyle hissettik, israil denilen zalimlik kalesinin, insani yardım malzemesi götüren gemilerdeki sivillere saldırısını duyunca.

Öfkelendik, bu kadarı olmaz dedik. Milletvekillerinin, dayanışma derneklerinin, gazetecilerin, yardım kuruluşlarının, Nobel ödüllü insanların, barışseverlerin üzerine, sadece ve sadece yardım malzemesi, ekmek, yiyeyecek, inşaat malzemesi ve ilaç götürdükleri için kurşun sıkıldığını duyunca önce kulaklarımıza inanamadık.

Sonrasında daha ayrıntılı haberler gelmeye başladı, dokuz barış gönüllüsü öldürülmüştü. Onlarcası silahla yaralanmıştı. Yaralıların ellerini kelepçelemişti zalimler. İnsanları denize attıkları, kayıpların olduğu söyleniyordu.

Sonra TV’lerden gözümüzle gördük, insanların yardım çığlığını duyduk ve o andan beri de sokaklardayız.

Aslında bu vahşete inanmamak için neden yoktu. Gazze, 2008’in son günlerinde İsrail uçakları tarafından bombalanan, o zamandan beri süren ambargosu nedeniyle Filistinli bebeklerin ilaçsızlıktan, açlıktan, soğuktan öldüğü yerdi. İşsizliğin yüzde 50’nin üzerinde olduğu, utanç duvarlarıyla çevrelenmiş, sayısız gettoya bölünüp parçalanmış, dev bir açık hapishane haline getirilmişti Gazze.

Israil’in saldırdığı yardım konvoyu, hiçbir şeyi başaramadıysa, insanlık suçlarını unutan yüreklere Gazze’yi bir daha hatırlatmayı başardı. Ağır bir bedele rağmen oldu bu. Tüm dünya yeniden, Ortadoğu’da sorunların en ağırını on yıllardır yaşayan Filistin halkını hatırladı.

Utanmaz bir İsrail bakanı Behavam Zeevi, bir zamanlar “Araplar bittir” demişti. Utanmaz bir İsrail başbakanı Benjamin Netayahu, vakti zamanında, “Bazen saman yığını içindeki iğneyi bulamazsınız ve saman yığınını toptan yok etmek daha doğrudur” demişti. İnsanlıktan çıkmış bir başka İsrail başbakanı Golda Meir, “Filistinli diye bir şey yoktur. Hiçbir zaman olmadı” demişti.

İşte Mavi Marmara’yı bombalayanlar, gemiye tam teçhizatlı komando çıkartanlar, sivillere kurşun sıkanlar, dokuz kardeşimizi öldürenler; hepsini tekrar hatırlattı bütün dünyaya.

Yarım asırdır uygulanan soykırım politikalarına rağmen, Filistin halkı diye bir halk var. Filistin var! Filistin ve Gazze halkı  var ve bu vahşete karşı direniyor.

Öyleyse, şimdi hep beraber bir görevimiz var. Bu ambargo kaldırılana kadar, Gazze halkı rahat edene kadar, onların yanında olmak ve Gazze halkıyla dayanışmayı büyütmek gerekiyor.

Bunun için de küresel intifadayı sürdürmek, İsrail’e uluslararası yaptırımları başlatmak. Savaş suçlularını yargılatmak ve ABD’nin bu politikalara verdiği desteği kesmesini sağlamak gerekiyor.

Mehmet Demir,

Kuresel Baris ve Adalet Koalisyonu adına

23 Haziran 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

GİZLİ KARARNAME HALKA AÇIKLANSIN, İNCİRLİK ÜSSÜ KAPATILSIN!

Değerli basın mensupları, sevgili savaş karşıtları,

Adana’nın İncirlik beldesinde bir ABD askeri üssü var. Yerleştiği kasabadan daha büyük olan üs, 1954 yılında yapılan gizli bir anlaşma ile faaliyete geçti. O günden beri de bölge barışını ve halkların kardeşliğini tehdit ediyor. İçinde binlerce asker, ağır silahlar ve bombalar dolu. İncirlik Üssü’nde neler oluyor? Üs’te kaç ABD askeri var? Üs’te kaç adet nükleer başlık var? Bu nükleer başlıkların kaçı her an kullanıma hazır durumda? Bunlar yıllardır halktan gizleniyor.

ABD askerleri İncirlik’te hangi yasa çerçevesinde görev yapabiliyor? İncirlik Üssü ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinde nasıl bir rol oynadı? Üssü işgalcilere kullandıran gizli kararname 7 yıldır her 23 Haziran’da neden otomatik olarak neden uzatılıyor. ABD askerlerine izin veren bu kararnameden bırakın halkı, TBMM’deki milletvekillerinin haberi var mı?

Değerli basın mensupları,

Bizler, savaş karşıtları olarak ABD’nin Irak işgalinin başladığı günden bu yana hep bu soruları sorduk. Bu soruların yanıtını bilmediğimizden değil. Bu soruları soruyoruz, çünkü yanıtlarını Meclisteki milletvekilleri de bilmiyor. İncirlik Üssü ile ilgili Bakanlar Kurulu’nun 2003’ten beri her yıl yenilediği Gizli Kararname’den onlar da habersiz.

Türkiye, Irak Savaşı’na doğrudan katılmamış olsa da ABD ve işgal güçlerine sağladığı  yardımlarla dolaylı olarak katıldı. Irak Savaşı’na verilen en önemli destek, İncirlik Üssü’nün ABD savaşan birliklerinin kullanımına açılmasıdır. ‘Gizlilik’ damgasını taşıyan 23 Haziran 2003 tarih ve 5755 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile başlayan bu hukuk tanımaz süreç halen sürmektedir.

Bu kararname önce bir yıl boyunca tamamen halktan gizlendi. Hem Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun kampanyalarıyla hem de hukukçu arkadaşlarımızın açtığı davalar sonucunda, gizli kararnamenin varlığını halka açıklanmak zorunda kaldılar. Kararnamenin içeriğiyle ilgili bilgilenme hakkını kullanmak ve iptaliyle ilgili takip ettiğimiz yasal süreç ise halen devam ediyor.

Son olarak, 2003 Kararnamesinin iptaliyle ilgili Danıştay temyiz incelemesinde, 15’e karşı 14 üye kararnamenin hukuka aykırı olduğu yönünde karşı oy verdi. Azlık oya eğer bir üye daha katılmış olsaydı, çoğunluk olacak ve İncirlik Kararnamesi iptal edilmiş olacaktı.

Bu mücadeleyi sürdürmekten bir an bile vaz geçmeyeceğiz. Çünkü İncirlik Üssü, ABD’nin kanlı Irak işgalinin en önemli lojistik merkezidir. İncirlik Üssü, 1990 Körfez Savaşında, 2001’den itibaren Afganistan ve Irak işgallerinde yakıt ikmali ve operasyon lojistik destek gücünün ana üssü olmuştur? İncirlik Üssü bölge barışı için en büyük tehdidi oluşturmaktadır.

2004 Tarihinden itibaren İncirlik Üssü, Irak’tan Amerika’ya dönen, ya da kısa süreli geri hizmete, hava değişimine gönderilen askerlerin konaklama ve transfer merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır. İncirlik Üssü, bu dönemdeki kullanımı ile A.B.D.’nin en büyük “askeri kıtalarının yer değiştirme yeri” olarak kabul edilmiştir.

İncirlik Üssü’nden yönetilen tüm operasyonlar, BM kararları çerçevesinde dahi, ‘saldırı hukuku’ kapsamına girmekte, uygulayan ve uygulanmasına zemin hazırlayan devletler, yasal dayanaktan yoksun kalmakta ve uluslararası hukuka aykırı hareket etmektedir.

ABD, yedi yıllık işgalde Irak’ta yüz binlerce masum insanı katletti. İşte İncirlik Üssü bu katliama ev sahipliği yapmıştır ve yapmaktadır.

2005 Yılında yayınlanan ancak bugüne kadar reddedilemeyen raporlara göre, İncirlik Üssü’nde 1998 yılından bu yana  90 adet B-1 tipi nükleer başlık bulunmaktadır? Bunların her biri, Hiroşima ve Nagazaki’yi 9 dakikada yok eden bombalardan 9 kat daha fazla tahrip gücü anlamına gelmektedir.

GİZLİ KARARNAME HALKA AÇIKLANSIN!

Savaşa, işgallere, işgalcilerle ortaklıklara karşı mücadele eden savaş karşıtları olarak, İncirlik Üssü’nün ABD’nin Irak ve Afganistan cinayetlerinde kullanılmasını, gizli ve hukuk dışı kararnamelerle ABD askerlerinin ve savaş mekanizmasının İncirlik Üssü’nde yenilenmesini tekrar protesto ediyoruz.

Her yıl 23 Haziran’da otomatik olarak uzatılan 5755 sayılı ‘Gizli Kararname’ derhal halka açıklanmalı ve iptal edilmelidir.

ABD askeri varlığı İncirlik Üssü’nden hemen çıkmalıdır!

İncirlik Üssü nükleer başlıklardan hemen arındırılmalıdır!

Nükleer pazarlıkların ve tehditlerin yoğunlaştığı, yeni çatışma ihtimallerinin gündemde tutulduğu bölgemizde, halkların kardeşliği ve barışı tehdit eden İncirlik Üssü kapatılmalıdır.

Faruk SEVİM

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına

23 Haziran 2010 – Ufuk Uras’ın İncirlik Üssü Kararnamesi Konuşması – Ankara

İstanbul BDP milletvekili Ufuk Uras’ın askerî üslerin kullandırılması hakkında TBMM’de yaptığı Gündem dışı konuşma metni aşağıdadır.

Değerli vekiller, bu hafta yitirdiğimiz Sayın İlhan Selçuk’un ailesinin, yakınlarının, meslektaşlarının ve okurlarının üzüntülerini paylaşır, başsağlığı dilerim ve yine şiddetin en tehlikelisinin kanıksanmış şiddet olduğunu biliyoruz. Şiddet kurbanı bütün yurttaşlarımızı saygıyla anıyor, ailelerine başsağlığı diliyorum. Siyaset kurumunun bir an önce adım atmasını temenni ediyorum.

Değerli vekiller, tırnak içinde size bazı görüşleri okumak istiyorum: “Artık nükleer silahlar istemiyoruz. Kararlı adım atmamız gerek. Olmayanların buna başlamaması ama olanların da yavaş yavaş topraklarından çıkarması önemli. Türkiye ve Brezilya, imzaladıkları bildirinin sonuna kadar arkasında. Dünya barışına hizmet etmek istiyorsak ancak bu şekilde olabilir. İran’la ilgili meselede ikna edicilik için ABD ve diğer nükleer güçlerin nükleer silahlarını ortadan kaldırmaları gerekir. İsrail nükleer silah sahibiyken İran’ın nükleer programının eleştirilmesi birebir çiftçe standarttır.” Tırnağı kapatıyorum.

Kimindir bu ifadeler? Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın. Üstelik bunlar yıllar önce söylenmiş sözler de değildir, yani mürekkebi bile kurumamıştır. Arka arkaya okuyunca insanı şaşırtıyor. Peki bu sözlerin arkasında duruyor mu Hükûmet? Nerede ve ne zaman? Bunların sadece hamasi konuşmalar hanesinde kaydedildiğini görüyoruz. “Hayır, değil.” diyorsanız, işte AK PARTİ’ye kendi samimiyetini kanıtlamak için bir fırsat daha önümüzde. Bir vicdan testine giriyoruz şimdi. İncirlik Askerî Üssü’nün kullanımına ilişkin gizli Bakanlar Kurulu kararnamesinin yıllık yenilenme zamanı gelmiştir. 2003’ten beri her sene bu gizli kararname yenileniyor.

“İncirlik’te ne var ki?” diye soracak olursanız, Amerikan savaş uçakları Irak ve Afganistan işgallerinde İncirlik Üssü’nü istedikleri gibi kullanıyorlar ama sadece bu da değil. 2005 yılında yayınlanan ve bugüne kadar reddedilemeyen raporlara göre İncirlik Üssü’nde 1998 yılında bu yana doksan adet B-1 tipi nükleer başlık bulunuyor. Her bir B-1 başlığı Hiroşima ve Nagasaki’yi dokuz dakikada yok eden bombalardan, 9 kat daha güçlü bir tahrip gücü anlamına geliyor, yani İncirlik Üssü bir tür nükleer saldırı merkezidir.

Sayın Başbakan, sözlerinizin arkasında duruyorsanız, İncirlik Üssü’ndeki nükleer başlıkları ne yapacağınızı hemen açıklayınız. İncirlik Üssü herhangi bir üs değildir. 1990 Körfez Savaşı’nda, 2001’den itibaren Afganistan ve Irak işgallerinde yakıt ikmali ve operasyon lojistik destek gücünün ana üssü olmuştur. 2004’ten itibaren bu üs Irak’tan Amerika’ya dönen ya da kısa süreli geri hizmete, hava değişimine gönderilen askerlerin konaklama ve transfer merkezi olarak kullanılmaktadır. Ağustos 2010 tarihinden itibaren de Irak’tan Amerikan askerlerinin çekilmesi programı çerçevesinde bir bölümünün ülkelerine, bir bölümünün ise Afganistan’a yönlendirilmesi için ara durak, transfer üssü olarak kullanılması düşünülmektedir.

İncirlik Üssü’nden yürütülen tüm operasyonlar Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde saldırı hukuku kapsamına girmekte, uygulayan ve uygulanmasına zemin hazırlayan devlet ve devletler yasal dayanaktan yoksun kalmakta ve uluslararası hukuka kesinlikle aykırı hareket edilmektedir. Bu üssün CIA tarafından Afganistan ve Iraklı insanların, bir insanlık ayıbı olarak Guantanamo Cezaevine götürülmeleri ve nakliye uçaklarında işkence yapılması sürecinde de üs olarak kullanıldığı uluslararası medyada yer almıştır. Bunlar yokmuş gibi davranıyor Hükûmet. 29 Mayıs 2009 tarihinde Sayın Başbakana yönelttiğim soru önergesinde İncirlik’le ilgili sorularıma yanıt bile verilmedi, neden? Çünkü bu konular gizlilik zırhı altına alınıyor, İncirlik’teki nükleer silahlarla ilgili halktan bilgi saklanıyor. Bunu Başbakanlık yapıyor. Hani şeffaf yönetimden yanaydınız? İşte şimdi zamanı yine geldi. Bu sene de haziran sonlarında kararnameyi uzatacaksınız ama bu konular hiç konuşulmayacak. Meclis, kendi ülkesindeki bir üstte konuşlandırılan nükleer başlıkları tartışamayacak, bilgi sahibi olamayacak ama Sayın Başbakan bölgedeki nükleer silahlarla ilgili çok büyük laflar edecek. Bu ne yaman bir çelişkidir? İncirlik Üssü’nde bulunan 90 nükleer silahın bir an evvel topraklarımızdan sökülmesi, İncirlik Üssü’nün yabancı ülke asker ve silahlarına kullanım izni veren gizli kararnamenin hemen iptal edilmesi gerekmiyor mu? Tabii ki gerekiyor ama Hükûmet bunun yerine gizli kararnameyi bir kere daha uzatacak. 23 Nisan 2003 tarihinde imzalanan ve ABD’nin İncirlik Üssü’nü lojistik amaçlı ve transit geçişler için kullanılmasının hukuki dayanağını oluşturan gizli Bakanlar Kurulu kararnamesi uluslararası hukukun ihlal edildiğini kanıtlayan hukuk dışı bir belgedir.

Bu kararname günümüze kadar birer yıllık süreler ile uzatılarak işleyişine devam etmektedir. Bilgi Edinme Yasası’nın sağladığı hakla Başbakanlığa 2005 yılında 2003 yılında imzalanan İncirlik Üssü’nün kullanımına ilişkin gizli kararnamenin içeriği sorulmuş, 2005 yılında Anayasa’nın 92’nci maddesinin ihlal edildiği gerekçesiyle gizli kararnamenin iptal edilmesi için dava açılmıştır.

Buyurun şimdi vicdan testine: Açıklayın Sayın Başbakan, gizli kararnameyi ve nükleer silahların konuşlandırılması yetkisini yeniden uzattınız mı, uzatacak mısınız? Meclisi ve halkı bilgilendirecek misiniz, yoksa yine üç maymunlar gibi “duymadım, görmedim, söylemedim” parodisi devam edecek mi? Hodri meydan, işte Meclis. Meclisten bu kararı kaçırma hakkınız yoktur. AKP’yi bu samimiyet testiyle baş başa bırakıyoruz.

