Önce Barış Kampanyası Basın Metinleri – 1 Ocak / 31 Aralık 2011

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

11 Ocak  – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

Barışa bir şans verin! Tutuklu Kürt siyasetçileri serbest bırakın

Kürt sorununun çözümü için barış yönünde adım atılıp atılmayacağında önemli bir dönemeç olan KCK toplu davasının duruşması 13 Ocak Perşembe günü Diyarbakır’da yeniden başlıyor. Duruşmaya çok sayıda Kürt siyasetçinin yanı sıra, ülkenin her yanından demokratik kitle örgütleri, barış hareketleri ve insan hakları kuruluşlarından temsilciler, aydınlar ve uluslar arası gözlemciler de katılacak.

Aralarında seçilmiş temsilciler, eski milletvekilleri ve belediye başkanları da olmak üzere 104’ü tutuklu, 154 BDP üyesinin yargılandığı bu dava, barış taleplerinin yükseldiği bir dönemde açılması ve yarattığı siyasi sonuçlar açısından son derecede önemlidir.

Gözaltına alınmadan, yargılama sırasında mahkeme heyetinin tutumuna kadar bazı emareler, bu davanın gidişatı hakkında soru işaretleriyle doludur.  Tutuklu siyasetçilerin siyasi talepleri ve sanıkların anadilinde savunma hakkı mahkeme heyetince reddedildi.

Sanıkların tahliye talepleri reddedildi. Duruşma sırasında tutukluların Kürtçe konuşması, “Bilinmeyen bir dil” olarak zapta g..eçirilerek tarihi bir ayıp daha yapıldı. Oysa sadece Türkiye halklarının değil, bütün dünyanın izlediği bu davanın gelişimi barış sürecini de olumlu yönde etkileyebilir. Bizim dileğimiz de bu yöndedir. 13 Ocak’ta yeniden başlayacak davada barışçı hassasiyetlere dikkat edilmelidir. Sanıkların talepleri olumlu yönde değerlendirilmeli ve BDP’li siyasilerin tahliyesine karar vermelidir. Barış sürecini güçlendirmek için, Kürtlerin anadilini konuşma hakkı üzerindeki keyfi baskılara bir son verilsin artık.Çünkü artık kimse çatışma ve ölüm istemiyor. Bu ülkede yaşanan acıların tekrarlanmasına, halkların birbirine düşman edilemsine, kaynakların insana, doğaya değil savaşa aktarılmasına artık izin vermeyeceğiz. Savaşın sesi susmalı, barışın sesi yükselmeli.

Bu yüzden tüm savaş karşıtlarını ve Kürt sorununun barışçı çözümünden yana olanları,  12 Ocak Çarşamba günü İstanbul’da yapılacak ‘Tutuklu Kürt Siyasetçilere Özgürlük İstiyoruz’ yürüyüşüne davet ediyoruz.

Şengül Çiftçi

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Yürütme Kurulu adına

12 Ocak  – Basın Açıklaması – İstanbul

13 Ocakta barış sürecine şans verin

Yarın önemli bir gün değerli arkadaşlar. Diyarbakır’da KCK davası yeniden görülmeye başlanacak. Dava yarın başlıyor. Gelecekten bugünlere baktığımızda 13 Ocak nasıl hatırlanacak? Emin olunuz ki hatırlanacak sonuç, Kürt sorununun çözümü ve demokrasi mücadelesinde kat ettiğimiz mesafe ile son derece alakalı olacak.

13 Ocak Kürt sorununun çözümü ve barış sürecinin yeni bir sıçrama yaşadığı gün olarak mı hatırlanacak? BDP’li tutukluların anadilde savunma haklarının kabul edildiği, tüm tutukluların derhal tahliye edildiği, Kürt halkının barış jestlerinin artık devlet tarafından görmezden gelinemez bir etkiye sahip olduğunun kanıtlandığı bir gün olacak mı 13 Ocak?

Yoksa hükümetin “tek, tek” diye avazı çıkarcasına MHP gibi haykırmaya devam ettiği ve barış fırsatının heba edildiği bir dönemin başlangıcı mı olacak 13 Ocak?

Başbakan bilinmeyen bir dilde halkı nasıl selamladığını halen anlatmış değil. Peki devletin kanalı TRT Şeş bilinmeyen bir dilde yayın yaparak, bilinmeyen insanlara mı yayın yapmayı amaçlıyor? Diyarbakır’da mahkeme heyeti “bilinmeyen bir dilde” savunma hakkını tanımıyor ama devletin kanalında o bilinmeyen dilde şarkılar söylenmesi serbest!

O nedenle 13 Ocak, bu türden çok sayıda saçma çelişkinin nereye evirileceğinin, çözüm yönünde bir adım atılıp atılmayacağının da saptandığı tarih olacak.

Şimdi, iktidara bir iş düşüyor: eğer gerçekten annelerin gözyaşlarına bu kadar değer veriyor, babaların yürek sızısını önemsiyor ve gençlerin ölümüne propaganda olsun diye değil de gerçekten karşı çıkıyorsanız, tüm etki gücünüzle, Diyarbakır’da yeniden başlayacak davada BDP’li tutukluların serbest bırakılması için çaba gösterirsiniz!

Kürt sorunun tartışılma düzeyi, birkaç sene önce hayal bile edilemeyeceğimiz bir aşamada olabilir. Tartışmak elbette iyidir ama sorunun çözümü yönünde devletin sonuç alıcı pratik hiçbir adım atmadığı düşünülürse, sadece tartışma düzeyinin genişlemesi çok da önemli değil.

Elmanın tadı hakkında tartışmak keyifli olsa da, unutmayalım ki, “elmanın tadı, hala, yenmesindedir”.

Esas mesele çözüm için pratik, somut olarak ne yapılacağıdır.

Demokratik özerklik tartışmalarında, pratik olarak ne yapmayı amaçladığınız belli: “Tek, tek, tek!”.

“Bilinmeyen bir dil” tartışmasında ne yapacaksınız; etiketlerde Kürtçenin serbest olması ama faturalarda yasak olması mı gerçekten sizin fikriniz?

Gerçekten BDP’li tutuklular anadillerinde konuştuklarında “bilinmeyen bir dilde” konuştuklarını düşünmeye devam mı edeceksiniz? Bunun adı da Kürt açılımı mı olacak?

Bu siyaset ezelden “tekliyor”! Kürtler için tekliyor; Aleviler için tekliyor; inançlı, başörtülü arkadaşlarımız için tekliyor.

Şimdi, 13 Ocağın arefesinde, bu durum hakkında her kim ya da kimler karar verecekse, her yetkilinin hatırlaması gereken bir gerçeği tekrar edelim. Anlaşılan o ki, bizim “artık anlaşılmıştır” dediğimiz gerçek henüz anlaşılmamış ve daha çok telaffuz edilmesine ihtiyaç var. Belki bu sayede illüzyonlardan kurtulma şansları olabilir: Kürt halkı olarak bilinen bir halk var, gerçekten! Bu bir! Ve ikincisi  bu Kürt halkı Kürtçe konuşur.

Kürt halkı çok uzun süreden beridir mücadele ediyor. Bu mücadeleyi sürdürenlerin stratejileri, barışçıl bir sürecin hakim hale gelmesini sağladı. Bu mücadelenin en başından beri ifade edilen temel bir amacı var: Kürt halkının her düzeyde, ama her düzeyde ulusal varlığının tanınması. Kürt halkını savaşarak yenemeyeceğini kabul edenler, siyasal ve demokratik çözüm yönünde, lafta da olsa adım atmak zorunda kaldılar. Kürt halkının ulusal varlığı her düzeyde tanınana kadar, mücadele etmeye devam edenler, barışı bir şans olarak, bir fırsat olarak bir kez daha kapının önüne kadar getirdi. Bu kapıyı açıp, uzatılan barış elini tutup tutmayacağına karar verecek olanlar, iyice düşünmelidirler.

Bizler ise, arzulanan barış sürecinin yüklerinin en azından bir kısmının, Kürt halkının sırtından alınmadan demokrasinin gelişemeyeceğini öngördüğümüz için Özgürlük İstiyoruz İnisiyatifi olarak, yürüyoruz, yürümeye devam edeceğiz. Kürt halkının uzattığı barış elinin güçlenmesi için, barış şansının kaçırılmaması için, “Kürtler Kürtçe konuşur” demek için.

BDP’li tutukluları derhal serbest bırakın!

Arkadaşlarımızı serbest bırakın!

Barışa bir şans verin!

Eren Keskin

Di sêzdehê Rêbendanê de şanşekî bidin pêvajoya aştiyê!

Sibê rojekî girîng e hevalino. Doza KCK’ê li Amedê dê ji nû ve were dîtin. Doz sibê dest pê dike. Dema ku em ji pêşerojê li paşeroja xwe binêrin dê 13’ê Rêbendanê çawa bê dîtin. Bi vê yekê bawer bin ku dê bi mesafeya ku me di pirsgirêka kurd û têkoşîna demokrasiyê de pêş de biriye ve dê têkildar be.

13’ê Rêbendanê dê ji bo çareseriya pirsgirêka kurd û pêvajoya aştiyê bibe rojeke girîng? Wê 13’ê Rêbendanê bibe roja qebûlkirina mafê bi zimanê zikmakî xwe parastinê yê girtiyan, roja tehliyekirina hemû girtiyan, roja dîtina vê yekê ku jestên aştiyê yên gelê kurd xwediyê vê hêzê ye ku êdî nikare ji aliyê dewletê ve were pişt guh kirin?

An jî 13’ê Rêbendanê dê bibe roja vê yekê ku hikumet wekî MHP’ê bi qasî ku dengê wî derdikeve diqîre û dê bibe roja destpêka pêvajoya hebakirina fersenda aştiyê?

Hê jî serokwezîr negotiye ka çawa bi zimanekî nayê zanîn silav li gel kiriye. Heke wisa ye, kanala dewletê TRT Şeş, hewl dide bi ‘zimanê nayê zanîn’ li mirovên nayê zanîn  weşanê dike? Li Amedê heyeta dadgehê “bi zimanekî nayê zanîn” mafê parastinê nanase lê belê di wê kanala dewletê de bi wî zimanê nayê zanîn stran gotin serbest e!

Niha barek dikeve ser milên desthilatdariyê: Heke ku hûn rondikên dayikan ji bo we ev qas biqiymet e, jana dilê bavan ji bo ve girîng e û hûn ne ji bo propagandayê, jidil li hemberî kuştina ciwanan derdikevin, bi hemû hêza xwe ve, hûn ê ji bo doza ku li Amedê ji nû ve dest pê dike ji bo serbest berdana  girtiyên BDP’ê bikevin nav hewldanan.

Dibe ku asta nîqaşkirina pirsgirêka kurd, çend sal beriya niha di rewşeke ku nayê tehmînkirin de be. Helbet nîqaşkirin baş e, lê heke ku ev yek li ber çavan bê girtin ku dewlet ji bo çareserkirina pirsgirêka kurd tu gavên pratîk navêje, bi tenê bilindbûna asta nîqaşkirinê ne girîng e. Her çend derbarê tema sêvê de nîqaş bikêyf be jî divê em ji bîr nekin ku ‘tema sêvê hê jî ji xwarina sêvê ye.’

Meseleya sereke ew e ku ji bo çareserkirinê kîjan gavên pratîk dê werin avêtin. Di nîqaşên xweseriya demokratîk de, bi awayekî pratîk hûn dixwazin çi bikin eşkere ye: yek ziman, yek al,  yek netew.

Hûn ê di nîqaşa zimanê ku nayê zanîn de çi bikin? Bi rastî jî daxwaza we di etîketan de serbest berdana kurdî lê di fatureyan de qedexekirina wê ye?

Bi rastî jî dema ku girtiyên endamên BDP’ê bi zimanê xwe yê zikmakî diaxivin hûn ê bibêjin ‘ew bi zimanekî nayê zanîn diaxivin?’ Dê navê wê jî bibe lêvebûna kurd?

Ev siyaset ji berê ve dike yeke yek! Ji bo kurdan,elewîyan, jî bo hevalên me yên bawermend, sergirtî dike yeke yek.

Niha beriya 13’ê Rêbendanê ji bo vê rewşê her kê dê biryarê bide, em rastiyeke ku her peywirdarek divê ji bîr neke dubare bikin: Xuya ye, rastiya  ku me jê re gotiye êdî hatiye fêmkirin hê jî nehatiye fêmkirin û hê gelek ihtiyaç bi bilêvkirina wê heye. Heye ku saya vê şansê wan ê ji ilîzyonan rizgarbûnê hebe. Bi rastî jî gelekî ku wekî gelê kurd tê zanîn hey. Ev yek. A duyemîn gelê kurd bi kurdî diaxive.