1 Temmuz 2010 – Askeri Üslere Karşı Mücadele semineri- ASF İstanbul

Nilüfer Uğur Dalay’ın konuşma metni

6. ASF İstanbul’un 1 Temmuz tarihli “Askeri üslere karşı mücadele” oturumunda Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur-Dalay’ın yaptığı konuşma:Bugün dünyada 130’dan fazla ülkede, 737’si Amerikan olmak üzere, diğerleri Rusya, Çin, İngiltere ve İtalya’ya ait, 1.000’den fazla bilinen askeri üs bulunmaktadır. Ayrıca çok sayıda bilinmeyen üslerin varlığı kabul edilmektedir. Örneğin A.B.D.nin Irak’ta, resmi kayıtlara geçmemiş 4 üssünün olduğu bilinmektedir. Bu üsler küresel genişleme, egemenlik kurma, ülkeleri, bu ülke insanlarını ve doğal kaynaklarını denetim altında tutma stratejisinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Ulusal Kaynaklar Savunma Konseyi’nin Şubat 2005 tarihli Hans M.Kristensen tarafından düzenlenmiş “Avrupa’daki Amerikan Nükleer Silahları” konulu raporuna göre, ki bu güne kadar bu rapor hiçbir ülkenin hiçbir kurumu tarafından reddedilmemiştir, Avrupa’nın 6 ülkesinde (Klein Brogel-Belçika, Büchel, Ramstein-Almanya, Aviano, Ghedi Torre-İtalya, Volkel-Hollanda, RAF Lahenhealt-İngiltere, İncirlik-Türkiye) toplam 480 adet nükleer bomba bulunmaktadır.  Bu bombalardan 90 tanesi İncirlik Üssündedir. 50 si Amerikan uçaklarına, 40 tanesi Türk uçaklarına konuşlandırılmış ve programlanmaları 1998 yılında tamamlanmış 90 adet B-1 tipi nükleer başlığın bulunduğu anlaşılmıştır. Bu bombaların her biri, Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan bombaların 9 katı gücündedir.

Üslerle ilgili tüm dünyada, Avrupa’da ve Türkiye’de mücadele kesintisiz olarak sürmektedir.

* Avrupa Sosyal Forumları askerileşmeye karşı önemli muhalefet odağıdır

*  Vancouver’de 23-28 Haziran 2006 tarihleri arasında düzenlenen Dünya Barış Forum’unda “Askeri üsler” tartışılmış, katılımcı konuşmacılar, kendi ülkelerinde savaşa karşı, askeri üslere karşı yürütülen kampanyaları ve bu konudaki deneyimlerini paylaşmışlardır.

* 2 Ağustos 2006’da Avrupa’nın 15 ülkesinden gelen 50 bisikletli genç Belçika’da nükleer silahsızlanma kampanyası çerçevesinde bir tur başlatmış, 20 nükleer bombanın bulunduğu Belçika’nın Klein Brogel NATO üssünün şiddet içermeyen bir biçimde abluka altına alınması ile turu sona erdirmişlerdir.

* 3-7 Eylül 2006’da Helsinki’de Avrupa-Asya Dünya Halkları Formu’nda “barış aktivistleri strateji ve kampanyaları tartışıyor” toplantısında yine üsler tartışmaya açılmıştır.

* 7-11 Mart 2007 de Ekvator’da, dünyada ilk kez  “Askeri Üsler kapatılsın” konferansı toplanmıştır. Konferans, askeri üslere karşı kampanya yürüten aktivistlerin; savaşa karşı olan tüm bağımsız kişi, örgüt, kuruluş ve koalisyonların, küreselleşme karşıtı güçlerin; militarizm ve emperyalizme, silahlanmaya karşı güçlerin; barış, adalet ve özgürlük isteyen kişi ve kuruluşların; kadın ve insan hakları, çevreci ve gençlik örgütlerinin; yerel, ulusal ve uluslar arası yaşanabilir bir dünya isteyen tüm örgütlerin güç birliği ile toplanmıştır. Bu konferans öncesinde oluşturulan www.nonbase.org web sitesi ile uluslar arası deneyimler paylaşılmaktadır.

* 5 Mayıs 2007 de Prag’da “Avrupa’nın askerileşmesine karşı uluslar arası konferans” düzenlenmiştir.

*2007 Yılında İtalya’da “Disarmiamoli” (silahsızlandıralım) kampanyası düzenlenmiştir. Bu kampanya, İtalya’da bulunan tüm Amerikan üstlerine, tüm silahlanma çabalarına, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yaşam üzerine, askeri harcamalar ve silahlanma amacıyla koyulan ipoteklere, toplumların askerileşmelerine, hükümetlerin, tüm toplumsal muhalefete karşı A.B.D. politikalarına uydu olmasına, askeri sanayinin ekonomi içindeki gücünün büyümesine karşı yürütülmüştür.

*İtalya’nın Vicenza kentindeki Molina Üssü’nün genişlemesine yönelik büyük bir kampanya yürütülmektedir.

* Önce Avrupa Konseyine daha sonra da Avrupa Parlamentosuna sunularak kabul edilen “Nükleer Silahlar Anlaşması Modeli” ve “Hiroşima-Nagasaki Protokolu” imzalanmıştır.

Bu iki model protokol, 134 ülkeden 2.817 şehir belediye başkanının oluşturduğu, başkanlığını Hiroşima Belediye Başkanı Dr.Tadatoshi Akiba’nın yürüttüğü “Barış için Belediye Başkanları” birliğinin hazırladığı ve yürüttüğü kampanyaların başarısıdır. Bu başarı ayrıca “Nükleer Silahlardan Arınma ve Sınırlandırma için Parlamenterler” ve 2.000’in üzerinde sivil toplum örgütünün destek ve katılımı ile yürütülen “Abolition 2000 Europe” küresel network ağının başarısıdır.

* Avrupa Parlamentosu 24 Nisan 2009’da yaptığı bir oylama sonucunda, 177 oya karşı 130 oy ile 2020 yılına kadar “ Nükleer Silahlardan Arınmış bir Dünya” kurulması tasarısını kabul etmiştir.

*  25.03.2009 da Avrupa’nın 11 ülkesinden 22 kişi (Almanya, Fransa, İtalya, A.B.D. Çek Cumhuriyeti, İrlanda, Belçika, Hollanda, İspanya, İsveç ve Türkiye’den gelen bu 22 kişi) Avrupa Parlamentosu’nda “Avrupa Birliği içerisindeki Askeri Üslere Hayır” oturumu için Strasbourg’da bir araya gelmiştir.

Almanya temsilcileri, Nürnberg ve Leibzig sivil hava alanlarının askeri amaçlarla kullanılmak üzere nasıl genişletildiğini ve büyük bir gizlilik içerisinde gece uçuşları ile askeri lojistik hizmetlerinin yürütüldüğünü anlatmıştır.

İrlanda temsilcisi benzer uygulamanın Shannon üssü için geçerli olduğunu ve Shannon savaş karşıtı ve sivil toplum örgütlerinin “Shannon Watch” adı altında bir kampanya düzenleyerek havaalanını ve uçuşlarını gözetim altına aldıklarını, havaalanındaki genişleme inşaatı için nasıl resmi mercilere bilgi edinme haklarından yararlanarak başvurularda bulunduklarını anlatmıştır.

İtalya’dan gelen aktivist, Vicenza kentindeki Molina üssünün genişletilmemesi için 2006 yılından bu yana yürüttükleri kampanyaları, İtalyan aktivistlerin, şubat ayında Washington, D.C.ye giderek demokrat senatörlerle görüştüklerini, A.B.D.nin İtalya’daki askeri faaliyetlerini ve üs genişletme çalışmalarına engel olmaları için bilgilendirmeye çalıştıklarını anlatmıştır.

Küresel BAK’ın İncirlik ve Konya Üsleri ile ilgili ve NATO karşıtı kampanyaları anlatılmıştır.

Belçika’dan gelen aktivist, nükleer başlıkların bulunduğu Klein Brügel üssü ile ilgili yürüttükleri kampanyadan ve “Barış için Belediye Başkanları” çalışmalarından söz etmiştir.

Çek Cumkuriyeti’nden gelen aktivist füze kalkanları ve ülkelerindeki A.B.D. üssüne karşı yürüttükleri kampanyadan söz etmiştir.

İsveç’ten gelen aktivist, İsveç’in NATO üyesi olmamasına karşın kuzey İsveç topraklarının NATO manevraları için nasıl kullanıldığını anlattı ve bir sabah uyanacağız ve kendimizi NATO’nun içerisinde bulacağız demiştir.

A.B.D.’den gelen aktivist, ödedikleri her 1 dolarlık verginin 50 centinin askeri harcamaya gittiğini, derin bir kriz içerisinde bulunan halkın bu durumdan çok rahatsızlık duyduğunu, ancak Amerikan halkının, A.B.D.nin yurt dışındaki askeri üsleri, orada sebep oldukları sorunlar ve NATO’daki işlevi konusunda bilgi sahibi olmadıklarını söylemiştir.

Türkiye’de askeri üslere karşı yürütülen muhalefet

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu 2005 yılından bu yana ülke genelinde  “İncirlik Kapatılsın” kampanyası yürütmekte ve kampanya deneyimini uluslar arası platformlara taşımaktadır.

1 Aralık 2005 ile bugüne kadar, medyanın değişik kesimlerinde, plaza medyasının çok satan gazetelerinde, İncirlik Üssü ile ilgili birbiri ardı sıra çıkan haberler, okurların ve basının ilgisinin uyandığını, Meclis’de soru önergelerine yol açtığını ve kamuoyunda konunun takip edilmesinin gerekli olduğu yönünde olumlu bir etkinin ve yansımanın olduğunu göstermektedir.

Küresel BAK , “İncirlik kapatılsın” kampanyası çerçevesinde çok sayıda toplantı, gösteri ve yürüyüş düzenlemiş, binlerce bildiri ve broşür dağıtılmıştır.

Bilgi Edinme Yasası’nın sağladığı hakla, Başbakanlığa, 2005 yılında, 2003 yılında imzalanan İncirlik Üssü’nün kullanımına ilişkin gizli kararnamenin içeriği sorulmuştur.

Yine 2003 yılında, Anayasa’nın 92.maddesi ihlal edildiği gerekçesiyle, gizli kararnamenin iptal edilmesi için dava açılmıştır.

23 Ağustos 2006 günü İncirlik üssünden hareket ederek 25 Ağustos Cuma günü İstanbul’a ulaşan Barışapedal grubu, yoğun uluslar arası mücadelelerin yaşandığı bir dönemde bisikletleri ile nükleer silahların bulunduğu İncirlik Üssü’nün kapatılması kampanyasına destek vermiştir.

Kadiköy’de bu yıl üçüncüsü düzenlenecek olan Barış Panayırlarında askeri üsler ve askerileşmeye karşı söyleşiler, etkinlik düzenlenmektedir.

Kampanya; nükleer silah deposu olan, küresel imparatorluk peşinde olanların işgal politikalarının operasyon ve lojistik destek merkezi olan İncirlik Üssü kapatılıncaya kadar devam edecektir.

İstanbul Milletvekili Ufuk Uras meclise İncirlik Üssü’nün kullanımı konusunda soru önergesi vermiştir. 23.6.2010 günü meclisi bilgilendirici bir konuşma yapmıştır. Ayrıca konu ile ilgili kurum başkanlarına bilgilendirme başvuruları yapılmıştır.

İncirlik Üssü’nün kullanımını belirleyen Gizli Kararname’nin iptal edilmesi ile ilgili 2003 Tarihinde başlayan hukuki süreç, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na kadar giden temyiz mücadelesi ile 25.04. 2010 tarihinde 15 e 14 karşı oyla reddedilmiştir. Burada vurgulamamız gereken üst mahkeme üyelerinin büyük bir çoğunluğunun da Gizli Kararname’nin hukuksuzluğu üzerinde birleşmiş olmasıdır. Yine önemli bir gözlem, 29 Kurul üyesinin 13 ‘ünün kadın olması ve bu kadın üyelerden 9’unun karara muhalefet etmiş olmasıdır.

2004 Tarihinden itibaren Üs, Irak’tan Amerika’ya dönen, ya da kısa süreli geri hizmete, hava değişimine gönderilen askerlerin konaklama ve transfer merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır. İncirlik bu dönemdeki kullanımı ile A.B.D.’nin en büyük “askeri kıtalarının yer değiştirme yeri” olarak kabul edilmiştir.

Ağustos 2010 tarihinden itibaren Irak’dan A.B.D. askerlerinin çekilmesi programı çerçevesinde, bir bölümünün ülkelerine bir bölümünün ise Afganistan’a yönlendirilmesi için “ara durak”, transfer üssü olarak kullanılması düşünülmektedir.

Bugün dünya üzerinde sayıları 25.000 civarında olduğu tahmin edilen nükleer başlıklarla, silahlarla ilgili, geçtiğimiz günlerde önemli bir diplomasi trafiği yaşanmıştır.

* 8 Nisan 2010 tarihinde ABD ve Rusya arasında “nükleer silahların indirimine”  ilişkin START anlaşmasının imzalanmıştır.

*12-13 Nisan 2010 tarihinde Washington’da Nükleer Güvenlik Zirvesi    24 Eylül 2009 tarih ve 1887 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin “nükleer silahlardan arınmış yeni bir dünya” kararı çerçevesinde Başkan Obama’nın çağrıcı olduğu ve 40 ülke devlet başkan ya da başbakanının katıldığı bir zirve toplanmıştır.

* 3-28 Mayıs 2010 tarihleri arasında New York’ta, Birleşmiş Milletler’de NPT’nin (Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması) beş yılda bir toplanan gözden geçirme konferansı düzenlenmiştir.

* Yine mayıs ayında Türkiye, Brezilya ve İran arasında nükleer takas anlaşması imzalandı.

Tarihi açıklanmamış olsa da bu sene CTBT (Nükleer Denemelerin Yasaklanması Anlaşması) toplantısı yapılacaktır.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ben Ki-Moor’un temennisi ile bitirelim; “Nükleer silahlardan arınmış bir dünya küresel dünya halklarının yararına olan en iyi düzendir”.

Tüm bu nükleer diplomasi, nükleer pazarlıkların yoğun olarak sürerken, Türkiye Ortadoğu’nun diplomatik görüşmelerinin merkezi olmaya adayken, Başbakan Tayyip Erdoğan kamuoyuna şöyle demeçler verdi:

“Artık nükleer silahlar istemiyoruz. Kararlı adımı atmamız gerek. Olmayanların buna başlamaması, ama olanların da yavaş yavaş topraklarından çıkarması önemli”,

“Türkiye ve Brezilya imzaladıkları bildirinin sonuna kadar arkasında. Dünya barışına hizmet etmek istiyorsak, ancak bu şekilde olabilir”,

“İran’la ilgili meselede ikna edicilik için ABD ve diğer nükleer güçlerin nükleer silahlarını ortadan kaldırmaları gerekir’,

“İsrail nükleer silah sahibiyken, İran’ın nükleer programının eleştirilmesi bir çifte standarttır”.

İşte şimdi biz bu sözlerinin arkasında durmasını istiyoruz. İncirlik Üssün’de bulunan istenmeyen 90 nükleer silahın bir an evvel topraklarımızdan sökülmesi, İncirlik Üssü’nün yabancı ülke asker ve silahlarına kullanım izni veren gizli kararnamenin iptal edilmesi ve İncirlik Üssü’nün hem Irak hem de Afganistan işgallerinde kullanılmamasını istiyoruz.

Çünkü biliyoruz ki burada bir samimiyet problemi vardır. Çükü Türkiye ile İsrail arasında;

•1996 yılında imzalanmış Kudüs ve Ankara’da karşılıklı olarak imzalanmış Türkiye-İsrail Silah Modernizasyonu Anlaşması

•Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Konunması Anlaşması

•Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması

•İstihbarati İşbirliği Anlaşması

Serbest Ticaret Anlaşması vardır.

Ankara’ya 260 km, İncirlik Üssü’ne 224 km uzaklıkta,  ABD Avrupa Hava Kuvvetleri’ne (USAFE) bağlı savaş  uçaklarının eğitiminin yapıldığı Konya 3 Jet Üssü’nde  İsrail pilotları eğitilmekte ve Türk hava sahasında uçmaktadırlar.

İsrail ve Türkiye Hava Kuvvetleri, 1996 yılında Küdüs ve Ankara’da imzalanan iki taraflı savunma işbirliği anlaşmaları çerçevesinde defalarca beraber, birbirlerinin topraklarında beraberce uçmuşlardır. Bilindiği gibi Türkiye ve ABD, NATO üyesi ülkeler ve İsrail ile ABD arasında Negev çölü üzerinde taktik ve teknik güçlerini birleştirici manevralar yapmak üzere anlaşmışlardır.

Üç ülke deniz kuvvetleri Ocak 2001 tarihinde İsrail sahillerinde deniz arama ve kurtarma operasyonları yapmışlardır.

İsrail, Türkiye ve ABD hava kuvvetleri, ilki Haziran 2001 tarihinde olmak üzere, o tarihten bugüne Anadolu Aslanı isimli ortak tatbikatlar yapmaktadırlar.

Türkiye ile İsrail arasında her yıl Akdeniz manevrası düzenlenmektedir. İki ülke arasındaki işbirliği anlaşmaları çerçevesinde İsrail kurtarma gemileri Gölcük Deniz Üssüne gelmektedirler.

ABD, Türkiye ve İsrail arasında üçlü bir stratejik ittifak kurulmaktadır. İsrail, Türkiye ve ABD ile karşılıklı olarak imzalanmış ikili anlamalara devam etmektedir. !996 Yılında imzalanan askeri işbirliği anlaşmasına göre Türkiye ve İsrail müttefik sayılmaktadırlar. Türkiye bölgede İsrail ile ilişkide olan az sayıda ülkeden biridir.

Türk Hükümeti İsrail’deki IMI firması ile Türk Kara Kuvvetleri’nin 170 adet M–60 tankının 5 yıl içerisinde modernizasyonu için 668 milyon $’lık bir anlaşma imzalamıştı. Anlaşma 29 Mart 2002 tarihinde tam da İsrail’in Ramallah’ı işgal ettiği gün imzalanmıştır.