Gelê kurd ji zû ve têdikoşe. Stratejiyên kesên ku vê têkoşînê didomînin, bû sedema hakimbûna pêvajoyeke aştiyane. Ji destpêka vê têkoşînê ve armanceke sereke ya vê heye. Di her warî de pejirandina hebûna neteweyî ya gelê kurd. Ên ku pê hesiyane ku nikarin bi şer gelê kurd têk bibin di warê siyasî û demokratîk de ji bo çareseriyê ne ji dil be jî mecbûr man ku hin gavan bavêjin. Kesên ku heta hebûna neteweyî ya gelê kurd bê nasîn têdikoşin wekî şansekî, wekî fersendekî, careke din aştî heta li ber derî anîn. Divê ku ew kesên ku biryara derî wekirinê û destê aştiyê yê dirêjkirî bigrin, baş bifikirin.

Em jî, ji bo ku barê pêvajoya aştiyê qet nebe hinek ji ser milên gelê kurd were rakirin, ku em difikirin ku ev nebe demakrasî bi pêş ve naçe, wekî Însiyatîfa Em Azadiyê Dixwazin, dimeşin û em ê meşa xwe bidomînin. Ji bo ku ev destê aştiyê yê gelê kurd xurt bibe, ji bo şansê aştiyê neyê windakirin, ji bo ku em bibêjin “gelê kurd bi kurdî diaxive”,

Bila girtiyên endamê BDP’ê serbest werin berden!

Hevalên me serbest berdin!

Şansekî bidin aştiyê…

Veysi Altay

19 Ocak  – Basın Açıklaması – İstanbul

4 Yıldır Hrant Yok!

Büyük bir aile olarak dördüncü defa buradayız. Artık akraba olduk. Kardeşimiz Rakel’in söylediği gibi, bizi acılarda akraba ettiler. Böyle anma günlerinde bazen asıl konudan uzağa savruluyoruz. Direnişi simgeleyen sözlerimiz, mahkeme kapılarına gelince, dışarıda kalıyor.

Bazı resmî kurum ve kişilerin, çok örgütlü bir planla, büyük bir uyumla canından ettikleri Hrant Dink’in can hakkını biz ailece savunabilir miyiz buradan? Savunduğumuzu sanırız ama sözde kalır. Sözde kalmasa artık… Somut bir savunma olsa. Arat kardeşimizin geçen seneki sözleri kulağımızda. Yıllardır, durmadan çoğalan ölülerimizle, bazen, içimizden yükselen bir hissin sesi, o sözler.

“Ben bu dünyanın camını, çerçevesini indirmek istiyorum. Babamın büstü var bir tane. Onu kırmak, parçalamak istiyorum. Ben büstleri sevmiyorum, ben insanları seviyorum”

Böyle bir kıstırılmışlık hali ve hukuksuzluğun sürekliliği içindeyken siz, en sevdiğinizi sanki bir daha bir daha öldürüyorlarmış gibi oluyor… Sanki sizi o katletme anıyla birlikte alıp da bir kafesin içine tıkmışlar gibi…

Oyalamışlar, göz göre göre yalanlar söylemişler, resmen alay etmişler. Hiçbir çıkış kapısı bırakmamışlar. Bizim yerimizde olsanız ne yapardınız? Hrant Dink cinayetinde adı geçen, çeşit çeşit kurumlardaki, tek tek herkese soralım: Size böyle davransalar siz ne yaparsınız?

Sizi bilmeyiz, ama biz sadece mezarlıklara ve mahkemelere gidiyoruz. O da eğer varsa. Kin ve intikam duygularıyla gitmiyoruz. Yüzleşmek için, gerçeği bütün boyutlarıyla görebilmek için gidiyoruz. Ve elbet, bu tür cinayetler bir daha asla işlenmesin, gelecek kuşaklar böyle bir utancı yaşamasın, taşımasın diye.

Dört yıldır, sorduğumuz sorular hâlâ havada.  Ama öğrendiğimiz bir şey var: bu tür cinayetleri artık sadece “siyasi cinayet” “linç” “katliam” gibi sözlerle tanımlamayacağız.

Çünkü, var olan yasalar, şimdilik yetersiz kalsa da, bunların, “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” kapsamına girdiğini biliyoruz. Meçhulden kurtulduk. Artık bir adımız var.

Adımızı biliyoruz ama bu cinayetleri kimlerin aydınlatacağını bilmiyoruz.

Bilmek, görmek istiyoruz. Neredesiniz?

Hrant için, adalet için.

Nükhet İpekçi

Hrant’ın Arkadaşları adına

3 Şubat  – Pınar Selek ile Dayanışma Basın Toplantısı – İstanbul

Bugün burada, on üç yıldır sürmekte olan ve artık hukuk ihlâli olmayı aşıp hukuk cinayetine dönüşmüş bir davada son bir kez adalet aramak için toplandık. Seslerini kamuya ve yetkililere duyurma gücünde olan sizleri, iki kez beraat ettiği davadan müebbet hapis istemiyle yeniden yargılanmak ve mahkûm edilmek istenen sosyolog-yazar Pınar Selek adına adaleti savunmaya ve konuya sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Yargıtay 9. Dairesi ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun aleyhte bozma kararları nedeniyle 9 Şubat’ta yeniden yargı önünde olacak Pınar Selek, Türkiye’nin en zorlu dönemlerinden birinde Kürt sorununa ilişkin yaptığı çalışmaya el konulmuş bir bilim kadını. Görüştüğü kişilerin isimlerini açıklamadığı için ağır işkencelere maruz kalmış, önce “örgüte yardım ve yataklık” sonrasında ise 1997 Temmuzu’ndaki Mısır Çarşısı patlaması ile ilişkilendirilmeye çalışılarak katliam sanığı yapılmaya çalışılmış şiddet karşıtı bir barış mücadelecisi.