Türkiye, 4 farklı silahın alımı, havadan karaya Popeye 2 füzelerinin ortak üretimi, kısa ve uzun menzilli insansız uçakların alımı, Türk Kara Kuvvetleri için yeni tank üretimi, mevcut İsrail yapımı tankları modernize edilmesi, Türk savaş helikopterlerini İsrail Savaş Endüstrisi tarafından üretilmesini sağlayan anlaşmalar bulunmaktadır.

Bütün bu anlatılanlar, biz savaş karşıtlarının sorunları yeniden gündemde tutmaya, soru önergeleri, araştırma önergeleri ile konuyu TBMM’nin gündemine yeniden taşımaya, daha da önemlisi, kamuoyunun ilgisi ve duyarlılığını artıracak eylemler örgütlemeye her zamankinden çok gereği olduğunu göstermektedir.

Şimdi konuşma, karşı çıkma, soru sorma zamanıdır. Biliyoruz ki; “Şimdi susarsak sonsuza kadar susmamız gerekecektir”.

3 Temmuz 2010 – Savaş ve Barış Buluşması Deklarasyonu – ASF İstanbul

Savaş ve barış buluşması, ekonomik krizin hissedildiği bir süreçte, Avrupa devletlerinin askeri bütçelerini ve silah ticaretini artırmasını kınıyor. Avrupa Birliği iddia edildiği gibi “yumuşak güç” değil. Barışı ve sosyal ihtiyaçları korumak için, 29 Eylül’de barış ve savaş karşıtı hareketi sendika protestosuna katılmaya çağırıyoruz.

Lizbon’da 15-21 Kasım’da yapılacak dünya barışına büyük bir engel teşkil eden yeni NATO stratejisini protesto etmek için NATO zirvesine karşı Eylem Haftası’nı destekliyoruz. Afganistan’da savaşın derhal durdurulmasını ve askeri birliklerin geri çekilmesini talep ediyoruz. 8-9 Kasım’da Afganistan işgalinin yıldönümünde harekete geçmeye hazırlanıyoruz.

Kürt sorununun çözümünde çatışmalarla sonuç alınamayacaktır. Buluşma, Kürt ve Türk sosyal hareketlerinin, Kürt sorunun barışçıl ve demokratik çözümü için başlattıkları seferberliği güçlü bir şekilde destekliyor. Biz sadece kendi halklarının insan haklarını savunan ve 18 Ekim’de yargılanacak olan seçilmiş Kürt siyasetçilerini destekliyoruz.

Kıbrıs’ta barışçıl bir hayatı sağlamak için adadaki askeri işgal sona erdirilmelidir. Barışçıl Kafkaslar için ısrar ediyoruz ve herkesi Haziran 2011’de Tiflis’te yapılacak barış konferansına katılmaya çağırıyoruz.

Gazze’deki yasadışı kuşatmayı kırmaya çalışırken İsrail askerleri tarafından katledilen kişiler için yas tutuyoruz ve sorumluları hesap vermeye çağırıyoruz. Buluşma, Filistin halkıyla ve Filistin için adalet isteyen İsrail hareketi ile dayanışıyor ve İsrail uluslararası hukuka dayalı Filistin’in haklarını tanıyana dek Filistin sivil hareketinin İsrail’e karşı boykot, yalnızlaştırma ve yaptırım kampanyası çağrısını destekliyor. İsrail’in Filistin haklarını ihlal etmesine ortaklık eden kurumlar ve şirketlere, İsrail’i destekleyen Avrupa hükümetlerine ve AB-İsrail İşbirliği Anlaşmasına karşı koordineli kampanyaların artırılmasına çağırıyoruz. Nükleer Silahsızlandırma Konferansında yeniden ifade edildiği gibi tüm bölge nükleer silahlardan arındırılmalı ve İsrail’in nükleer silahlarını açıklayan Mordehay Vanunu’nun serbest bırakılmalı ve cesaretinden dolayı onurlandırılmalı.

Irak’taki savaşa karşı 2003 hareketini örgütleyen Avrupa Sosyal Forumu, acı çeken Irak halkını unutmadı ve Paris’te Aralık ayının ilk haftasında toplanacak Irak Sivil Toplum Dayanışma İnisiyatifi vasıtasıyla Irak insan hakları gruplarını, sendikalarını ve sosyal hareketini destekliyor.

Buluşma, 27–31 Ağustos’ta Yunanistan’da Frontex’e karşı seferberlik haftası, 24 Eylül – 3 Kasım’da Brüksel eylemleri gibi, özel askeri ve güvenlik şirketlerini durdurmak için eylem ve kampanyaları ve Avrupa sınırlarında militarizme karşı kampanyaları destekliyor. Bütün bu hedefler ve kampanyalar, ekonomi ve toplumların küresel silahsızlanması için 21 Eylül Uluslararası Barış Günü’nde kutlanacak.

1 Temmuz 2010 – “Ölüm Değil Çözüm” İnsan Zinciri Çağrısı

BARIŞ İÇİN SİLAHLAR SUSSUN İNSAN ZİNCİRİNDE BULUŞALIM

2009 yılının son aylarında gündemimize “açılım” kavramı girdi. Halklar umutlandı. Hepimiz umutlandık.
Sonra, sınırdan barış elçileri geldi.
Umudumuz daha da arttı.
Barışın sesi güçlenmeye ve her şehirde, her köyde yankılanmaya başladı.
Ölüm, savaş, çatışma yerine, barış, diyalog ve çözüm konuşulmaya başlandı.
Umudumuz biraz daha, biraz daha arttı.
Tam, “Bu sefer olacak galiba” derken, “savaşın sesini hep birlikte susturtmayı başarıyoruz” diye düşünürken, birdenbire, tutuklamalar başladı.
Opersayonlar başladı.
Çocuklara ceza yağmaya başladı.
Partiler kapatılmaya, mecliste barışın en güçlü seslerinin milletvekillikleri düşürülmeye başlandı.
Umutlar savaşın diliyle gölgelendi.
Ve en sonunda barış elçileri hapse atılmaya başlandı.
Çözüm, bir başka bahara ertelendi.
Çatışmalar, ölüm, muhatap kabul etmeme, bombalama, sertlik, öfke, kan, genç ölüler yeniden hakim olmaya başladı.
Bu yüzden bizler, “Savaşın sesi sussun, barışın sesi yükselsin” diyenler,
“barış için, silahlar sussun” diyenler,
“Ölüm değil, çözüm, diyalog” diyenler.
4 Temmuz’da, umutlarımızı yeniden yeşertmek için,
Kardeşlik ama eşit koşullarda kardeşlik diyebilmek için,
Silah sesleri yerine, hemen şimdi diyalog demek için,
Bir barış zinciri, bir insan zinciri olacağız.
Taksim’de savaşın gölgesini binlerce insandan oluşan tek bir insan zinciriyle dağıtacağız.

Barış için Silahlar Sussun İnsan Zinciri

Tarih: 4 Temmuz 2010 Pazar

Saat: 17.00

Yer: Galatasaray Meydanı – Taksim

4 Temmuz 2010 – “Ölüm Değil Çözüm” Basın Açıklaması – İstanbul

Kaygılıyız! Barışın mümkün olduğuna dair umut yaratan “demokratik açılım” süreci, başlamadan sona ermiş görünüyor. Bu ülkenin barışa susayan, bir arada, eşit, özgür ve kardeşçe yaşamanın mümkün olduğuna gönülden inanan halklarının umutları sönüyor. Her gün gelen ölüm haberleri memleketi yangın yerine çevirirken, barış özlemi, çözüm önerileri, diyalog arayışları silahların gölgesinde silikleşiyor. Kaygılıyız! Çocukların sırtları terliyse polise taş attıkları kabul ediliyor, çocuklar boylarından büyük hapis cezalarıyla karşılaşıyor, Terörle Mücadele Kanunu ile yargılanıyor.

Kaygılıyız! Seçilmiş belediye başkanları, yasal siyasi parti üyeleri 12 Eylül cuntası yöntemlerini anımsatırcasına toplu halde kelepçelenip cezaevlerine konuluyor.

Kaygılıyız! Siyasi partiler kapatılıyor, milletvekilleri meclisten ihraç ediliyor, fikir, ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü ortadan kaldırılıyor. Demokratik siyasetin zemini, barışçı mücadelenin koşulları yok edilmeye çalışılıyor.

Kaygılıyız! Demokratik çözümün kapısını aralamak için ülkeye geri dönen barış elçileri ağır hapis cezalarıyla yargılanıyor, mahkûm ediliyor. Elçiye zeval ediliyor. Vebali halka ödetiliyor.

Kaygılıyız! Savaş yaşadığımız toprakları kocaman bir kışlaya çeviriyor. Erkek şiddeti, eril savaş dili sokağa egemen oluyor, hoşgörüsüzlük, ırkçılık, milliyetçilik, transfobi ve homofobi artıyor.

Kaygılıyız! Savaş kadınlara yönelik tecavüzleri artırıp meşrulaştırıyor; kadınlar hayatın iyice kıyısına itiliyor, fuhuşa sürükleniyor, kadına yönelik ayrımcılık artıyor, kadın hakları gaspediliyor.

Kaygılıyız! Savaş ülke bütçesini yuttukça, yoksullaşıyoruz. Sağlığa, eğitime, doğal kaynakların korunmasına ayrılacak bütçe, savaştan çıkar sağlayanların cebine giriyor.

Kaygılıyız! Savaş yaşadığımız toprakları kimsenin güvende olmadığı bir cehenneme çeviriyor. İnsanlarımız tarlalarda, otobüslerde ölüyor. Ekili alanlar, bağlar bahçeler yok ediliyor, içindeki bütün canlılarla birlikte ormanlar yakılıyor.

Kaygılıyız! Dağlara bombalar yağdırılıyor. Operasyonlar ağırlaşarak sürüyor.

Kaygılıyız! Komşuyu komşunun katiline dönüştürecek, farklı kimliklere, inançlara sahip olanların aynı sokakta, aynı mahallede oturmasını, aynı havayı solumasını imkânsız kılacak bir kaosa doğru sürükleniyoruz.

“Savaşın sesi sussun, barışın sesi yükselsin!”, “Barış için, silahlar sussun!”, “Ölüm değil, çözüm ve diyalog!” diyerek bir araya gelen bizler, barış umudumuzdan asla vazgeçmedik.

Umutluyuz! Çünkü savaş çığırtkanlıkları sürerken, barışın sesi de yükseliyor, savaşın karanlıktan ve ölümden başka bir şey getirmeyeceğini söyleyenlerin sayısı artıyor. Barış isteyen sesler çoğalıyor, Bu ülkede savaştan çıkar sağlayanlar dışında kalan herkes barışçı çözümü işaret ediyor.

Umutluyuz! Çünkü insanların ölümden değil hayattan yana olduklarına inanıyoruz.

Umutluyuz! Çünkü kardeşçe yaşamanın, sorunun gerçek muhatapları arasındaki diyalogla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu diyalogun hemen kurulmasını istiyoruz. Silahlar sussun, barış, çözüm, diyalog koşulları konuşulsun istiyoruz.

Bunu hemen, derhal, şimdi istiyoruz.

Barış umudumuzdan vazgeçmeyeceğiz.

Ölüm değil, çözüm istiyoruz.

Ayşegül Devecioğlu

Barış İçin Sanat Girişimi • Barış İçin Kadın Girişimi • Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu • Türkiye Barış Meclisi

NE KUŞTIN; ÇARESERÎ!

Em bi fîkar in! Wisa xuya dike ku pêvajoya ‘pêşîlêvekirina demokratîk’ û ji bo aştiyê hêvî afirandibû hêj dest pê nekiribû bi dawî bû. Li vî welatî hêviyên kesên ku bi dil û can baweriya xwe ji jiyana bi hev re, wekhevî, azadiyê tînin her diçe dişkê. Her roj xebera mirinan tê û welat vediguhêze cihê agir, hesreta aştiyê, pêşniyarên çareseriyê û lêgerînên ji bo diyalogê di bin siya çekan de winda dibin.

Em bi fîkar in! Ger pişta zarokan ji xwêdanê şil bûbe wekî ku kevir avêtine polîsan tê qebulkirin, ji temenê zarokan zêdetir ceza li wan tê birîn û li gorî Zagona li Dijî Terorê (TMK) tên darizandin.

Em bi fîkar in! Şaredarên hatine bijartin, endamên partiyên siyasî bi giştî tên binçavkirin, kelepçekirin û ev dîmen dema cuntayê ya 12’ê îlonê tîne bîra mirov.

Em bi fîkar in! Partiyên siyasî tên girtin, parlamenter ji meclisê tên îxraçkirin, azadiya raman, fikir û rêxistinbûyînê ji holê tê rakirin. Zemîna siyaseta demokratîk, şertên têkoşîna aştiyane ji holê tê rakirin.

Em bi fîkar in! Qasidên Aştiyê ku ji bo deriyê çareseriya demokratîk û aştiyane vekin vedigerin welat bi cezayê girtîgehê tên darizandin û tên mehkûm kirin. Qasid jî mezaxtin û bedela wê jî gel dide.

Em bi fîkar in! Şer welatê ku em lê dijîn vediguherîne qişlayeke mezin. Şîdeta mêrê û di kûçeyan de zimanê şer hakim dibe, nîjadperestî, neteweperestî, transfobî û homofobî zêde dibe. Em bi fîkar in! Şer, tecawiza li dijî jinan pêk tê zêde dike û meşrû dike; jinan defî jiyaneke din dikin, mecbûrî fihûşê dikin, cudaxwaziya li dijî jinê zêde dibe û mafê jinan tê desteserkirin. Em bi fîkar in! Şer, butçeya welat kêm dike û welat xîzan dike. Butçeya ku ji bo tenduristî, perwerdehî û parastina çavkaniyên xwezayê bên veqetandin dikeve bêrika kesên ku ji şer berjewendiyan bi dest dixin.

Em bi fîkar in! Şer, axa ku em li ser dijîn vediguherîne cehenemê ku ewlehiya tu kesî nîn e. Mirov li zeviyan û di otobusan de tên kuştin. Zevî, mêrg û bostan tên tunekirin û daristan bi tevî hemû zindiyên ku di nav de dijî tê şewitandin.

Em bi fîkar in! Çiya tê bombebaran kirin. Operasyon zêde dibin. Em bi fîkar in! Em ber bi kaoseke ku cîran bibe qatilê cîranan û kesên ku xwedî nasnameyeke cudane di heman tax û kûçeyê de bi hev re nejîn ve diçin.

Me got: ‘Bila dengê şer qut bibe, dengê aştiyê bilind bibe!’, ‘Bila ji bo aştiyê dengê çekan qut bibe’, ‘Ne mirin, çareserî û diyalog’ û em hatin cem hev û bi tu awahî hêviyên me yên aştiyê kêm nebûn.

Em hêvîdar in! Ji ber ku her çiqas dengê kesên şer dixwazin bilind bibe, dengê kesên aştiyê dixwazin jî bilind dibe, hejmara kesên ku dibêjin şer ji bilî tarîtî, mirinê tiştekî nayne zêde dibe. Li vî welatê ji bilî kesên ku ji şer berjewendiyan bi dest dixin hemû kes balê dikişîne girîngiya aştiyê. Em hêvîdar in! Ji ber ku em di wê baweriyê de ne ku mirov ne alîgirê mirinê ne, alîgirê jiyanê ne.

Em hêvîdar in! Em dizanin ku ger di navbera muxatabên rasteqîn de diyalog çêbibe wê demê jiyana bi hev re dê mimkûn bibe. Bila demildest ev diyalog pêk bê. Bila çek bêdeng bin û şertên aştî, çareserî û diyalogê bên axaftin. Em wî tiştî niha, demildest dixwazin. Em dev ji hêviyên xwe yên aştiyê bernadin.

Em ne mirinê, çareseriyê dixwazin.

Veysi Altay

Ji Bo Aştiyê Hewldana Hunerê • Ji Bo Aştiyê Hewldana Jinan • Koalîsyona Global ya Aştî û Edaletê • Meclisa Aştiyê ya Tirkiyeyê

12 Temmuz 2010 – Hrant Dink Mahkemesi – İstanbul

‘RUH HALİMİN GÜVERCİN TEDİRGİNLİĞİ’

Hayko Bağdat’ın bugün yapılan 14. duruşma öncesi, “Ölüm-Kalım” dedikleri başlığından itibaren Beşiktaş Meydanında okuduğu yazıda Hrant Dink şöyle diyordu:

“Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.

Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.

Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim.

Ama hayret işte! Dava açılmıştı.

Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.

O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

“Ya sabır” çeke çeke…

Ama dönülmedi.

Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.

Ardından da hâkim altı ay mahkûmiyetime karar verdi.

Mahkûmiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.

“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.

Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.

Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum.

Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.

Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.

Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.

Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.

Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.

Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.

Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:

“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”

Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.

“Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.

Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?

Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

“Türk Devleti adına”

İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.

Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?

Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.

Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.

Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.

Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?

Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?

Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?

Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.

Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.

Ama ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.

Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.

(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)

Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.

Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.

“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.

Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.

Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim…

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?

“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”

Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi…

İşte size bedel… İşte size bedel…

İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?

Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

“Ölüm-Kalım” dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız.

Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.

Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında…

O noktada hep çaresiz kaldım.

“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.

Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.

“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek

İyi de, gidersek nereye gidecektik?

Ermenistan’a mı?

Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?

Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.

Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?

Rahat bana batardı!

“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.

Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.

Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.

Kalacaktık ve direnecektik.

Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı…

Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.

Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.

Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.

Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.

Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.

Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.

Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Hrant Dink

10 Ocak 2007 – AGOS gazetesi

28 Temmuz 2010 – Bildiri Dağıtımı ve Basın Açıklaması – İstanbul

Bundan tam 60 yıl önce bugün, Türk Barışseverler Cemiyeti, Türkiye’nin Kore Savaşı’na asker göndermesini protesto etmek amacıyla İstanbul’da bir bildiri dağıtmıştı.

Türk Barışseverler Cemiyeti, Menderes Hükümeti’nin Kore’ye asker gönderme tartışmaları sırasında, 14 Temmuz 1950’de kuruldu. Cemiyetin kurucu başkanı Behice Boran’dı. Genel sekreterliği Adnan Cemgil üstlenmişti. Yönetim kurulu üyeleri ise Vahdettin Barut, Osman Fuat Toprakoğlu, Reşat Sevinçsoy, Nevzat Kemal Özmeriç ve Muvakkar Güran’dı.

Cemiyet kurulduktan henüz 11 gün sonra, 25 Temmuz 1950’de, bu tarihten iki ay önce genel seçimleri kazanmış olan Demokrat Parti’nin Adnan Menderes başbakanlığındaki hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) liderliğindeki Birleşmiş Milletler (BM) güçleri arasında çarpışmak üzere Kore’ye asker gönderme kararı aldı. BM Güvenlik Konseyi savaş kararını, ABD’nin bastırması ile Sovyetler Birliği’nin katılmadığı bir toplantıda almıştı.

Barışseverlerin ilk eylemi tutuklanmayla sonuçlandı…

Barışseverler Cemiyeti’nin ilk eylemi bu karara karşı oldu. TBMM’ye bir dilekçe gönderip, Menderes hükümetinin Kore’ye -üstelik Meclis kararı olmaksızın- 4.500 asker göndermesinin yasa dışı olduğunu hatırlattılar. Ve hem de İstanbul’da bir bildiri dağıtarak halkı bu yasa dışı girişimden haberdar ettiler, Kore’ye asker gönderilmemesi taleplerini yükselttiler.

28 Temmuz 1950’de, Behice Boran Eminönü’nde, Adnan Cemgil Beyoğlu’nda, Nevzat Kemal Özmeriç Samatya’da, Reşat Sevinçsoy Eyüp ve Fener’de, Cemiyet sempatizanı Naci Ormanlar ise Beşiktaş ve Ortaköy’de dağıttı bildiriyi. İzleyen günlerde Behice Boran ve Barışseverler Cemiyeti yöneticileri ile bildiriyi basan matbaacı Kemal Anıl, polis tarafından gözaltına alınarak Ankara’ya gönderildi.

Barışseverlerin suçu (!), “hükümetin aldığı kararı tenkit etmek, milli mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici beyanname neşretmek”ti. Askeri mahkemede yargılanan Barışseverler, 3 yıl 9 ay hapse mahkum oldular; ancak askeri temyiz mahkemesinin kararı bozması ile 15 aya hüküm giydiler.

4.500 asker gönderildi, 1.000’e yakın ölü ve kayıp, 2.147 yaralı, 234 esir verdik…

Barışseverlerin karşı çıktığı Kore Savaşı’nda resmi açıklamalara göre 1,5 milyon, gayriresmi açıklamalara göre ise 3 milyon insan hayatını kaybetti. Bizim ise 721 askerimiz öldü, 2.147 askerimiz yaralandı, 234 askerimiz esir düştü, 175 askerimiz kayboldu. Haziran 1950’de başlayan Kore Savaşı Temmuz 1953’te sona erdi ama savaş, Kore’nin bölünmüşlüğünü sona erdiremedi. Her savaşın sonunda öyle ya da böyle bir “barış anlaşması” mutlaka imzalanır. Kore’de de öyle oldu. Ama anlaşma ne ölenleri geri getirdi ne de barışı.

Barışseverler Cemiyeti, Kore Savaşı’na karşı çıkmakta elbette haklıydı. Çünkü savaşa karşı barış istemek, ölüme karşı hayatı savunmak insanlığın en temel erdemi, insanın en haklı eylemiydi.

60 yıl önce aynıydı, 60 yıldır hep aynı, 60 yıl sonra da değişen bir şey yok!

60 yıl önce bu ülkede bir başbakan, Kore’ye asker gönderme kararını eleştiren Barışseverler’i “kökü dışarıda, sözde barışseverler” diye hedef gösteriyordu. Bu durum, 60 yıldır bütün başbakanlarda böyle devam etti. Bugün, yine bu ülkede bir başka başbakan, muhtemel bir iç savaşın yaşanmaması için barış isteyen ve bu nedenle hükümet kararlarını eleştirenlerin “teröristlerden farkı olmadığını” iddia ediyor.

Başbakanlar ne derse desin, 60 yıl önce olduğu gibi bugün de Türkiye’de ve Dünya’nın dört bir yanında Barışseverler “savaşa hayır” diyor, yarın da “savaşa hayır” diyecek. Taa ki savaşsız, sömürüsüz, barış içinde bir başka dünyayı el birliğiyle kurana dek…

Biz barışseverler, bugün de Boran’ın bildiri dağıttığı yerdeyiz!

Doğumunun 100. yılında Türk Barışseverler Cemiyeti Başkanı Behice Boran’ı, barışsever arkadaşlarını ve onların eylemini, Boran’ın bildiri dağıttığı yerde saygıyla anıyoruz.

BEHİCE BORAN 100 YAŞINDA ÇALIŞMA GRUBU

SAVAŞ ÖLDÜRÜR BÖLER

TÜRK BARIŞSEVERLER CEMİYETİ’NİN 28 TEMMUZ 1950’DE İSTANBUL’DA YAYINLADIĞI, BEHİCE BORAN’IN GALATA KÖPRÜSÜ’NDE DAĞITTIĞI BİLDİRİ

Aziz Türk Halkına;

Adnan Menderes Hükümeti, Kore’de harp etsin diye 4500 Türk çocuğunu General Mac Arthur’un emrine veriyor.

Adanan Menderes Hükümetinin bu kararı Türk Milletine nasıl gösterilirse gösterilsin Amerikan menfaatleri uğuruna harbe katılmamız demektir. Hükümet bu kararını Amerika’nın zoru ile vermiştir. Çünkü: 15 Temmuz’da Birleşmiş Milletlerden gelen telgrafla hükümet, Birleşmiş Milletler Anayasasının bu gibi işlerde üyelere tanıdığı haklara dayanarak doğrudan asker gönderemeyeceğini ima yollu bir karşılık vermişti. Zaten Birleşmiş Milletlerin bu müracaatını 52 üye devletten en az 12’si cevaplandırmış ve onlar da bir tek kara askeri göndermemişlerdir. Dahası var: Kore’de harp etmek için gönüllü toplamaya kalkıştığı zaman Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü bir Fransız gazetecisine mülakat vererek bazı komşularımıza karşı bir tahrik olur diye gönüllü göndermeye hükmüne razı olamayacağını söyledi. Demek oluyor ki Adnan Menderes Hükümeti kara askeri göndermeyi ilk önceleri doğru bulmuyor, kendisini buna mecbur saymıyordu. Derken, Amerikan senatörü Cain 23 Temmuz’da Ankara’ya geldi. Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü, Milli Savunma Bakanı Refik İnce ve Genel Kurmay Başkanı Nuri Yamut ile konuştu. Bu konuşmalardan sonra memleketin muhtelif yerlerinde bulunan Bakanlar alelacele Ankara’da toplanarak Kore’ye 4500 Türk çocuğunu göndermeye karar verdiler. Ardından da senatör Cain gazetecilere verdiği bir mülakatta (Bu harpte piyade kuvvetlerinin rolü büyüktür. Diğer milletlerden kara kuvveti istememizin tek sebebi Amerika’nın yıpranmamasının teminidir) diyerek işi içyüzünü meydana koydu, yani bu işin Amerika’nın zoru ile yapıldığını açıkladı.

Kore’deki savaşa, Türk Milletinin katılmasında istikbalimiz ve güvenliğimiz bakımından hiçbir fayda yoktur. “Biz şimdi Kore’ye asker göndermezsek, bizim başımız dertte kaldığı zaman Amerika da bize yardım etmez” diyenlere yakın zamana kadar Dışişleri Bakanlığı yapmış ve milletler arası işleri içinden takip etmiş olan Necmeddin Sadak cevap veriyor : “Bu işler bir menfaat işidir, hissi sebepler rol oynamaz, eğer o gün Amerika’nın çıkarı varsa bize yardım eder, yoksa etmez” diyor.

Kaldı ki, bugün karşılaştığımız hadise de gösteriyor ki, mesele bize Amerika’nın “yardım” edip etmemesi değil, fakat bir üçüncü cihan harbine yol açacak maceralara sürüklemek istemesidir. Bundan da anlaşılıyor ki, Kore’ye asker göndermekte Türk Milletinin herhangi bir menfaati yoktur. Türk Milletinin istiklali ve güvenliği dünya barışına sıkı sıkıya bağlıdır. Kore’ye asker göndermek ise Türk Milletinin nasıl bildirilirse bildirilsin, herhalde barışçı bir hareket değildir.

Bütün dünya milletleri ve bu arada Türk milleti de barışseverdir. Türk halkının menfaati dünya barışının bozulmamasındadır. Bu barışın bozulmaması için de Kore’de ki iç savaşın barışçı yollar bulunarak hemen sona erdirilmesi gerekir. Türk Milletine yaraşan ve gerçek menfaatlerine uygun düşen Şeymasala Hindistan Başbakanı Nehru’nun yaptığı gibi barışçı teklifler yapmaktır.

Biz Türk Barışseverler Cemiyeti, bunları tüm halk efkârına bildirirken onun en samimi düşüncelerini belirttiğimizi her Türk vatanseverinin bizimle aynı fikirde olduğuna inanıyoruz. Adı söylenmeden, bir harp ilanı demeye gelen Adnan Menderes hükümetinin bu kararını, Türkiye Büyük Millet Meclisinin rededeceğini umuyoruz. Çünkü anayasamıza göre, gerekince harp ilan etmek yetkisi sadece Büyük Millet Meclisine aittir.

Milli menfaatlerimize ve dünya barışının korunmasına tamamen aykırı olan bu kararı şiddetle protesto ederiz.

Türk Barışseverler Cemiyeti

26 Ağustos 2010 – “İstanbul Yeter Diyor” Basın Açıklaması – İstanbul

Deklarasyonun tam metni:

YETER!

Bizler; fiziksel, ruhsal, toplumsal ve siyasal bakımdan “iyilik halinde“ yaşayan bir toplum olmak istiyoruz.

On yıllardır süren bu “çatışma” ortamı bizleri fiziksel olarak yıprattı. 40 bin ölüm, büyük bir ekolojik yıkım ve yaşatmaya değil silahlanmaya harcanan milyar dolarlar…

Bu “çatışma” ortamı bizleri ruhsal olarak yıprattı. Öleni ve öldüreni kardeş olan bu topraklardaki bunca cenaze töreni ve yakılan ağıtlar toplumun dokusunda büyük bir tahribat yarattı.

Bu “çatışma” ortamı bizleri “toplumsal” olarak da yıprattı. Saldırganlık ve linç atmosferi yaygınlaşmaya başladı. En temel demokratik etkinliğin dahi bu linç kültürüne muhatap kalabileceği günleri yaşıyoruz.

Bu “çatışma” ortamı bizleri “siyasal” olarak da yıprattı. Yıllardır inkar edilen, askeri operasyonların, silahların çözemediği, ‘asalım’cıların çözemediği, bu haliyle ‘açılım’cıların da çözemeyeceğinin anlaşıldığı Kürt sorununda çözümsüzlük dayatmasıyla baş başa bırakılıyoruz.

Yeter!

Bizler, bu toplumun aklını ve vicdanını temsil eden tüm güçleri, Kürt sorunundaki ölme ve öldürme kısır döngüsüne yeter demeye çağırıyoruz. Çözümsüzlüğe ve yıkıma karşı aklın ve vicdanın sesini silahlardan daha güçlü bir ses halinde duyurmanın zamanıdır!

Silahları susturmanın, parmakların tetiklerden uzaklaşmasını sağlamanın, çözümü ülke siyasetini yönlendirenlerin inisiyatifine bırakmamanın, yani toplum olarak demokratik ve adil bir çözüm istemenin zamanıdır.

Biz aşağıda imzası olan kurumlar, bu sorunu görüyoruz. Çözülebilmesi için önce toplumun ortak bir sorununun olduğunu benimsemesi gerektiğini biliyoruz. Çözümün her düzeyde ( sendikasından, meslek odasına, derneğinden siyasi partilerine ve sivil inisiyatiflere kadar) tüm muhataplarıyla tartışılarak bulunabileceğine inanıyoruz.

Bu ülkede yaşayan akıl ve vicdan sahibi herkesi, 26 yıllık çatışmanın yarattığı travma ve toplumsal gerçekliğimizle yüzleşmeye, birbirimizi anlamaya, acılarımızı paylaşmaya çağırıyoruz. Ve toplumsal birliğimizi inşa etmek üzere birbirimize karşı saygı, kardeşlik, özgürlük, demokrasi, hukuk ve eşitlik temelinde bir araya gelmemiz gerektiğini söylüyoruz.

Ali Çerkezoğlu

1 Eylül 2010 – “Vatandaşlık hakkımızı kullanıyoruz ve soruyoruz!”  Basın Açıklaması – İstanbul

Geçtiğimiz haftalar, devletin ve hükümetin çeşitli kademelerindeki, yasama ve yürütmeyi elinde bulunduran bazı yüksek mevkideki insanların arkadaşımız Hrant Dink’in öldürülmesine ne kadar üzüldüklerini dinleyerek geçti. Bizler, Hrant Dink cinayeti davasının tanıkları, mağdurları ve takipçileri olarak başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olmak üzere, Hrant’ın katledilmesini “tedbir alınmadığı için maalesef” diye yorumlayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Hrant’ı bir Nazi subayına benzeten savunmasını “oruçtan bile ağır bulan” bu devlet yetkililerinin acısını paylaşıyoruz!

Ancak, bugün Hrant Dink’in katledilmesine üzülen devletin Ermeni’ye bakışını da biliyoruz, yaşıyoruz. Öncesine gitmeye bile gerek yok, yakın örnekler var: Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğu iddiasını haberleştirmeyi milli birlik ve beraberliğe kasıtlı saldırı olarak görenlerin ve Türk vatandaşlarını ve bütün kurumları göreve çağıranların; annesinin Ermeni olduğunu iddia edenlere hakaret davası açanların; Ermenilerin ve Rumların ülkeden gönderilmesine güzelleme yapanların; ölen örgüt üyeleri arasında sünnetsiz cesetler olduğu keşfiyle toplumun en hassas duygularını Ermenileri düşmanlaştırmak için kullananların; toplumun vicdanında hâlâ kapanmayan bir yara olan Maraş Katliamını yine sünnetsiz cesetlere dayanarak Hrant Dink’e ve Ermenilere yüklemeye çalışan devlet televizyonu yayınlarının ve şimdi burada sayamadıklarımızın yarattığı utanç ve acıyı her gün yaşıyoruz.

Bugün Hrant’ın katledilmesine ne kadar üzüldüklerini anlatanlar yasama ve yürütmeyi elinde bulunduranlardır, ancak bu isimler bugüne kadar cinayet davasıyla ilgili herhangi bir adım atmadı.

Biz, 3 yılı aşkın süredir devam eden Hrant Dink cinayeti davasının takipçileri, bugüne kadar durmaksızın sorular sorduk, taleplerimizi ilettik. Ne Cumhurbaşkanı, ne de hükümet ya da devletten bugüne kadar olumlu bir yanıt aldık.

Dolayısıyla, 1 Eylül 2010 Çarşamba günü itibariyle, Hrant’ın arkadaşları olarak Hrant’ın arkadaşlarına çağrımızdır. Hakikat anlatıcımızı 23 Ocak 2007’de Türkiye tarihinin gördüğü en görkemli uğurlamalardan biriyle yolcu eden yüz binlere çağrımızdır. Bu ülkenin vicdanlı insanlarına çağrımızdır.

Yasadan gelen haklarımızı kullanmaya ve Bilgi Edinme Hakkı Yasası kapsamında herkesi Hrant için, adalet için soru sormaya çağırıyoruz.

Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, İçişleri, Dışişleri ve Adalet bakanlarına sorularımız var. Bu sorular, hem Hrant Dink cinayetinin kilit noktalarına dair, hem de sonraki süreçte artık tahammül sınırlarımızı zorlayan devletin yanlış adımlarına dair.

Yapacağımız şey çok basit: BİMER, e-posta, faks ya da posta yoluyla, sorularımızı soracağız. Yasalar gereği devletin 15 işgünü içinde bizlere, vatandaşlarına yanıt vermesi gerekiyor. 15 işgünü bitip sorularımızın yanıtlarını alınca, siz sevgili basın mensubu dostlarımızı bir kere daha davet edeceğiz; bu kez yanıtları paylaşmak için.