Pınar Selek’in nasıl bilinçli bir komployla kuşatıldığını anlamak için birkaç noktayı anımsamak bile yeterli. Mısır Çarşısındaki patlamadan iki gün sonra gözaltına alınan Pınar Selek’e  bu süreçte patlamayla ilgili tek bir soru bile sorulmadı. Selek, patlama ile birlikte anılan ismini cezaevinde televizyon ekranlarından izledi. Dava süreci boyunca hazırlanan onu aşkın bilirkişi raporunda patlamanın bomba yüzünden değil gaz patlamasından olduğu, bombaya dair hiçbir bulguya rastlanmadığı kerelerce ifade edildi. Selek aleyhine sunulan tek delil; davanın diğer sanığı Abdülmecit Öztürk’ün eylemi birlikte gerçekleştirmiş oldukları yönündeki işkence altında alınmış polis ifadesiydi. Öztürk bütün duruşmalarda Pınar Selek’i tanımadığını, böyle bir ifade vermeye işkence altında zorlandığını defalarca yineledi. Ancak hukuk skandalı o noktalara vardırıldı ki, Öztürk hakkında aleyhte temyiz yapılmadığından, kendisi hakkında Mısır Çarşısı patlamasına ilişkin verilen beraat kararı kesinleşirken Öztürk’ün ifadesine dayanılarak Pınar Selek için müebbet ceza isteminde bulunmaya devam ediliyor. Mahkeme Pınar Selek’i iki kez beraat ettirmişken Yargıtay, bir kez daha mahkûm etmeye çalışıyor.

Dava sürecini değerlendirebilmek ve nasıl bir hukuk ayıbıyla karşı karşıya olunduğunu görmek için hukukçu olmaya gerek yok. Sahte tutanaklar, dönemin İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından mahkemeye yazı gönderme yoluyla yapılan hukuk dışı müdahaleler, karartılan deliller, yalan ifadelerle dolu dosyalardaki bilgiler ve bunları bir bir çürüten büyük hukuk mücadelesi, adalet peşinde olan herkesi isyan ettirecek açıklık ve kesinlikte.

Pınar Selek’in neden böyle bir komploya kurban seçildiği sorusu ise davaya ilişkin akıl tutulmasına yola açan bunca hukukdışılığın nasıl gerçekleşmiş olabildiğinden olduğundan daha önemli. “Neden Pınar Selek?” sorusunun cevabı bizzat onun kimliğinde, kişiliğinde, yaşamında saklı. O, Kürt sorununun çözümden militarizme, eril savaş dilinden kadınların özgürlüğüne; farklı cinsel yönelimleri yüzünden marjinalize edilen insanlardan sokak çocuklarına, bütün mağduriyetlere karşı aktif mücadeleden hiç geri durmadı. Sözünü eylemle pekiştirdi, kitlelere ulaştı. Sahiciliği ve kendi korumak nedir bilmeyen açıklığı ile tabu yıkıcılığı yaptı. Mısır Çarşısı’nda patlatılan sözde bomba değil, tabu konulara attığı söz, eylem, bilinç ve vicdan bombalarıdır dosyasındaki aleyhte deliller. Bu yüzden onu bu denli yok etmek istediler.

Ama başaramadılar. Başaramadıkça bileylendiler. Türkiye’nin Dreyfus davası olmaya aday bu davada, bütün aksi çabalara karşın adalet bugüne kadar iki kez galip geldi, mahkeme Pınar’ı iki kez beraat ettirdi. Kamu vicdanı ise onun masumiyetine ve haklı mücadelesine daha ilk günden kenetlendi. Aradan geçen yıllar tabloyu billurlaştırdı, Pınar Selek, yurtiçi ve yurtdışında sadece adalet arayışının değil dayanışmanın, müdahil ve etkin muhalifliğin de simgesine dönüştü.

Şimdi bir kez daha mahkemenin hür iradesini göstermekte direnmesini bekliyoruz. Şimdi bir kez daha hep birlikte nihai beraati bekliyoruz. Sadece Pınar Selek hak ettiği adalete kavuşsun, on üç yıldır süren bu kâbus sona ersin diye de değil; onun şahsında mücadele edilen adil, özgür bir Türkiye hepimizin vazgeçilmez ihtiyacı olduğu için.

Derya Alabora

7 Şubat  – Hrant Dink Davası Basın Açıklaması – İstanbul

BU CİNAYETİN SAHİBİ ARTIK DEVLETTİR.

Yaklaşık üç hafta önce, arkadaşımız Hrantı vurulduğu yerde tam dördüncü defa andık. Bizlerle birlikte, bu memleketin postallar altında ezilmiş, işkencehanelerde paramparça edilmiş vicdanı da haykırdı. Adaletsiz yaşayamazsınız, dedik. Bu vicdan suçunu kaldıramazsınız, dedik. Bu cinayetin sahibi artık devlettir, kendinizden kaçamazsınız, dedik.

Onlar, anlaşılan bize kulak vermemekte ısrarlı. Hrant Dink cinayeti, üstünden dört yıl geçmesine rağmen hâlâ doğru dürüst soruşturulmuyor. Cinayet davası niyetine, gerçek sorumluların yakınına bile yaklaşmayan bir müsamere sürdürülüyor. Hrantın öldürülmesinin yolunu açan, buna yardım eden, göz yuman, katili kahraman yapmaya çalışan, soruşturmayı karartmak için düzmece rapor düzenleyen, mahkemeye düzgün bilgi vermeyen, velhasıl elinden geleni ardına koymayan devlet görevlileri soruşturulmasın, yargılanmasın diye hâlâ herkes seferber. Seferber olanların başında da yargı geliyor. Hrantı söylemediği sözlerden ötürü mahkûm ederken en ufak rahatsızlık duymayan yargı sistemi, bu işte kusuru olan valileri, emniyet müdürlerini, polisleri, askerleri korumak için canla başla çabalıyor.

Hükümetin bu cinayetin sahiden aydınlatılması, böylece devletin biraz daha temizlenmesi için parmağını oynatmaya niyeti yok. Hangi gizli ve kirli ittifakın icabıdır, bilemiyoruz, ama gerçek katilleri saklayan ve koruyan mekanizmaya halkın oylarıyla iktidara gelmiş hükümet de dahildir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi çok açık bir karar verdi. Sadece Türkiye Cumhuriyetini mahkûm etmekle kalmadı, sizin yargıçlarınız ırkçı dedi. Hepsi hâlâ görevde. Emniyet görevlileriniz, güvenlik güçleriniz kusurlu, dedi. Hepsi hâlâ görevde.

Biz, cinayet davası adı altında sürdürülen müsamereye inandığımız için burada değiliz. Biz, cinayet için namus meselesi diyenlerin sözüne kandığımız için burada değiliz.