Cumhurbaşkanı’na sorular

16 Ağustos 2010 tarihinde “Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti” demiştiniz. Hrant Dink’in hayatını kaybetmemesi için alınması gereken tedbirler nelerdi?

16 Ağustos 2010 tarihinde “Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti” demiştiniz. Bu tedbirleri kimlerin alması gerekiyordu?

16 Ağustos 2010 tarihinde “Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti” demiştiniz. Bu tedbirleri almayanlar hakkında herhangi bir işlem yapıldı mı, yapılması için herhangi bir talimat verdiniz mi?

16 Ağustos 2010 tarihinde “Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti” demiştiniz. Bildiğimiz kadarıyla İstanbul ve Trabzon’daki kamu görevlileri hakkında 4483 sayılı Yasaya göre yürütülen incelemelerde tek bir kamu görevlisinin bile ihmali olmadığı sonucuna ulaşıldı ve yargı önüne çıkarılmaları sağlanmadı. Bu durumda, Hrant Dink’in hayatını kaybetmesinin nedeninin alınmayan tedbirler olduğuna dair bilginizin kaynağı nedir?

Bir helikopter kazasında ölen BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu için ve son olarak geçtiğimiz hafta ortaya çıkan KPSS sınav sorularının çalınmasıyla ilgili olarak Devlet Denetleme Kurulu’nu hemen harekete geçirdiniz. Devlet Denetleme Kurulu’nun görevlendirilmesi için gerekli koşullar nelerdir? Hrant Dink cinayeti ile ilgili olarak bir görevlendirme yapılması için gerekli koşullar oluşmamış mıdır? Devlet Denetleme Kurulu’nu Hrant Dink için harekete geçirmeyi düşünüyor musunuz?

Dışişleri Bakanı’na sorular

Hrant Dink’in öldürülmeden önce yaptığı ve öldürülmesinin ardından ailesi tarafından AİHM’e yapılan başvurulara ilişkin Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından gönderilen ve “ruhuma birçok krizden ağır geldi, oruçtan bile ağır geldi, içime sindiremedim” dediğiniz savunmayı hazırlayan görevli ya da görevliler kimdir?

Hrant Dink’in öldürülmeden önce yaptığı ve öldürülmesinin ardından ailesi tarafından AİHM’e yapılan başvurulara ilişkin Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından gönderilen ve “ruhuma birçok krizden ağır geldi, oruçtan bile ağır geldi, içime sindiremedim” dediğiniz savunmayı veren kişiler nasıl, kimler tarafından, ne zaman görevlendirilmiştir? Söz konusu savunma kimler tarafından ne zaman okunup onaylanmıştır?

Hrant Dink’in öldürülmeden önce yaptığı ve öldürülmesinin ardından ailesi tarafından AİHM’e yapılan başvurulara ilişkin Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından gönderilen ve “ruhuma birçok krizden ağır geldi, oruçtan bile ağır geldi, içime sindiremedim” dediğiniz savunmayı hazırlayan görevli ile ilgili herhangi bir yasal işlem yaptınız mı? Yaptınız ise nedir? Yapmadıysanız neden?

Adalet Bakanı’na sorular

2004 yılında Hrant Dink’in hedef haline getirilme sürecinin başlangıç adımlarından biri olan ve başını Levent Temiz’in çektiği bir grup tarafından Agos gazetesi önünde bir eylem yapılmış ve Levent Temiz “Hrant Dink bundan sonra nefretimizin hedefidir, hedefimizsin” ve “bir gece ansızın gelebiliriz” şeklinde tehditler savurmuştu. Aleni tehdit içeren, halkı ırk ve din farkı gözeterek kin ve düşmanlığa sevk eden ve takibi şikâyete bağlı olmayan bu suç ve failleri hakkında hiçbir yasal işlem yapmayan İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevlileri ve savcılar hakkında herhangi bir işlem yaptınız mı?

Cumhurbaşkanı’nın dahi Hrant Dink’in yaşamının korunması konusunda gerekli tedbirlerin alınmadığını ifade ettiği bir süreçte, İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevlileri hakkında 4483 sayılı yasa uyarınca yürütülen üç ön inceleme sonucunda müfettişler tarafından bu cinayetin işlenmesinde en alt kademeden en üst kademedeki görevlilere kadar sorumluluk bulunduğu ve kamu görevlilerinin yükümlülüklerinin yerine getirilmediği tespit edilmiş ve son incelemede 6 polis memuru hakkında soruşturma açılması gerektiği yönünde görüş bildirilmişti. Ancak İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, bir muhalif oyla, hiçbir polis memuru hakkında soruşturma izni vermemişti. İçişleri Bakanlığı müfettişleri tarafından hazırlanan raporlara ve İstanbul Valiliği’nin eksik de olsa soruşturma izni verilmesi gerektiği yönünde karar vermiş olmasına rağmen yasal süreci tıkayan İstanbul Bölge İdare Mahkemesi hakimleri ile ilgili herhangi bir işlem yaptınız mı? Yaptınız ise nedir? Yapmadıysanız neden?

Başbakan’a sorular

Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından yasal süreçler vasıtasıyla elde edilen belge ve bilgilerde Milli İstihbarat Teşkilatı’nın herhangi bir faaliyetine rastlamamış olmamızın nedeni nedir?

Ülke genelinde istihbarat toplamaya yetkili bir kurumun bu cinayetle ilgili hiçbir istihbarata ulaşmamış olması mümkün müdür? Ulaşmış ise bu bilgiler nedir? Ulaşmamış ise MİT yetkilileri ile ilgili herhangi bir işlem yaptınız mı? Yaptınız ise nedir? Yapmadıysanız neden?

İçişleri Bakanı’na sorular

Cumhurbaşkanı’nın dahi Hrant Dink’in yaşamının korunması konusunda gerekli tedbirlerin alınmadığını ifade ettiği bir süreçte, İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevlileri hakkında 4483 sayılı Yasa uyarınca yürütülen üç ön inceleme sonucunda müfettişler tarafından bu cinayetin işlenmesinde en alt kademeden en üst kademedeki görevlilere kadar sorumluluk bulunduğu ve kamu görevlilerinin yükümlülüklerinin yerine getirilmediği tespit edilmiş ve son incelemede 6 polis memuru hakkında soruşturma açılması gerektiği yönünde görüş bildirilmişti. Ancak İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, bir muhalif oyla, hiçbir polis memuru hakkında soruşturma izni vermemişti.

Bu durumda, müfettişleriniz, herhangi bir kusuru olmayan kamu görevlilerine haksız suç isnadında bulunmuş ve hatta iftira atmış olmaktadırlar. Bu müfettişlerle ilgili herhangi bir işlem yaptınız mı? Yaptıysanız nedir? Yapmadıysanız neden?

Kemal Gökhan Gürses

1 Eylül 2010 – “Operasyonlar Durdurulsun, BARIŞ Olsun” İnsan Zinciri – İstanbul

Bugün 1 Eylül Dünya Barış günü.1 Eylül 1939’da Hitler ordularının Polonya’ya saldırmasıyla başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihi Birleşmiş Milletler tarafından Dünya Barış Günü ilan edilmiştir. Coşkuyla kutlanması gereken bu günü yine buruk bir acı ve endişe içerisinde geçiriyoruz. Aradan geçen bunca yıla karşın ne dünyada ve ne de ülkemizde adalete dayanan kalıcı bir barış sağlanabilmiş değil.

Dünyada yaşanan savaşların faturası sadece yaşamlarını yitirenlerle sınırlı değil. Yine her yıl on binlerce insan sakat kalıyor, milyonlarca insan yerini, yurdunu, köyünü terk etmek ve mülteci konumuna düşmek zorunda kalıyor. Kadın ve çocuklar tecavüze uğruyor. İnsanlar egemenler eliyle savaşmaya, öldürmeye ve ölmeye zorlanıyor. Dünya halklarına açlık ve sefalet dayatılıyor.

Türkiye’de de iç barışın olduğu söylenemez. Kürt sorunu nedeniyle yaşanan silahlı çatışma ortamı, otuz binden fazla insanın yaşamını yitirmesine, dört binden fazla yerleşim yerinin boşaltılmasına ve ormanlık alanların tahrip edilmesine, yaklaşık üç milyon insanın kendi ülkesinde mülteci konumuna düşmesine yol açmıştır. Verilere göre 1990 yılından 2008 yılı sonuna kadar 840 kişi siyasal nedenlerle zorla kayıp edilmiş, 2949 kişi faili meçhul cinayete kurban gitmiş, 2308 kişi yargısız infaz edilmiş, 709 kişi gözaltı merkezlerinde ve cezaevlerinde öldürülmüştür. Tabi bu rakamlar tespit edilenler kayıtlara geçirilebilen silahlı çatışmalar dışındaki yaşam hakkı ihlalleridir. Sorunların diyalog ve uzlaşma ile çözümü yerine şiddet politikalarında ısrar edilmesi büyük acıların yaşanmasına, özgürlüklerin kısıtlanmasına, ülke kaynaklarının israfına ve yoksulluğa yol açmıştır.

2009 yılı 1 Eylül’üne Kürt açılımı tartışmaları içerisinde girdik. Bir nevi, sorunun çözümü için bir umut doğdu diyebiliriz. İlk kez hükümet ve devletin kurumları sorunu kabul edip, bazı kültürel hakların verilmesinden bahsetmeye başladı. Kamuoyu da sorunun barışçıl bir çözüme kavuşturulması konusunda önceki yıllara göre daha duyarlı denilebilir. Barış anneleri ile asker annelerinin bir araya gelip sorunun barış yoluyla çözülmesini istemeleri de barış için önemli bir adımdı.

İnsan hakları savunucuları yıllardır silahın ve şiddetin bir çözüm olmadığını vurgulamıştır. Bugün sorunun silahla çözülemeyeceğinin daha yüksek sesle tartışılması olumlu bir gelişmedir. Ama buna rağmen operasyonlarda ısrar, savaşta ısrarın karanlık günleri arttıracağı kaygısını taşımaktayız.

PKK’nin Eylemsizlik kararı tarihi bir fırsattır.  2010 1 Eylül’ünün Türkiye’de barışın yıldönümü olmasına her zamankinden daha yakınız.

Bugün Türkiye için barışı talep etmek, Türkiye’nin çocuklarına bir gelecek talep etmektir.

Barışı talep etmek, kadınların acılarının, ağıtlarının son bulmasını talep etmektir.

Barışı talep etmek, İnsanımız için ekmek istemek, insanca yaşam standartları istemek demektir.

Bedeli ne olursa olsun, bu talepten vazgeçme, sesimizi kısma şansımız ve hakkımız yoktur.

KCK 13 Ağustos 2010 tarihinde yaptığı açıklamada 20 Eylül tarihine kadar eylemsizlik kararı aldıklarını belirtmişlerdir.   Bu karar tarihi bir fırsat yaratmıştır. Tıkanan siyasi ve çatışmalı sürecin barışa evrilmesi noktasında bir kanal açtığına içtenlikle inanıyoruz.

Bu karar Devlet ve AKP tarafından operasyonların sona erdirilmesi, eylemsizliğin kalıcı bir ateşkese ve barışa evrilmesi olarak cevaplandırılmalıdır. Devlete ve AKP hükümetine çağrımız açıktır. Operasyonları durdurun. Ölümleri durdurun.

Bu savaşın bitmesi, Askeri operasyonların durması ve şiddetin son bulması için bütün toplum kesimlerince olumlu katkı sağlanmalıdır. Türkiye halklarının barış talepleri doğrultusunda Devlet ve hükümet tarafından şiddetin ve ölümlerin ortadan kalkması için mutlak surette kalıcı bir barışın tesisi sağlanmalıdır.

Hükümete çağrımız açıktır. Operasyonları ve Ölümleri durdurun.

Operasyonlar durursa ölümler duracak. Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresinin aldığı Demokratik Özerklik Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olarak bu ülke sınırları içinde birlikte yaşam projesi olarak sunulmasını önemsiyoruz ve bunun koşullarının tartışılması gerektiğine inanıyoruz.

Terörle mücadele kanunu lağvedilmelidir. Hiçbir halkın diğerinden üstün sayılmadığı, eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu, demokratik bir anayasa hazırlanmalıdır.

Kürt halkının seçilmiş Belediye Başkanlarının, meclis üyelerinin tutuklanması ve sivil siyaset üzerine Baskı yapılması demokratik çözümü dıştalayan bir tutumdur.

Demokratik Siyasetin önü açılmalıdır. Demokratik yöntemlerle toplumun tüm farklılıklarının kendini ifade etmesinin yasal koşulları sağlanmalıdır.

Kürt halkının barış talepleri empati, eşitlik ve insan temelli ölçütlerle Devlet tarafından karşılık bulmalı ve diyalog yolu ile bu sorunun çözülmesinin etkin koşulları sağlanmalıdır. Barış içinde ve tüm farklılıklarımızla birlikte bir yaşam mümkündür.

Operasyonları durdurun.

Çatışmasız kalıcı bir Barışa fırsat tanıyın.

Kürtlerin temsilcilerine kulak verin. Müzakere edin. Tartışın.

Sultan Seçici

7 Ekim 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

NATO’YA HAYIR, AFGANİSTAN’DAKİ İŞGALE SON!

NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in Türkiye ziyaretini tümüyle gereksiz ve tehlikeli buluyoruz. Çünkü Rasmussen, dünyadaki en tehlikeli savaş örgütünün temsilcisidir.

Biz ve dünyadaki savaş karşıtları yıllardır NATO’nun dağıtılması için mücadele ediyoruz. NATO’ya karşı çıkmamızın en önemli neden bu örgütün tehlikeli bir silahlı küresel örgüt olmasıdır.

Bu ziyaretten önce, Türkiye’nin, Afganistan’da NATO’ya bağlı Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü’nün (ISAF) Kabil Merkez Bölge Komutanlığı 1 yıl daha uzatıldı. Bu konuda yapılan görüşmelerde Türkiye’nin adı Afganistan konusunda “öncü ülke” olarak geçti.

NATO temsilcilerinin her ziyareti, Türkiye’den yeni talepler demektir. Türkiye ABD ve NATO’nun işgal ettiği Afganistan’a 1800 asker göndermiştir. Çoğu sivil, on binlerce yoksul Afgan’ı öldüren işgale böylece Türkiye de hükümet eliyle ortak edilmiştir. Bu yüzden yapılması gereken NATO sekreteriyle yeni görüşmeler değil ABD, NATO ve Türkiye askerlerinin derhal Afganistan’dan geri çekilmesini talep etmektir.

NATO SAVAŞ ÖRGÜTÜDÜR…

NATO, bir savaş makinesidir, bir nükleer yıkım odağıdır, yoksul ülkeler üzerinde baskı aracıdır, silah tacirlerinin birliğidir, sivillerin katilidir, yasaklanmış silahları  kullanan bir suç örgütüdür, tüm canlı yaşamı  ve çevre için en büyük tehditlerin başında gelir, ABD ve silah ve enerji şirketleri adına genişleme ve emperyalist hegemonya kurmanın aracıdır.

NATO, binlerce yoksul Afganlının  öldürüldüğü Afganistan işgalinde ABD adına taşeronluk yapan, dünya halklarının ve barışın önündeki en tehlikeli engeldir.

Bu yüzden NATO Genel Sekreterinin Türkiye ziyareti tehlikelidir.

RASMUSSEN NE İSTİYOR?

Afganistan’da on yıldır süren işgale artık bir son verilmelidir.

Obama ABD vatandaşlarından savaşa karşı çıkan sloganlarla oy isterken, seçimlerden sonra savaş karşıtı vurguları tamamen unuttu ve Afganistan’a on binlerce ABD askeri daha yollanması için karar aldı. Obama Afganistan’da kesin bir zafer istiyor ve bu zafer için ek asker gönderilmesi için bastırıyor.

NATO, güncel en büyük savaşı Afganistan’da sürdürüyor ve hala işe yarayan bir örgüt olduğunu kanıtlamanın yolu olarak Afganistan’da halka zulüm uygulamaktan başka bir iş yapmıyor.

Türkiye Hükümeti ise NATO’nun en büyük askeri güçlerinden birisi olmakla övünmekten ve ABD işgalinin ortağı olmaktan başka tutum sahip değil.

Bu yüzden bizler, küresel barış ve adalet isteyenler olarak, Rasmussen’in Türkiye’den hangi taleplerde bulunduğunun kamuoyuna açıklanmasını istiyoruz.

NATO’nun ve ABD’nin hiçbir isteğinin karşılanmamasını; Hükümetin Afganistan’daki askerleri derhal geri çağırarak Afganistan işgalinin daha uzun bir süre ortağı olmaya son vermesini talep ediyoruz.

Önümüzdeki ay Lizbon’da yapılacak NATO zirvesi sırasında Avrupa’daki savaş karşıtları, “NATO dağıtılsın!” talebini dile getirecekler. Bizler de küresel savaş karşıtı hareketin bu talebini paylaşıyoruz:

Nilüfer Uğur Dalay

Küresel BAK adına

12 Ekim 2010 –Basın Açıklaması – İstanbul

Soru Sorduk, Cevabını Aldık!