Biz, siyasî iktidardan, hükümet olmanın en basit gereklerini yerine getirmesini istemek için buradayız. Yargı, adalet kelimesinin sözlük anlamını nihayet öğrensin diye buradayız. Böyle bir cinayeti soruşturmayacaksanız, sizin savcılarınız, polisleriniz niye var? İcra takibi yapmak için mi? Devlet gücünü, yetkilerini, imkânlarını kullanarak kendi vatandaşını öldüren çeteyi yargılamayacaksanız mahkemeleriniz niye var? Trafik suçları için mi? Kendi görevlileri en ağır suçları işlerken tek derdi onları koruyup kollamak olan bir mekanizmaya devlet denmez.

Hrantın öldürülmesinden bu yana yaşananlar, hepsini gayrımeşru kılıyor, farkında bile değiller. Ya da belki, umursamıyorlar. Televizyonlarını açıp Mısırda olup bitenleri seyretsinler: Günün birinde umursatırlar insana.

Mahatma Gandhi şöyle demişti: Önce seni görmezden gelirler, sonra seninle alay ederler, sonra seninle mücadele ederler, sonra sen kazanırsın.

Yavuz Bingöl

Hrant’ın Arkadaşları adına

SAVAŞSIZ BİR DÜNYA İÇİN ULUSLAR ARASI BULUŞMANIN SUNUMLARI

  1. 1. Oturum: Önce Barış (Kürt sorunun önemi ve güncelliği)

Kalıcı Barışı Nasıl Sağlayacağız

Şenol Karakaş

Kalıcı barış koşullarına nasıl ulaşacağımız gerçekten de günümüzün en önemli, en can yakıcı tartışmalarından birisini oluşturuyor. Ancak barışın nasıl sağlanacağının cevabını vermek için öncelikle savaşı yaratan koşulların neler olduğuna ve bunları nasıl ortadan kaldırabileceğimize bakmalıyız.

Şu anda 2 bine yakın Kürt siyasetçisi KCK Davası adı verilen bir davada yargılanıyor ve seçilmiş politikacıların siyaset yapma hakları ellerinden alınıyor. Kürtçe mahkemede yine “anlaşılamayan bir dil” olarak anıldı. ‘Demokratik açılım’ olarak başlayan süreçte bugüne kadar hiçbir somut adım atılmadı. Kürt hareketinin taleplerinin ciddiye alındığını gösteren hiçbir işaret verilmedi.

Defalarca tek taraflı ateşkes ilan eden Kürt hareketinin, 1 Mart’tan itibaren ateşkes sürecini tek taraflı olarak bozması bekleniyor. Çünkü bugüne kadar, Kürt halkının talepleri yönünde en küçük bir adım bile atılmadı. Hükümet, görmezden gelen tavrıyla kalıcı barışın sağlanmasının koşullarını bir kez daha elinin tersiyle itti. Dolayısıyla bu savaşın sorumlusu öncelikle hükümet ve devlettir.

Hükümet, henüz vakit varken bir dizi adım atmalıdır. Bu adımların ne olduğu ise çok açık. Kürt halkı zaten bunları yıllardır dillendiriyor.

Bunlardan birisi, Mart ayında hükümetten barış fırsatını değerlendirme yönünde olumlu adımlar gelmezse ateşkes sürecini yeniden değerlendireceğini açıklayan Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü konusunda atılması beklenen adımlardır. Hükümetin bu konuda adımlar atması bizim de talebimizdir. Kürt siyasetinde göz ardı edilemeyecek bir aktör olan Öcalan, bu sürece daha aktif bir biçimde katkı yapması için tecrit durumundan kurtulmalı, siyasal alana daha doğrudan müdahale edebiliyor olmalıdır.

Kürt halkının anadilinde eğitim yapma hakkı, Kürtçe’nin resmi yazışmalarda da kullanılan bir dil olarak tanınması, barış sürecinin sürmesi ve gelişmesi için atılacak önemli bir adım olacaktır. KCK duruşmalarında mahkeme heyetinin Kürtçe’yi bilinmeyen bir dil olarak nitelemesi, anadilde eğitim, anadilde savunma hakkının neden önemli olduğunu göstermektedir.

Uyduruk delillerle düzenlenen operasyonlarla gözaltına alınan ve yargılanmaya başlanan Kürt siyasilerin derhal serbest bırakılması, barış sürecinde hükümetin adım atmaya niyetli olduğunu gösterecek en önemli davranış olacaktır. Seçilmiş siyasilerin, BDP üyelerinin ve milletvekillerinin kelepçelenerek tutuklanması, aylarca mahkemeye çıkartılmadan bekletilmesi, mahkeme sürecinde tutukluların Kürtçe savunma hakkının gasp edilmesi, Kürt halkı açısından kabul edilemez bir durumdur. Bu ise ateşkes sürecinin devamını zorlaştıran en önemli faktörlerden birisidir.

Kürt halkı, ulusal varlığının her düzeyde tanınmasını istiyor. Bu, “Tamam, Kürtler vardır” demekle olmaz. Kürtlerin varolmasının göstergesi olan somut adımların atılması gerekir. Kürt halkının tanınması, bu tanıma sürecinin anayasal bir güvence altına alınması demektir. Bugünden, yeni anayasada, her türlü ayrımcı, dışlayıcı tanımın kaldırılacağı; Kürt halkının haklarının güvence altına alınacağı yeni bir anayasanın hazırlanacağı güvencesi verilmelidir. Bir güvence de Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulması yönünde atılacak adımlar olabilir.

Kürt halkı savaş değil, iş, barış, ekmek ve özgürlük istediğini her seferinde dile getiriyor. Tüm ateşkesi süreçleri, bu gerçeğin bir kanıtı olarak, hep tek taraflı ve hep Kürt hareketi tarafından ilan edildi. Fakat ne zaman ateşkes ilan edilse, hükümetler, yöneticiler Kürt sorununun ortadan kalktığını düşünmeyi tercih ediyor. Bu da savaşın bugünlerde olduğu gibi, yeniden başlamasına neden oluyor. Kürt halkı tüm yok sayma politikalarının karşısında var olduğunu, canlı olduğunu, mücadeleye hazır olduğunu gösteriyor.