Kısa süre önce, devlet ve hükümet yetkililerinin Hrant’ın öldürülmesine ne kadar üzüldüklerine dair pek çok beyanlarını dinledik. Onların içlerini dökmesini sağlamayı da umarak, yetkililere çeşitli sorular sorduk. Anlatıp rahatlarlar, vicdan azabından kurtulurlar diye umduk.

Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin, vatandaşa bilgi edinme hakkı diye bir hak tanıyan yasaları var; biz de bu yasalardan doğan hakkımızı kullanarak, arkadaşımızın öldürülmesine ve sonrasına dair kaygılarımızı, şüphelerimizi dağıtmak istedik.

Çünkü ortadaki manzara bir felaketti. Birtakım devlet görevlilerinin neredeyse yolları açan iş makinesi gibi çalıştığı, yargı ve medyanın büyük bir iştahla katıldığı cinayet süreci yetmiyormuş gibi, cinayet sonrasında da bütün resmî görevliler korundu, kollandı, kimse soruşturulmadı, yargılanmadı, cezalandırılmadı. Cinayet davası giderek insan onuruna aykırı sahnelerin ardarda sergilendiği bir meşum tiyatroya döndü. İstedik ki, devlet ve hükümet yetkilileri, durumun bize göründüğü gibi olmadığını bize verecekleri cevaplarla ortaya koysunlar.

Şimdi kendi halimizi bir yana bırakacağız ve size sorduklarımızı özetleyecek, aldığımız cevapları aktaracağız. Sorularımızın tam metinlerini basılı olarak temin edebilirsiniz; burada olabildiğince kısa özetlemeye çalışacağız.

1. Cumhurbaşkanı

Biliyorsunuz Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti” demişti. Biz de ona, “bu tedbirler nelerdi?”, “bunları kimlerin alması gerekiyordu?”, “alması gerekirken almayanlar hakkında herhangi bir işlem yapıldı mı, bunun için siz talimat verdiniz mi?” diye sorduk. Cevap alamadık.

Farkındasınızdır; Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili olarak, Trabzon ve İstanbul’dan tek bir kamu görevlisi bile soruşturulmadı, yargılanmadı. Sadece jandarmalar hakkında bir görevi ihmal davası sürüyor, onun da gerekli bağlantıları kurulmadığı için cinayetin aydınlatılmasına katkısı olmayacağı belli. Ama Cumhurbaşkanı da kalktı, “Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için öldü” dedi. Bu durumda biz de ona, “bunu nereden biliyorsunuz?” diye sorduk.

Bize verdikleri cevap şu: “Cumhurbaşkanımız kamuoyunda paylaşılan endişeleri dile getirdiler, nitekim AİHM kararıyla bu endişelerin yersiz olmadığı anlaşıldı.” Ee? Ee’si yok.

Cumhurbaşkanına ayrıca, Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili olarak Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirmeyi düşünüp düşünmediğini, bu kurulun harekete geçmesi için gerekli şartların oluşup oluşmadığını sorduk. Aldığımız cevap şu: “Yargı organları Devlet Denetleme Kurulu’nun görev alanı dışındadır.”

Çünkü Hrant Dink davası artık yargının işiydi ve “yargı mercilerinin görev alanına giren konularla ilgili dilekçeler incelenmiyor”du. “Diğer sorularımız” da bilmemkaç sayılı kanun kapsamına girmiyordu; dolayısıyla bize cevap vermeleri gerekmiyordu.

Cumhurbaşkanlığından aldığımız cevapların belki de en anlamlısı şuydu: “Hrant Dink cinayeti yargıya intikal etmiştir.”

Aslına bakarsanız bunu söyledikleri iyi oldu, çünkü biz fark etmemiştik.

2. İçişleri Bakanlığı

İçişleri Bakanlığına sorumuz şuydu: Hrant’ın öldürülmesinden sonra mülkiye müfettişleri, İstanbul Emniyeti’nin en üst kademeden en alta kadar sorumlu olduğunu tespit ettiler, altı polis hakkında soruşturma açılmasını istediler. Ancak mahkeme hiçbir polis hakkında soruşturma izni vermedi. Bu mahkeme kararı, müfettişlerin sözkonusu polisleri haksız yere suçladığı anlamına gelmez mi? Müfettişlerle ilgili işlem yaptınız mı? Böyle sorduk.

İçişleri Bakanlığı bize cevaben, bölge idare mahkemesi ve bakanlığın memurlarını nasıl soruşturmadan koruduğunu anlattı, yani olan biteni bir daha anlattı, “müfettiş iyi niyetle görevini yapmış ama tutturamamış, biz adamlarımızı kurtarmışız işte, derdinize yanın” dedi.

3. Adalet Bakanlığı

Adalet Bakanlığına sorduğumuz ilk soru şuydu: 2004’te başını Ergenekon sanıklarından Levent Temiz’in çektiği bir Ülkücü grubu Agos önünde eylem yapmış, Hrant’a “Bundan sonra nefretimizin hedefisin, hedefimizsin” demişlerdi. Bu, tanımı yasada bulunan bir suçtu. Ve herhangi bir soruşturmanın konusu olmamıştı. Suç oluşturan bu eyleme dair hiçbir yasal işlem yapmayan savcılar hakkında bakanlık bir şey yapmış mıydı?

İkinci sorumuzsa, yine İstanbul Emniyeti’nden görevlileri kusurlu bulan müfettiş raporuna rağmen Bölge İdare Mahkemesi’nin polisleri soruşturmadan kurtarmasına ilişkindi. “Bu hakimler yasal süreci tıkadı, ne yaptınız?” diye sorduk.

Aldığmız cevapta Adalet Bakanlığı, önce, hakim ve savcılarla ilgili soruşturmaların gizli olduğunu, sade vatandaşa bu konuda bilgi verilemeyeceğini hatırlattı. Sonra, “siz zaten bu soruşturmalarda taraf değilsiniz ki, size ne oluyor!” dedi.

Ancak nezaket göstererek, kaç gün içinde nereye itiraz edebileceğimizi de belirtti. Bundan anladık ki, Türkiye bir noktaya gelmişti.

4. Dışişleri Bakanlığı

Dışişleri Bakanlığı’nın AİHM’e gönderdiği iğrenç ötesi savunmayı hatırlıyorsunuz. Dışişleri Bakanına, “bu savunmayı kimin hazırladığını” sorduk. “Savunmayı hazırlayana bu görevi kim ne zaman verdi, o metni kimler okudu, kimler onayladı?” dedik.

Bakan, yine hatırlayacaksınız, yazanı alçaltan o korkunç metin için, “ruhuma birçok krizden daha ağır geldi, oruçtan ağır geldi, içime sindiremedim” falan demişti. Bu durumda “o savunmayı hazırlayan görevliyle ilgili işlem yaptınız mı, yaptıysanız nedir, yapmadıysanız neden?” diye sorduk.

Bunların hiçbirine cevap alamadık. Bunun yerine, Dışişleri Bakanlığı, o korkunç savunmayla ilgili sorumluluğun sadece kendilerine ait olmadığını söyledi. “Adalet ve İçişleri bakanlıklarından alınan bilgilere dayanarak hazırladık” dediler. Savunmanın hazırlanması konusunda “mevzuata aykırı bir husus” olmadığını vurguladılar. Bu cevaptan sonra, Hrant’ı yazdığı şeyin tam aksinden ötürü mahkûm eden, hiç olmadığı bir şeyle suçlayan, bir Neo-Nazi ile bir tutan iç kaldırıcı savunmaya hükümetin ve devletin toptan sahip çıktığını anlamış olduk. Oruç mu daha ağır, bu durum mu, onu biz bilemiyoruz haliyle.

5. Başbakan

Başbakanlığı sona sakladık. Şimdi anlayacaksınız, niye. Hrant Dink cinayeti davası sırasında devletin çeşitli kurumlarından birçok belge geldi gitti. Aralarında MİT’ten gelen tek yaprak yoktu. Başbakana, “bu süreçte MİT’in herhangi bir faaliyetinin izine rastlamayışımız neden?” diye sorduk. “MİT’in cinayetle ilgili hiçbir istihbarat kırıntısına ulaşmamış olması mümkün mü?” dedik. “Varsa bu bilgiler nedir, yoksa MİT’le ilgili işlem yaptınız mı? Yapmadıysanız neden?” diye sorduk.

Bu defa aldığımız cevabı aynen aktaracağız:“Başvurunuzda belirttiğiniz kurum özerk konumda olduğundan, Başbakanlıkça yapılacak herhangi bir işlem bulunmamaktadır. Talebinizi ilgili firmaya şahsen iletmeniz gerekmektedir.”

***

Evet arkadaşlar, vatandaşın bilgi edinme hakkına dayanarak kalkıştığımız iş ve devletten gördüğümüz tavır işte bu.

Yani devlet bize ne demek istedi, şöyle toparlayabiliriz sanıyoruz:Kusura bakmayın, biz henüz ciddiye alınacak bir devlet değiliz. Bir hukuk devleti, hiç değiliz. Kuruluş aşamasındayız. Şu anda henüz, eski cumhurbaşkanımız ve jandarma genel komutanımız acaba kendi resmî görevlilerimiz tarafından mı öldürüldü, bunu araştırıyoruz. Yaklaşık on yedi yıl sonra sizin meselenizle de ilgileneceğiz Allah kısmet ederse.

Diyeceklerimiz bunlardır. Geldiğiniz ve dinlediğiniz için teşekkürler.

Ümit Kıvanç

Hrant’ın Arkadaşları Adına

19 Ekim 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

NATO’YA, SAVAŞA, SİLAHLANMAYA HAYIR!

‘FÜZE KALKANI’NA HAYIR!

14 Ekim 2010 tarihinde Brüksel’de yapılan NATO Savunma ve Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın ‘NATO’nun yeni stratejik konseptine hazırlık niteliğinde geçtiği’ basına yansıdı. 19 – 20 Kasım 2010 tarihlerinde Lizbon’da yapılacak ‘Liderler Zirvesi’ bu konseptin ele alınacağı bir platforma dönüştürülecek.

ABD, İran ve Kuzey Kore’yi “güvenlik tehdidi” olarak göstererek NATO bünyesinde bir ‘Füze Kalkan’ inşa etmek istiyor. Bu silah sisteminin öncelikle Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirilmesi planlanıyordu ancak Rusya’nın sert itirazı üzerine sistem için yeni yer düşünülmeye başlandı ve Türkiye’ye yerleştirilmesi için görüşmeler son dönemde yoğunlaştı.

ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Philip Crowley yaptığı günlük basın toplantısında: “NATO ile işbirliği içinde Avrupa’ya füze savunma sistemi kurulması planlarıyla ilgili olarak Türkiye ile görüşmelerimiz oldu” açıklamasını yaptı. Hükümet çevrelerinden de çelişkili açıklamalar yapıldı.

NATO ABD’NİN TAŞERONU

ABD, yaptığı tüm açıklamalarda İran’ın Avrupa ülkeleri için bir tehdit olduğunun altını çiziyor. Zaten hâlen dünyanın en büyük askeri gücü olan ve İran’dan çok uzakta bulunan ABD için İran füzeleri bir tehdit oluşturamaz. Bu durumda NATO’nun hedefi tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor. NATO Genel Sekreteri Rasmussen, toplantının açılış konuşmasında, “İttifakın temel görevi 28 üye ülkedeki 900 milyon vatandaşı muhtemel saldırılardan korumaktır. Tehdit açıktır. Tüm Avrupa’yı kapsayacak füze savunmasını bir NATO kapasitesi yapmamız gerektiğine inanıyorum” dedi.

ABD ‘Füze Kalkanı’ projesini tüm NATO’nun projesine dönüştürmeyi hedefliyor. Böylece hem küresel hegemonya mücadelesinde silahlanma hamlesinde bir adım öne geçmeye hem de NATO üzerindeki hegemonik pozisyonunu pekiştirmeye çalışıyor.

ABD, ‘Füze Kalkanı’ sistemiyle doğrudan İran’ı hedef alıyor ve İran’ın “tehdit” olduğunu ittifak hâlinde olduğu tüm ülkelere de kabul ettirmek istiyor. Bir yandan da kaybettiği prestijini yeniden sağlama almak, diğer emperyalist güçlere gözdağı vermek için de füze kalkanı projesini kullanıyor.

SİLAH DEĞİL BARIŞ

Biz savaş karşıtları, savunma ve saldırı amaçlı her türlü silahlanmaya karşıyız. Türkiye’nin, Ortadoğu’nun ve Dünya’nın yeni silahlanma projelerine değil barışa ihtiyacı var.

Yeni bir silahlanma hamlesi demek olan ‘Füze Kalkanı’ projesine ve Türkiye’nin bu projenin bir alanına çevrilmesine, ABD’nin küresel hegemonya planlarıyla işbirliğine hayır diyoruz.

ABD’nin taşeron savaş örgütüne dönüşen NATO dağıtılmalı, NATO’nun Afganistan işgali derhal son bulmalı, Türkiye NATO’dan çekilmelidir!

Tüm savaş karşıtlarını silahlanmaya, ‘Füze Kalkanı’ projesine karşı ses çıkartmaya ve 19 – 20 Kasım tarihleri arasında Lizbon’da yapılacak NATO liderler zirvesini bulundukları her yerde protesto etmeye çağırıyoruz.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu

Küresel BAK Basın açıklaması eki:

FÜZE KALKANI’NIN ARDINDAKİ GERÇEKLER

14 Ekim tarihinde Brüksel’de yapılan NATO savunma ve dışişleri bakanları toplantısı, NATO’nun 19-20 Kasım tarihleri arasında Lizbon’da yapılacak liderler zirvesinde benimsenecek NATO’nun yeni stratejik konseptine hazırlık niteliğinde geçti.

Toplantı, ABD’nin eski füze kalkanı projesinin bir NATO projesi olarak tanımlanma çabası olarak da değerlendirilebilir. NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in açılış konuşmasında yer alan “İttifakın temel görevi 28 üye ülkedeki 900 milyon vatandaşı muhtemel saldırılardan korumaktır. Tehdit açıktır. Tüm Avrupa’yı kapsayacak füze savunmasını bir NATO kapasitesi yapmamız gerektiğine inanıyorum” sözlerinin yorumu şu:

“Soğuk savaş dönemi sonrası NATO’nun kuruluş nedeninin ortadan kalkması ile yarattığımız yeni tehditler nedeni ile önümüzdeki 10 yılda 28 ülkeye yükleyeceğimiz 85-100 Milyon Avro’luk yeni bir savaş bütçesi var”.

Füze Kalkanı projesinin ardındaki gerçekler son derece açıktır. İncil ve Tevrat’ta yazdığı gibi, “Tanrının Dünya Krallığını” kurmaya yönelik olarak dünya egemenliğini kurmaya yönelik Amerikan stratejisinde bir ileri daha adım atmak ve bu yolda vazgeçilmez olan silah ve petrol şirketlerinin karlarını daha da arttırmak.

Çünkü Batı, hem enerjiye muhtaç hem de ürettiği silahları satacak bir pazara.

‘Füze Kalkanı ‘, egemenlik oyununun saldırı stratejisinin bir parçasıdır.

ABD’nin dünya egemenlik oyunun büyük saldırı stratejisinin bir parçası, yeni oyuncağı, anti-balistik füzeler, füzesavar sistemler, füze savunma sistemleri ve füze kalkanlarıdır.

1957’de Sovyetler Birliği’nin uzaya Sputnik füzesini göndermesi ABD’yi çileden çıkartmış ve iki ülke arasında uzay ve kıtalar ararsı füze yapımı yarışını başlatmıştı. Bu amaca uygun olarak Amerikan eğitim sisteminde müfredatlar bile değiştirilmiş, fen derslerine ağırlık verilmiş, özellikle fizik alanında araştırma bursları arttırılmıştır.

1962 de Küba’ya yerleştirilen füzeler Küba Krizine yol açmış ve durum Türkiye’yi de etkilemiştir. Çünkü bu sıralarda Türkiye ve İncirlik’de Jüpiter füzeleri ve U-2 casus uçakları bulunmaktadır. Bu durum Türkiye’yeS.S.C.B.den gelen nükleer savaş tehdidi ile sonuçlanmıştır. Türk devlet yöneticileri Türkiye’deki füzelerin sökülmemesi için NATO nezninde girişimlerde bulundukları Küba belgelerinde yıllar sonra ortaya çıkmıştır.

İki ülke arasındaki silah yarışı Türkiye üzerinde 1958 devalüasyonu ve IMF’den borçlanarak Amerikan silahı alma yolu ile ekonomik bağımsızlığını yitirmenin yolunu açmıştır.

Uzay ve kıtalar ararsı füzeler yarışı 1970’de yavaşlamıştır. Çünkü artık  iki devletin elinde artık dünyayı yok edecek kadar nükleer başlık, dünyayı uzaydan gözetleyecek ve dinleyecek kadar uzay aracı vardır. Stratejistlerin “Dehşet Dengesi” dedikleri denge tesis edilmiştir.

1983 Yılında Reagan döneminde “Yıldız Savaşları” projesi ile denge bozulmaya başlamıştır. Proje için A.B.D.nin o dönemde ayırdığı bütçe 100 milyar dolar kadardır. Sovyetler Birliği’nde enerji gelirleri düşmüş, Doğu Avrupa ülkelerine yapılan yardımlar artmış, ekonomisi ve teknolojisi A.B.D.nin gerisine düşmüş ve S.S.C.B. bu yarışta geride kalmaya başlamıştır. 1986 Yılında İzlanda’da Reagan ile görüşen Gorbaçov “yeniden yapılanma” “şeffaflaşma” dönemine geçerek Rusya Federasyonu’nun kurulmasına giden yolu açmıştır.

11 Eylül 2001 saldırısından sonra A.B.D.,İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerin  füze programlarını bahane ederek füzesavar sistemlerini yine gündeme taşımıştır. Zaten Alaska ve Kalifornia’da bulunan füzesavar sistemi ile yetinmeyerek Doğu Avrupa’ya da füze rampaları ve füzesavar sistemi yerleştirmek istemiştir.

Bu gelişme, özünde A.B.D.nin dünya egemenliğine yönelik büyük saldırısının stratejik bir parçasını oluşturmakta, başta Rusya ve Çin olmak üzere olmak bütün olası askeri rakiplerini hedef almaktadır.

NEDEN TÜRKİYE’DE KURULMAK İSTENİYOR?

Pazarlamaya çalışılan Füze Kalkanı projesine göre, hedef uçaklara monte edilmiş nükleer-lazer başlıklı füze sistemlerinden doğrudan A.B.D. ve müttefik ülke topraklarında konuşlandırılmış Patriotlar gibi klasik kısa-orta erimli füzesavar sistemlerle uzun erimli füzelere, füze katili uydulardan gelen saldırı füzesini doğrudan çarparak imha eden kinetik silahlara uzanan bir dizi silah geliştirmektir. Elbette bunlar ileri radar, muharebe eşgüdüm, komuta-kontrol ve iletişim sistemleriyle birlikte geliştirilmektedir. Uzay, bu yeni silahlanma projesinin nihai alanını oluşturmaktadır.

Balistik füzenin hedefe uçuşu 3 aşamada gerçekleşmektedir.

  • Ateşleme ve atmosfere doğru yükselme.
  • Atmosfer dışındaki yörüngesine giriş ve en uzun uçuş süresini oluşturması.
  • Füzenin taşıdığı savaş başlığı yeniden atmosfere girerek yerdeki hedefine doğru inişe geçmesi.

Her 3 aşamada da füzelerin vurulmasını öngören farklı sistemler vardır. Bir füzenin vurulmasının en kolay yolu birinci aşamadır. Çünkü bu aşamada yaratılan ısı nedeniyle saldırının başladığının saptanması ve füzenin tam süratine ulaşmadan yakalanması görece kolaydır.  Örneğin MX benzeri bir Sovyet füzesi 1. aşamayı 3 dakikada geçmekte ve 200 km yol kat etmektedir. Yörüngeye girdikten sonra bu hız artmakta dolayısı ile hedefi yakalamak daha güçleşmektedir.

İşte bu amaca ulaşabilmek için “savunma sisteminin” nerede konuşlandırılacağı önemlidir. En yakın Rus füze rampasına 1.200 km uzaklıktaki Umman Denizi’nde bulunan bir denizaltıdan fırlatılacak savunma füzesinin, yapılan hesaplara göre savunma sisteminin amacına ulaşması güçtür. Denizaltılar bu açıdan çeşitli sorunlar barındırmaktadır. Bazı sistemlerin Rusya’ya yakın uygun yerlerde konuşlandırılması gerekmektedir.

“Doğu Akdeniz ve Japon Denizi’nin Sovyet silolarına daha yakın ve üstelik buraların Amerikan denizaltılarına siyasi açıdan daha açık yerler” olduğu kabul edilmektedir.  Diğer bir deyişle, füze savunma sistemleri, füze kalkanları; coğrafi yakınlık ve siyasal uygunluk kriterlerine göre yerleştirilecektir.

Rusya Federasyonu’na ve İran’a yönelik olarak yerleştirilecek füze kalkanları için Adana’daki İncirlik Üssü biçilmiş kaftan olarak görülüyor.

Nato müttefiklerinin bile bir işe yaramayacağını pekala bildikleri ve ABD’nin tek taraflı olarak yerleştirmeye karar vermekte olduğu böyle bir sisteme Dünyadaki ve Türkiye’deki tüm savaş karşıtları olarak güçlü bir şekilde karşı durmamız son derecede önemlidir.

25 Ekim Hrant Dink Davasına çağrı metni:

YA CEVAP VERİN, YA HESAP!

Hakikat anlatıcımız, arkadaşımız Hrant Dinkin özlemiyle geçen yıllar acımıza yeni acılar ekliyor. Bu planlamış, bu silahı vermiş, bu tetiği çekmiş… diye giden masalın nasıl yakıcı bir gerçeği işaret ettiğini anlamak ve anlatmak için her kapıyı çalmaya, sonu hiç gelmese de sonuna kadar adal…et nöbetimizin başında olmaya kararlı biz Hrant Dinkin arkadaşları, en son Cumhurbaşkanına, Başbakana, Adalet, Dışişleri ve İçişleri Bakanlıklarına sorduk. Aldığımız cevaplar bize açıkça verecek cevapları olmadığını gösteriyordu. Her keresinde adalet umudumuz biraz daha incinse de, her keresinde acımız, mücadele isteğimiz ve öfkemiz biraz daha artıyor. Savsaklanmış, ciddiyetsiz ve değersizleştirici her tavra bir yenisi eklendiğinde, biz; mağduru, takipçisi ve tanığı olduğumuz bu utanç davasını, bu vicdan kavgasını daha da bilenerek sürdürme azmiyle doluyoruz.

Şimdi yine bir duruşma kapıda. Biz de yine o duruşmanın kapısında olacağız. Adalet sahnesinde sergilenen oyunu bütün dikkatimizle izlemek için… Nöbeti birlikte tutmak, unutmamak, unutturmamak için…

25 Ekim Pazartesi, saat 10:00da, Beşiktaş İskele Meydanında, Hrant için, adalet için, bir araya geliyoruz!

Hrant’ın Arkadaşları

25 Ekim 2010 – Hrant Dink Duruşması – İstanbul

Kısa süre önce, vatandaşa tanınmış bilgi edinme hakkından yararlanarak, hükümet ve devlet yetkililerine bazı sorular sorduk. Neler sorduğumuzu ve aldığımız cevapları sizlere basın toplantılarıyla açıkladık. Devlet, bir türlü yapılmayan soruşturmalar, açılmayan davalar, sorgulanmayan, yargılanmayan görevlilerle ilgili sorularımıza bir tek doğru dürüst cevap vermedi. Cevap niyetine söylediklerinin özeti şuydu: Biz ciddiye alınacak bir hukuk devleti değiliz, arkadaşınızın öldürülmesiyle ve sonrasındaki soruşturma rezaletleri ile ilgili olarak edebileceğimiz tek laf yok. Biz size bunu açıkladıktan sonra “muazzam” bir gelişme oldu. Önce bunu duyurmak isteriz.

“Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili soruşturmalarda, mahkemede, niye MİT’ten gelen tek satır bilgi yok?” diye sormuştuk, hatırlarsınız. Başbakanlık bize, “sözünü ettiğiniz kurum özerk, biz bir şey yapamayız” cevabı vermiş, “Talebinizi ilgili firmaya şahsen iletin” demişti. Biz bu rezaleti kamuoyuna açıkladıktan sonra Başbakanlıktan ikinci bir mektup aldık. “İlgili firmaya başvurun” cevabı için, “yanlışlıkla oldu, kusura bakmayın” dediler. Sorumuzu MİT müsteşarlığına iletmişler meğerse. Onlar da muhtemelen, “bizim de kusurumuz yok, hiçbir devlet görevlisinin kusuru yok” cinsinden bir cevap vereceklerdir. Heyecanla bekliyoruz!

Tekrar, üstüne basa basa vurgulamak istiyoruz: Üstünden dört yıla yakın zaman geçmiş Hrant Dink cinayeti doğru dürüst soruşturulmuyor, araştırılmıyor. Şu içeride süren dava, devlet görevlilerini koruma kollama, soruşturmadan uzak tutma amacı gözetilerek yürütüldüğünden, bu haliyle mahkemenin adaletin yanına yaklaşması mümkün değil.

Hatırlayın, devletin başındaki insan, yani cumhurbaşkanı, “Hrant Dink gerekli tedbirler alınmadığı için öldürüldü” diyor. Ama bu tedbirleri almayanlar ortada yok. Kimse onlardan hesap sormuyor.

Üstelik biz biliyoruz ki, mesele tedbir alınmamasından ibaret değil. Resmî görevlilerin cinayetin yolunu açtığına dair şüpheler, belirtiler var. Cinayetten sonra, devletin jandarması, polisi katile sahip çıktı ve bunu hepimizin gözüne soktu. Müfettişler, “İstanbul Emniyeti baştan aşağı sorumludur,” dedi, hiçbir şey olmadı. Devlet görevlilerini soruşturmadan korumak için yargı seferber oldu.

“Bu nasıl iş?” diye sorduğumuzda bizimle alay ettiler.

Hatırlatmanın yeridir: Bugün cevap vermeyenler er ya da geç hesap verecektir. Darbeciler, katliam planlayanlar, faili meçhullerin komutanları… bunlar da hiç hesap vermeyeceklerini sanıyorlardı. Ama veriyorlar.

Hrant’ı öldürdüler, o bir insandı. İnsan dediğin nedir ki; iki mermiyle öldürülür. Ama Hrant’ın ruhu artık her türlü adalet arayışına kan ve can veriyor. Adalet arayışını önleyemezler.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye Cumhuriyeti’ni mahkum etti, devlet yetkilileri neredeyse “aman ucuz kurtulduk” havasındalar. Hayır, kurtulmadılar. Cinayeti hafife alıyorlar. Devletin bu işteki sorumluluğunu hafife alıyorlar. Adalet arayışını hafife alıyorlar. Hrant Dink davası bu ülkede şimdilik sadece devletin yüz karası gibi görünüyor ama aslında adaletin mihenk taşıdır.

İcraat yapacakları yerde durmadan “üzüldük, üzüldük” diye açıklamalar yapan yetkililere tekrar hatırlatıyoruz: Cevap vermezseniz, hesap verirsiniz.

Hrant için, adalet için!

Settar Tanrıöver

25 Ekim 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

Abileri gelsin!

Hrant Dink cinayeti davası, bildiğiniz gibi, cinayete yolu açan, katillere sahip çıkan resmî görevlilere bulaştırılmadan yürütülüyor. Bu örgütlü cinayetin arkasında kimlerin olduğu ortaya çıkmasın diye âdetâ özel çaba harcanıyor. Bizler, Hrant’ın Arkadaşları, başından beri, tek başına bu dava ile cinayetin asla aydınlatılamayacağını, adaletin yanına yaklaşılamayacağını söylüyoruz.

25 Ekim günü, davanın 14.duruşmasında, katil Ogün Samast’ın, cinayet tarihinde 18 yaşından küçük olması nedeniyle çocuk mahkemesinde yargılanmasına karar verildi. Karar yasaya uygundur. Görüldüğü gibi, katilin hakları söz konusu olduğunda yargı büyük hassasiyetle görevini yapıyor. Bu, belki de yargının yeniden adalet yoluna girmesi için bir fırsat oluşturabilir. Eline silah verilip cinayet işletilen çocuk aradan çekileceğine göre, belki sıra abilerine, amirlerine, cinayetin gerçek planlayıcılarına, azmettiricilerine gelebilir. Katilleri gözetim altında yetiştiren, besleyip büyüten, ortalığa salan, cinayetten sonra onlara kol kanat geren resmî görevlileri çocuk katilin arkasına saklamaktan vazgeçilebilir. Tamamdır; katil çocuk mahkemesinde yargılansın, cinayet davasının görüldüğü “yüce” mahkemenin önüne abileri gelsin.

Hrant’ın Arkadaşları

11 Kasım 2010 – Basın Açıklaması – İstanbul

AŞTIYÊ SERBEST BIHÊLIN!

Bila girtiyên BDPyî bên berdan!

Digel mudaxeleyên hêzên ji dijminî û tengijanan xwedî dibin, daxwaza gelê me a aştiyê her diçe bilind dibe. Biryara demdirêjkirina agirbestê ya yekhalî heta hilbijartinên giştî û daxuyaniyên rayedaran ên hêviya aştiyê bilind dikin deriyên pêvajoya diyalog û niqaşan vedike.
Ku em hindikahiyeke ku ji şer xwedî dibin û ji bilî netewperestiyê ne xwediyê tu nêrînê ne û ji ber vê yekê jî dixwazin ev şer bidome nehesibînin, pirahiya civakê aştî dixwaze. Dixwazin şer û mirin tune be, zarok neyên kuştin û dengê bombe û çekan raweste.
Di riya çareserkirina Pirsgirêka Kurd de ji bo gavavetina bo aştiyê  fersendeke dîrokî ya mezin li ber me ye. Me divê em vê fersendê bi kar bînin. Civak wisa hîs dike ku  ger em gaveke din bavêjin dê pêvajoya aştiya mayînde têşe bigire.
Ne Dadgeh, Bila Diyalog Bidome!

Di pêvajoya çareseriya pirsgireka Kurd a aştiyane de rewşa Doza KCKê ya ku ji 18ê Cotmehê ve didome, xwediyê giringiyeke xeternak e. Di gel vê yekê pêk nehatina berdanan û qedexekirina mafê parastina bersûcan a bi Kurdî hêviyê dişikîne.

Divê nûnerên gelê Kurd ên hilbijartî û endamên BDPê ên ku di vê dozê de tên darizandin derhal bên berdan. Ev yek di heman demê de hewcedariyeke hiqûqî û wijdanî ye.
Divê hikumet ku xwediyê berpirsiyariya pêvajoyê ye ji bo geşebûna pêvajoya diyalog û aştiyê ne bi nêzikdayîneke qedexeker bes bi awayekî azadîxwaz ji bo berdana girtiyên ku di nav wan de nûnerên hilbijartî jî hene nêrînên xwe dabixuyînin.

Ji bo geşebûna pêvajoya aştiyê ne tenê helwesta rayedaran, bes helwesta me hemûyan girîng e. Em peyv, dest û vîna xwe bikin yek. Îroj ji her demê girîngtir e ku ji her beşa civakê bi hêztir deng derkeve.

Dengê şer rawestîne, dengê aştiyê bilind bike!

Yıldız Onen

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu

BARIŞI SERBEST BIRAKIN!

BDP’li tutuklular serbest bırakılsın!

Düşmanlık ve gerilimden beslenen güçlerin olumsuz müdahalelerine rağmen halkımızın barış talebi giderek yükseliyor. Tek taraflı ateşkes kararının, genel seçimlere kadar uzatılması ve yetkililerin, barış umutlarını yükselten açıklamaları, diyalog ve müzakere sürecinin kapısını aralıyor.

Savaştan beslenen, ırkçılık ve milliyetçilik dışında bir ufku olmayan, bu yüzden de bu çatışmanın devam etmesini isteyen küçük bir azınlığı saymazsak, toplumun büyük çoğunluğu barış istiyor. Çatışmalar ve ölümler olmasın, çocuklar öldürülmesin, bomba ve silah sesleri artık sussun istiyor.
Kürt sorununun nihai çözümü yolunda Büyük bir barış adımı atmak için hiç olmadığı kadar güçlü bir tarihsel fırsat önümüzde duruyor. Bu fırsatı mutlaka değerlendirmek durumundayız. Tüm toplumda, bir adım daha atabilirsek, kalıcı bir barış sürecinin şekillenebileceği duygusu güçleniyor.

MAHKEME DEĞİL, DİYALOG SÜRSÜN!

Kürt sorununun barışçı çözümüne giden yolda, 18 Ekim’den bu yana Diyarbakır’da görülen KCK davasının gidişatı kritik bir önem taşıyor. Buna rağmen beklenen tahliyelerin gerçekleşmemesi ve sanıkların savunma haklarının Kürtçe yasağı engeliyle karşılaşması umut kırıcıdır.

Oysa, bu davada tutuklu olarak yargılanan Kürt halkının seçilmiş temsilcileri ve BDP üyelerinin bir an önce serbest bırakılması gerekiyor. Bu aynı zamanda hukuki ve vicdani bir gerekliliktir.

Sürecin sorumluluğunu üzerinde taşıyan Hükümet, barış ve diyalog sürecinin gelişmesi için, yasakçı değil, özgürlükçü bir yaklaşımla inisiyatif kullanmalı, aralarında belediye başkanlarının ve seçilmiş siyasilerin de olduğu tutukluların serbest bırakılması için görüşünü açıklamalıdır.

Barış sürecinin gelişmesi için, sadece yetkililerin değil, hepimizin tutumu önemlidir. Sözümüzü, ellerimizi, irademizi birleştirelim. Toplumun her kesiminden birlikte daha güçlü ses çıkarmak, bugün her zamankinden çok daha büyük bir öneme sahiptir.

Savaşın sesini sustur, barışın sesini yükselt!

İlkay Akkaya

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu

15 Kasım 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

BARIŞ VE ADALET İÇİN
NATO’YA VE SAVAŞA HAYIR!

19 – 20 Kasım tarihleri arasında Lizbon’da NATO’ya üye ülkelerin liderleri buluşarak, uzun süredir değişik düzeylerde yapılan NATO toplantılarında tartışılan, ‘yeni stratejik konsept’i kabul edecekler.