Dolayısıyla, kalıcı barışın sağlanması çok mümkün ve bunun nasıl olacağı da çok açık. Bugünlerde Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da, ‘yeter artık’ diye ayaklanan halkların neler yapabileceğini görüyoruz. Bunlar aynı zamanda bize, her şeyin olabileceğine, değişimin gerçekleşebileceğine dair umut veriyor. Aynı şey barış için de geçerli, barışın sağlanması mümkün. Ama bunun için öncelikle bu savaşı yaratan nedenlerin ortadan kaldırılması gerekiyor ki burada ilk görev hükümete ve devlete düşüyor. Çünkü, bugüne kadar söz verip adım atmayan hep hükümet ve devlet oldu.

Eğer hükümet yeniden savaşın tırmanmasını istemiyorsa, açılım adı verilen dönemin başlangıcına dönmeli ve inkâr etmekten vaz geçmelidir.

Ve halklar barış şarkılarını kendi anadillerinde söylesin…

Ronayi Önen

Toplumsal barışın inşasında üzerinde durulması gereken konulardan biri de dil hakları ve anadil meselesidir. Tarihçi Braudel, dil=kimlik der.  Dil toplumsal iletişimin en önemli aracıdır; dünyayla kurduğumuz ilişki dil üzerinden şekillenir ve dilimizin sınırlarıyla belirlenir. Dil toplumsal kimliğin tamamlayıcı unsurudur.

Anadili, dünyaya gelişinden itibaren  bireyin ruhsal edinimlerinin, duygularının, bilgilerinin, kültürünün biçimlendiği ve taşıdığı ortamdır. Birey gözünü anadiline açar ve hayatı bu dille anlamlandırır. Duygusal ve bilişsel gelişim anadilinde; anadiliyle gerçekleşir.

Bu yüzdendir ki anadili bireyin kişiliğinin ve kimliğinin bir parçasıdır ve birey dilini kaybettiğinde kimliğini var eden temel unsurlardan birini; duygusal ve düşünsel dünyasını inşa ettiği temel harcı kaybeder.

Amerika’da yaşayan Polonyalı yazar Eva Hoffman  “Lost in Transition” isimli kitabında şöyle der;

“Artık, bir iç dilim yok. Onsuz, iç dünyama ait resimler de puslu ve silik oluyor. O resimler ki; onların yardımıyla dış dünyayı kendi iç sesimize dönüştürebilir, iç dünyamıza kabul edebilir, sevebilir ve kendimize ait kılabiliriz ancak”

Anadili, iç dünyamızı inşa ettiğimiz ve dış dünyaya sunduğumuz dildir.

Dil, sadece iletişim aracı değil aynı zamanda kültürün de taşıyıcısıdır. Dil, bir halkı ya da topluluğu birleştiren, ortak hedeflere yönlendiren, sosyal olarak yeniden üreten bir kültürel miras ve tarihsel zenginliktir. Dil ortak toplumsal hafıza, deneyim ve toplumsal kodların üreticisidir. Ve tüm bunların yeni nesillere ulaşması da yine dil sayesinde gerçekleşir. Bunun gerçekleşmesi için ise dilin yaşaması gerekir.

Bir dilin yaşaması için gerekli koşullardan birisi de o dilin eğitimde kullanılmasıdır. Eğitimde kullanılan bir dil sürekli gelişir, yeni ihtiyaçlara göre farklı alanlarda yeniden şekillenir, yeni terim ve kavramlarla zenginleşir. Eğitimde ve kamusal alanda yasaklanan ve kullanılamayan bir dil ise yok olmaya mahkûm edilmiştir.

Uluslararası pek çok anlaşma ve metin anadilinde eğitimin en temel insanlık haklarından biri olduğunu belirtir.

Anadilinde eğitimin birey için önemi uzmanlar tarafından da dikkat çekilen bir husustur.  Jim Cummins, çocuğun dilinin ret edilmesinin, kimliğinin ret edilmesi olduğunu belirtir. Çocuk anadilini okulun dışında bırakmak zorunda kaldığında, O’nu var eden her şeyi; duygularını, düşüncelerini, kendini ifade edebilme yetisini okulun dışında bırakmak zorunda kalır.

Bu durum ise çocuğun kendini var etme sürecinde ciddi travmalar yaratır. Kendine güvenini zedeler, bilişsel gelişimini sekteye uğratır, dışlanmış hissetmesine yol açar. Çocuğun kendini bu atmosferin ve toplumun bir parçası olarak hissetmesini engeller. O’na anlatılanlar gerçek hayatta ifadesini bulmaz, hayatı anlamlandırma süreci hasar görür.

Çocuk anadilinde değil iyi bir altyapısı olmayan ikinci bir dille eğitim aldığında çoğu zaman iki dilde de düşünsel ve duygusal olarak gelişemez. Bilişsel gelişimi çocukluk sürecinde takılır kalır. Türkiye’de milyonlarca Kürt çocuğunun başına gelen de budur.

Uzmanlar uyarır; çoğu zaman bilmediği kendini ifade edemediği bir dil dayatıldığında çocuk bu dile düşman kesilir. Daha da kötüsü çocuğun bu dille ilişkili her şeye hatta dili konuşan topluma bile düşman olmasıdır.

Türkiye’nin dil politikalarına baktığımızda tek dilliliğin kutsandığını, çok dilliliğin yok edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu coğrafyanın otokton halklarının dilleri yıllarca yok sayılmış ve inkâr edilmiştir. Kürtçe de inkâr edilen dillerden biridir ki dili inkâr edilirken Kürt halkının varlığı da inkar edilmiştir. 90’lı yıllara kadar Kürtçe yazılması, okunması, yayın yapılması hatta şarkı söylenmesi bile yasaklanmıştır. Hala Kürt halkının dili ile kimliği ile kendini var etmesi engellenmektedir.

Böylesi bir ortamda; diller arasında yani halklar arasında böylesi bir hiyerarşi varken toplumsal barıştan bahsetmenin imkanı yoktur. Barış eşitlik üzerinden gelişir.

Kürt halkı bu hiyerarşinin giderilmesi, hakları ve özgürlükleri için yıllardır mücadele etmektedir.  Tabi ki Kürt dili ve Kürtçe eğitim konuları Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesinden bağımsız düşünülemez. Dil haklarının savunulması Kürt halkının siyasi olarak var olması ve siyasi bir statüye sahip olması ile ilgilidir. Kürt halkı var olmak ve legal alandaki saygınlığına kavuşmak adına siyasi güce ve statüye sahip olmalıdır. Yani Kürt halkı siyasi kaderinde söz sahibi olmalıdır. Toplumsal barış isteniyorsa bunun önünün açılması gerekir.

Demokratik toplum kongresi, Aralık ayında yaptığı Demokratik Özerklik çağrısı ile Kürtlerin siyasi bir güç olarak yaşadıkları topraklar üzerinde var olması çağrısı yaptı. Bu çağrı tüm siyasal hakların çağrısı oluğu gibi anadilinde eğitimin de çağrısı oldu. Kürtler kendi dillerinde var olmak istiyorlar, yarım kalmış iki dilde değil, bu çağrı bunun işaretidir.

Kürt göçü almış Türkiye şehirlerine gelince, iki dilli eğitim modelleri veya anadili öğretimini önermek mümkündür.

Uzmanların belirttiği gibi çift dillilik çocuğun bilişsel gelişimini olumlu anlamda etkiler. Çocuğun yaşama uyum sağlamasını, toplumun bir parçası hissetmesini sağlar. Çocuğu kendisi ve toplumla barışık kılar, huzurlu olmasını, güvende hissetmesini, barışçıl davranmasını sağlar.

Türkiye’nin metropollerinde, Kürtçe konuşulan ortamından koparılmış, göç ettirilmiş sayısız çocuk var. Tarlabaşında gönüllü olarak yürüttüğüm bir çalışmada o çocuklardan bir grup ile birlikteyim. Onlarla Kürtçe konuşuyorum ve yaşadıkları karmaşık ruh haline tanıklık ediyorum. Çocuklar kendilerini güvende hissetmiyorlar, evlerindeymiş gibi değil de yabancı gibi hissediyorlar. Çünkü onlardan dillerini evlerinde bırakmaları istenmiş. Bu yüzden kendileri ile bazen aileleri ile ve toplum ile barışık değiller. Bazıları anadiline, bazıları ise Türkçeye karşı tepkili. Bense onları anadilleri ile barıştırmak gayreti içindeyim. Özgüvenlerini ve saygınlıklarını yeniden kazansınlar diye.  Kürtçe konuşarak, yüreklerine dokunmak istiyorum, çünkü anadilidir duygularını harmanlayıp dış dünyaya aktardığın dil. Ve anadilini kaybeden iç sesini kaybetmiştir. Yaşadığımız coğrafyada kaybolma tehlikesi altında olan pek çok dil var. Bu dillerin yaşaması ve tarihe meydan okuması için gerekli koşullar yaratılmıyor. Ve dillerinin kaybolması ile o dili konuşanların iç sesi kayboluyor “lal” oluyor. Ve toplum “lal” olunca barış “lal” oluyor.

Bırakın barışın sesi bütün dillerde çıksın… Ve halklar barış şarkılarını kendi anadillerinde  söylesin.

BÖLGESEL ÖZERKLİK VE BİYOBÖLGELER

Ümit Şahin

Ekolojist düşüncenin önde gelen isimlerinden Kirkpatrick Sale, biyobölgeciliği tanımlarken yaşadığımız yerle ve onun toprağıyla, suyuyla, rüzgârıyla olabilecek en yakın ilişki içinde olmayı başarmamız, onun yollarını, kapasitelerini ve sınırlarını öğrenmemiz, onun ritmini kendi modelimiz, onun kurallarını rehberimiz, onun meyvelerini ödülümüz yapmamız gerektiğini söyler.

Sale’e göre yaşamı ve üzerinde yaşadığımız bölgeyi bir arada anlamamızı sağlayan biyobölge  kavramının yadırgatıcı olmaması gerekir: “Bir an için durup düşündüğünüzde ifade ettiklerinin hiç de garip bir yanı olmadığını göreceksiniz; eğer ilk anda kulağınıza garip geliyorsa bu da kendimizi onun bilgeliğinden ne kadar uzaklaştırmış olduğumuzun – ve şu anda ona ne çok ihtiyacımız olduğunun – bir kanıtıdır. ”

Gerçekten de yapay olarak çizilmiş ulus devlet sınırlarının ve merkezi yönetimlerin biçimlendirdiği bugünün dünyasında biyobölge kavramının temsil ettiği şey her şeyden önce insanın endüstriyel sistem içinde doğayla kaybetmiş olduğu ilişkinin yeniden tanımlanmasıdır. Kentlerde yaşayan ve ekonomik ilişki ağında hizmet ve mal üretirken,  ya da tüketici olarak yaşarken üretim-tüketim bandının ayırt edilemez bir parçasına indirgenmiş olan insanlar, doğayı kendi dışlarında akıp giden bir şey olarak algılar, çoğu zaman da yalnızca alt edemediklerinde veya tehdit haline geldiğinde hesaba katarlar. İnsanın doğanın bir parçası olduğu düşüncesi çoğu zaman söylem düzeyinde kalır. Hepimiz kendimizi tarihsel süreçte biçimlendirdiğimiz insan yapımı çevrenin bir parçası olarak kurgular, doğayı ise bu kurgunun ürettiği bir dille tanımlarız. Siyasetin kurgusu da böyledir. İnsan doğa ilişkisi siyasette ya araçsal bir biçimde ele alınır, ya da alternatif politikanın sözlüğüne hapsedilerek görmezden gelinir.

İdari yapılar da savaş meydanlarında veya masa başında çizilen sınırların ve eski imparatorlukların veya feodal yönetimlerin kalıtı olan biçimlerin yansımasıdır. Doğal sınırları aşar, parçalar, böler, görünmez kılarlar. İdari sınırlar iktidar mücadelesinin ve ekonomik çıkar çatışmasının bir sonucu olarak belirlenir, merkezileşir ve değişmez hale gelirler.