Yeni strateji, NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in ‘İttifakın temel görevi 28 üye ülkedeki 900  milyon vatandaşı muhtemel saldırılardan korumaktır’ sözleriyle ifade ettiği gibi, dünya halkları ve barış için büyük bir tehdit oluşturuyor. ‘Tüm Avrupa’yı kapsayacak füze savunmasını bir NATO kapasitesi yapmamız gerektiğine inanıyorum’ sözleriyle ABD’nin nükleer silahlanma planları bir NATO projesi olarak tanımlanıyor.

YENİ STRATEJİ NE DİYOR?

NATO’nun Lizbon Zirvesinde kararlaştırılacak yeni stratejiye göre;

1. Nükleer silahlar, NATO ülkelerinin savunması için mutlak önemdedir. İngiltere ve A.B.D.’nin mevcut stratejik nükleer silah programları çerçevesinde, silahların modernizasyonu ve özellikle Avrupa topraklarında yeni bölgelere konuşlandırılacak başlıklar bu savunma için yaşamsal önemdedir.

2. 21.Yüzyılda Avrupa’nın Amerikan balistik füze kalkanı ile savunulmasına odaklı A.B.D. planı esas kabul edilmektedir.

3. Afganistan’da sürdürülen mücadele NATO’nun ana sorunudur. Bu mücadele savaş kazanılıncaya kadar, askeri ve sivil alanlarda devam etmek zorundadır.

4. Tüm üye ülkeler savunma mekanizmalarını güçlendirmek ve verimli kullanmak üzere yeniden yapılandırmalıdırlar.

5. Her ne kadar NATO’nun politikaları üye ülkelerini korunmasına yönelikse de, doğal kaynakların ve onların ticaret yollarının korunması da NATO’nun yeni stratejik hedefleri arasındadır.

6. NATO’nun üyelik ve savunma alanının doğuya doğru genişlemesinin gerekliliği, NATO’nun, Güney Sovyet Cumhuriyetleri, Endonezya, Malezya, hatta Avusturalya, Yeni Zelanda ve Japonya ile ortaklık anlaşmaları yapmalarını zorunlu kılmaktadır.

7. Lizbon Anlaşması’nın askeri ve savunma politikalarını hükme bağlayan maddeleri çerçevesinde, Avrupa Birliği  NATO’nun askeri ortağı kabul edilmektedir.

8. Bilgisayar, iletişim ve güç ağları sistemleri ile  başlatılan “siber savaş”, “elektronik savaş”, NATO’nun savunma stratejilerinde yeni biçimlenmeleri gerekli kılmaktadır.

9. Küresel ısınma, iklim değişiklikleri ve diğer küresel değişimlere bağlı olarak ortaya çıkan göç akımları da NATO’nu yeni sorumluluk alanlarına girmektedir, dolayısı ile askeri konular kapsamına alınmaktadır.

10. Ve tüm bu yeni sorumluluk alanları ‘terörizme karşı savaş’ın gerekleri olarak kabul edilmektedir.

Soğuk savaş dönemi sonrası NATO’nun kuruluş nedeninin tamamen ortadan kalkması karşısında, yaratılan yeni tehditler ve oluşturulan yeni hedeflerin üzerine inşa edilen bu strateji, önümüzdeki yıllarda dünya halklarının sırtına yüklenecek Milyonlarca Avro’luk yeni savaş bütçeleri anlamına gelmektedir.

Savaş karşıtları NATO’nun bu stratejik konseptine de, ülke bütçelerine yüklenecek ek savaş harcamalarına da, dünyaya yeni hayali tehditlerin ve savaş nedenlerinin dayatılmasına da karşıdır.

NATO KARŞITI ZİRVE…

‘NATO’nun yeni stratejisine hayır!’ diyen, Avrupa ve dünyanın çeşitli ülkelerinden savaş karşıtları, NATO Zirvesi ile eş zamanlı olarak 19 – 21 Kasım tarihleri arasında Lizbon’da karşı zirve düzenliyor.

Farklı ülkelerden gelecek savaş karşıtları zirve sırasında düzenlenecek toplantılarda, seminer ve atölyelerde bu yeni stratejiye nasıl karşı durulacağını tartışacak. Barış politikalarının nasıl geliştirileceği konşulacak. Düzenlenecek ‘savaş karşıtı asamble’de NATO karşıtı mücadelenin geleceğini tartışılacak.

NATO karşıtı zirve, uluslararası katılımcıların 20 Kasım Cumartesi günü Lizbon’da yapacağı büyük yürüyüşüyle sona erecek. Aynı tarihte Avrupa’nın birçok kentinde yürüyüşler yapılacak.

KÜRESEL BAK, NATO KARŞITI ZİRVE’de…

2003 Yılından bu yana uluslararası savaş karşıtları ile birlikte, barış mücadelesi sürdüren Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu da NATO karşıtı zirvenin katılımcıları arasında yer alıyor.

Yeni konseptin bir parçası olarak Türkiye’ye konuşlandırılması tezgahlanan ‘Füze Kalkanı’na karşı muhalefeti yükseltmeye çalışan Küresel BAK aktivistleri, önümüzdeki dönemde verilecek mücadelenin ilkelerinin belirleneceği bu önemli zirveye aktif biçimde katılarak NATO karşıtı cephede yer alacaklar.

Daha güzel bir dünya ve daha güzel bir gelecek için; Savaşa hayır, NATO’ya Hayır!

Küresel BAK

1 Aralık 2010 – “Savaşma Konuş” kampanyasına destek – İstanbul

Değerli dostumuz,

Bir süredir Radikal gazetesinde sürdürülen “Savaşma Konuş” başlıklı kampanyayı, barışçı zeminleri toplumsallaştıracağını düşündüğümüz olumlu mesajları nedeniyle destekliyoruz. Kampanyanın ilk haftasında Radikal yazı işlerine konuyla ilgili bir ziyaret yaptık ve bu yöndeki her türlü çabayı desteklediğimizi ve bu kampanyayı da önemli gördüğümüzü bildirdik. Söz konusu kampanyaya barış hareketi içindeki bireylerin destek vermesinin “Savaşın sesini sustur, Barışın sesini yükselt” kampanyamızı da güçlendireceğini düşünüyoruz. Eğer sizce de uygun ise kampanyaya katılarak, www.500binradikal.com adresindeki internet sayfasına imza vermenizi öneririz. Aynı sayfaya, bir paragrafla görüş de yazarsanız, kampanyaya verdiğiniz desteğin vurgusu artacaktır. Bilgilerinize sunar, selamlarımızı iletiriz.

Yıldız Önen,

Küresel BAK Yürütme Kurulu adına

1 Aralık 2010 – ‘Bir Göz de Sen Ol’ Basın Toplantısı – İstanbul

ÖLDÜRÜLEN 376 ÇOCUK İÇİN

Değerli basın emekçileri,

21 Kasım 2009’da ‘Bir Göz de Sen Ol’  inisiyatifini oluşturduğumuzda aralarında medyada adları öne çıkan Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz gibi öldürülen çocukların sayısı 342 idi. Son 1 yıl içinde tam 14 çocuk yine ölümlere, cinayetlere kurban gitti. Bu sayı ne yazık ki 11 Kasım 2010 itibariyle 356 oldu. İnisiyatif olarak bu basın toplantısı öncesi yaptığımız yeni bir çalışmayla maalesef sayının 376’ya ulaştığını tespit ettik. Bu sayı bizim kendi çabamızla ulaşabildiğimiz bir rakam. Sayının artmasından korkuyoruz!

376 ölü çocuk.

Bu çocukları öldüren serseri kurşunlar değil, trafik değil, hiçbiri kazara da ölmedi.

Bu  çocuklar bizzat devlet tarafından hedef alınarak öldürüldüler; terörist ilan edilen Uğur Kaymaz gibi, kaçakçı olduğuna hükmedilerek vurulan Mehmet Nuri Çoban gibi. Bir uzman çavuşun kafasına sıktığı kurşunla toprağa düşen Enver Turan gibi.

Köyleri jetlerle bombalandığında topluca öldürüldüler, evleri basılıp ana-babalarıyla birlikte götürüldükleri karakollarda öldürüldüler; Mirza, Mehmet, İrfan, Çiçek, Hacı, Kerem, Huri, Liluz, Hazal, Bebek Bedir gibi.

Dur ihtarına uymadıkları gerekçesiyle öldürüldüler; İbrahim Halil Çoban gibi, Fırat Kıvanç gibi.

Uluorta ve cömertçe atılan gaz bombalarıyla öldürüldüler; 18 aylık bebek Mehmet Uytun gibi.

Evlerinin dibinde yine uluorta talim eden askerlerin kurşunlarıyla öldürüldüler;  Edanur Avcı gibi, Canan Saldık gibi.

Üstlerinden panzerler geçerek öldürüldüler; Yahya Menekşe gibi, yine sokakta hızla seyreden bir panzerin çarpmasıyla ölen Diren Basan gibi.

Askeri mühimmatları çocukların oyuncakları yapan devletin eliyle öldüler, parçalandılar; Ceylan gibi, Rujiyan gibi.

Yola çıktığımızda şöyle demiştik:

‘1989’dan 2010’a son yirmi senede tam 342 Kürt çocuğu devletin kolluk kuvvetlerince öldürüldü. 342 sayısı, şiddetin doğrudan yöneldiği çocukları anlatmak için sadece bir simgedir. Talebimiz, bu savaşta öldürülmüş tüm çocuklar içindir. Onların sıralamada isimleri, sayıları bile yok! Ayrıca polisin, askerin, korucunun dipçikleri, bombaları, tekmeleriyle komaya giren, felç kalan çocukların sayısı öldürülenlerden çok daha fazla. Ne yazık ki binleri aşıyor. Bu şiddeti üretenlere dava bile açılmıyor. Açılmışsa beraat ettiriliyor ya da sembolik cezalarla yetiniliyor.

Artık yeter! 20 yıldır on binlerce yurttaşımızın yanı sıra çocuklarımızın da canını alan zulüm dursun! Şiddete son verilsin! Bu cinayetleri işleyen kolluk kuvveti mensupları yargıda kurtarılmasın! Bunu önleyecek yasal düzenlemeler derhal yapılsın!  Bizler, bu talepler gerçekleşene, çocukların öldürülmesine, sakatlanmasına yol açan bu kirli savaş  bitene kadar kolumuzda birer kırmızı bileklik taşıyacağız. Bilinsin ki.342 sabinin gözleri, 342 masum ruh barış ve adalet gerçekleşene kadar vicdanlarımıza sessizce, ama susmadan bakıyor olacak!

Ve her çocuğun adını taşıyan birer önlük giyerek ilki İstanbul’da 21 Kasım 2009 tarihli olmak üzere sessiz sözsüz yürümüştük. Yürüyüşümüzü 19 Nisan 2010’da ‘Çocuklar İçin Adalet Girişimi’ ile birlikte Diyarbakır’da, 22 Mayıs 2010’da Ankara’da,  25 Temmuz 2010‘da İHD ile birlikte tekrar İstanbul’da gerçekleştirmiştik.

Bu gün de çocuklarımız öldürülmeye devam ediyor; yakalanan yok, yargılanan yok, hesap veren yok… Çocuklarımız sadece toprağa değil, utancın sessizliğine de gömülüyor…

Medya, birkaç istisna dışında ya sessiz ya kör, ya da olayları münferit vakadan sayıp spikerin acıklı yüz ifadesinde vicdanını soğutuyor. Günlük ‘haberciklerin’ hızı içinde bu kirli savaşın katlettiklerine yer yok, çocuk bile olsa…

Failler, sorumlular belli, sadece karanlıkta tutuluyor. Günışığına çıkarılmaları için desteğinizi bekliyoruz.

Bu 376 çocuğun gözleri bize bakmaya devam ediyor. Biz de iktidardakilerin gözlerinin içine bakacağız, sorumluların enselerinde olacağız, sokağa çıkacağız, bu işin peşini bırakmayacağız. Meclise daha önce bir soru önergesi verilmişti, gündeme almaları için tekrar vereceğiz. 4 Aralık Cumartesi günü Tünel’den Taksim’e yürüyeceğiz beyaz önlüklerimizle. İmza toplayacağız. Oturma eylemi yapacağız. Suçlular yargı önüne çıkarılıp yargılanana kadar vazgeçmeyeceğiz.

Êdî bes e!  Artık çocuklar ölmesin diye bir kez daha karşınızdayız, sık sık karşınıza çıkacağız, başka hiçbir çocuğumuz ölmesin diye…

Bir göz de sen ol, durdur bu ölümleri…

Gazeteci Rojin Akın ve tiyatro sanatçısı Yeşim Büber…

9 Aralık 2010 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

WIKILEAKS BELGELERİ:

ABD DIŞ POLİTİKASI, SAVAŞA VE EMPERYAL İLİŞKİLERE DAYALI…

Wikileaks adlı internet sitesinde açıklanan belgeler, hem ABD dış politikasındaki kirli ve emperyal ilişkileri hem de savaş karşıtlarının yıllardır ısrarla vurguladığı bir dizi gerçeği açığa vurması nedeniyle önemlidir. Bu vesileyle bir kez daha ortaya çıkan gerçek şudur: ABD yönetimi, dünyanın dört bir yanında, çeşitli ülkelerdeki hükümetler, parlamentolar, şirketler, silahlı güçler ve medya kuruluşlarında oluşturdukları bağlantılarla, savaş politikalarını uygulayacak iklimi oluşturmak için çabalıyor. Örneğin, ABD’nin, Irak işgali öncesi Türkiye’de büyük bir savaş koalisyonu oluşturmak için uğraştığı; dönemin ABD Büyükelçisi, George Bush’un neo-con adı verilen şahin ekibinden Eric Edelman’ın 1 Mart 2003’te TBMM’de oylanan tezkerenin geçmesi için nasıl çabaladığı Wikileaks belgelerinden açıkça anlaşılıyor.

Aynı şekilde küresel savaş karşıtı hareketin bir parçası olarak örgütlenen Türkiye’deki savaş karşıtı kampanyaların etkisiyle 1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesinden sonra bu büyükelçinin ve ABD’li yetkililerin yaşadığı hayal kırıklığı da açıklanan belgelerde yer alıyor.

GİZLİ YAZIŞMALARDA İNCİRLİK ÜSSÜ…

Wikileaks tarafından açıklanan Amerikan Dışişleri yazışmalarında, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun İncirlik Üssü’ne karşı yürüttüğü kampanyadan da söz ediliyor. Küresel BAK, iki yılda bir uzatılan gizli bir kararnameyle, Irak ve Afganistan işgalleri için Amerika’nın kullanımına açılmış olan İncirlik Üssü gizli kararnamesinin içeriğinin halka açıklanması ve iptalini istiyor. Bu konuda kamuoyu oluşturuldu, savaş karşıtı milletvekillerinin soru önergeleriyle Meclis gündemine getirildi, savaş karşıtı hukukçular tarafından açılan iptal davası Danıştay’a kadar gitti ve mücadelemizi halen sürdürüyoruz. Belgelerden anlaşılıyor ki savaş karşıtları tarafından İncirlik Üssü’nün foyasının meydana çıkartılması ABD’li yetkilileri tedirgin etmiş.

YAYINLANAN BELGELER, SAVAŞ KARŞITLARININ VURGULADIĞI GERÇEKLERİN ALTINI ÇİZİYOR…

Wikileaks’in ortaya döktüğü savaş belgeleri, sadece Türkiye’yle ilgili değil. ABD’nin Pakistan’la nükleer silah için sürdürdüğü gizli ilişkiler, Çin’in Kuzey Kore’ye yönelik işgalci politikaları, ABD’nin bir yandan Rusya’yla iyi geçinir görünürken bir yandan da Rusya ile ilişkileri gerginleştirmek için çevirdiği dolapları açığa çıkarıyor.

Temmuz ayında yayınlanan 92.000 sayfalık Afganistan işgali belgeleri NATO’nun Afganistan’daki kanlı işgalde oynadığı rolü ve suçlarını açığa vuruyordu. Bütün bu belgeler, savaş karşıtları açısından yeni şeyler söylemiyor ama savaş karşıtlarının yıllardır vurguladığı gerçeklerin altını çiziyor.

İncirlik Üssü’ne, NATO’ya, NATO’nun ABD’nin savaş politikalarının bir taşeronu olarak oynadığı role, Türkiye’nin NATO’daki varlığına karşı yürütülen kampanyaların; askeri üslere ve füze kalkanı projesine karşı örgütlemeye çalıştığımız yeni kampanyanın önemi bir kez daha açığa çıktı. Bize düşen, savaşın sesini susturmak, barışın sesini yükseltmek için bu mücadeleye devam etmektir. ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton, ortaya dökülen yazışmalarla ilgili olarak, çeşitli ülke yöneticilerinden resmen özür diledi. Ama bu tür özürlerin, Irak’ta ABD işgalinin sonucu ölen yüz binlerce Iraklı açısından hiçbir anlamı yok.

İşgal altında inim inim inleyen Afgan halkı açısından bu özrün hiçbir anlamı yok!

Bir gün gelecek, barış kazanacak. Hükümetler savaş politikalarını sürdüremez hale gelecek. Savaş, işgal ve insanlık suçlarından sorumlu olanlar yargılanacak ve tarih önünde mahkum olacak.

Savaş karşıtlarının mücadelesi o zamana kadar devam edecek.

Kerem Kabadayı

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.