Ekoloji düşünceleri içinde insan merkezciliği reddetmesiyle ayrı bir yere sahip olan derin ekolojinin yakın akrabası kabul edilen biyobölgeciliği öneren Kirkpatrick Sale kavramı şöyle tanımlıyor:

“Bir biyobölge, kabaca sınırları insanlar tarafından değil doğa tarafından dikte edilen, çevresindeki diğer bölgelerden flora, fauna, su, iklim, topraklar ve yeryüzü şekilleri özellikleri ve bu özelliklerin var ettiği insan yerleşimi ve kültürleri tarafından ayrılan bir yeryüzü parçasıdır. Bu gibi sınırlar genellikle çok keskin değildir –doğa daha esnek ve akıcı işler yapar– ama bölgelerin genel kontürlerini ayırt etmek çok da zor değildir ve gerçekten de o bölgede yaşayanların çoğu tarafından muhtemelen bir şekilde hissedilebilir, anlaşılabilir ya da algılanabilir, özellikle de toprakla hâlâ iç içe olanlar, çiftçiler ve hayvancılar, avcılar ve balıkçılar, ormancılar ve botanikçiler tarafından…”

Biyobölgecilikte yerli halkların yaşadıkları toprağa dair derin bilgisinin, ya da ekolojik bilgeliğin önemi büyüktür. Kadim toplulukların yok edildiği veya asimile edildiği yerlerde, yani dünyanın büyük bölümünde, toprağa ve doğaya bağlı bir yaşayan bölge anlayışının oluşması, bunun da idari yapıya yansıması bundan böyle ancak ekolojist mücadelenin bir kazanımı olabilir. Bu nedenle merkezi yönetimlerin ağırlığının yerel topluluklara ve bölgelere aktarılmasını savunan yerinden yönetim ve özerklik tartışmalarında ekolojik bakış açısını bize hatırlatacak olan biyobölgeci anlayışın vurgulanmasını önemli buluyorum. Bu vurgu bize aynı zamanda sadece siyaset bilimine dair bir tartışma yapmadığımızı, konunun tarihsel, sosyolojik, ekolojik ve ekonomik ilişkilere dair boyutlarının ne kadar belirleyici olduğunu da hatırlatacaktır. Kimliğin oluşumunda dil ve tarih kadar coğrafya da önemlidir. Şairin dediği gibi “insan yaşadığı yere benzer”.

Küçük güzeldir

Yeşil düşüncenin vazgeçilmez mottolarından biri olan “küçük güzeldir” Budist ekonominin savunucusu E.F. Schumacher’in kavramsallaştırdığı bir anlayıştır. Schumacher, ekonomik ve toplumsal ilişkilerde Lewis Mumford’ın tarif ettiği megamakineye karşı doğaya ve insana yakın ölçeği savunur. Üretimde, tüketimde ve toplumsal yapıda erişilebilir küçüklükteki yapılar aynı zamanda yerel demokrasiyi de mümkün kılar. Schumacher şöyle der:

“Demokrasinin, özgürlüğün, insan saygınlığının, yaşam düzeyinin, kendini gerçekleştirmenin, doyumluluğun anlamı nedir? Mallarla ilgili bir şey midir, yoksa insanlarla mı? Doğal ki bir insan sorunudur söz konusu olan. İnsanlar da ancak küçük, kavranabilir gruplar içinde kendilerini bulabilirler. Bu bakımdan birçok küçük ölçekli birimle işleyebilen belirli bir yapı çerçevesi içinde düşünebilmeliyiz.”

Oysa bugünün endüstriyel uygarlığı büyük yapılar üzerine kurulmuştur. Mumford’ın piramitleri ve gökdelenleri örnek vererek anlattığı ve militarizmi, iktidarı ve yıkıcılığı simgeleyen pentagon metaforunu oluşturan kavramlar büyük ve merkezi idari yapıları anlamak için de kullanılabilir: iktidar, prestij, mülkiyet, üretkenlik ve kâr . Bu merkezi yapılar, teknolojinin yardımıyla endüstriyel sistemin sarsılmaz bileşenleri hale gelmiştir. Bugün yeniden doğrudan demokrasiyi, katılımcılığı ve yerinden yönetimi tartışmaya başlarken, aslında endüstriyel sistemin dayattığı büyük ve merkezi yapıların, belki yine teknolojik dönüşümlerin de yardımıyla çözülebileceği bir düzeni, daha yerel, daha ekolojik, doğaya ve insani ölçeğe daha yakın, küçük ve erişilebilir yapıların mümkün olduğu bir düzeni yeniden düşünmeye başlıyoruz.

Yerinden yönetimi de bu ekolojik ilkelerin ışığında düşünmenin paha biçilmez bir değeri var. Yerinden yönetim sadece doğrudan demokrasiyi daha mümkün kılmakla, katılımı, ya da insanların kendi yaşamı ve geleceği hakkında karar verme hakkını yaşama geçirmekle ve kolaylaştırmakla kalmaz, aynı zamanda siyasetin günlük hayatı düzenleyici rolünü insanların etkisine açık ve erişilebilir hale getirir. Bu da ancak doğa insan ilişkilerini yansıtan belli bir coğrafi alanda ve kavranabilir ölçekteki yapılarda mümkündür.

Oysa mevcut merkezi düzen hem siyaseti katılıma kapatmakta, hem de yerel görünümdeki yapılarda bile merkezi etkiyi her şekilde dokunulmaz kılmaktadır. Üstelik Türkiye örneğinde yerinden yönetim ve özerklik gibi tartışmalar asıl tartışma düzlemine oturmasını imkansız kılacak biçimde üst bir dilde tartışılmaktadır. Benim önerim, yerinden yönetimi ve bölgesel özerkliği öncelikle sosyal, ekonomik ve ekolojik bir içerikte kavramak ve bunu her şeyden önce bir yerel demokrasi tartışması olarak görmektir.

Türkiye’de aşırı merkeziyetçilik ve bölgesel özerklik

Türkiye’de özerklik tartışmaları Kürt sorunu merkezinde yapılmaktadır. Kuşkusuz hem Kürt sorununun çözümünde yerelde kendi kendini yönetmenin ve merkezi etkinin azalmasının büyük önemi olduğu, hem de Kürt siyasal hareketinin özerklik tartışmasında önemli bir önceliğe ve birikime sahip olduğu yadsınamaz . Ancak özerklik tartışmalarının Kürt sorununun çözümündeki katkısının da ancak meselenin Kürt sorunuyla sınırlı olmaktan çıkarılmasıyla mümkün olduğu söylenebilir. Bu durumun nedeni Kürt sorunu çevresindeki tartışmaların yaratacağı milliyetçi tepkinin yıkıcı etkisinden çok, yerinden yönetimin sağlayacağı olanakları anlamamızı ve bölgesel özerkliğin ne kadar mümkün ve geçişin ne kadar kolay olduğunu  görmemizi zorlaştırmasıdır.

Türkiye’de mevcut aşırı merkezi idari yapı 81 dar bölge (vilayet) üzerine kuruludur. Kendi yerel yönetim yapıları (belediyeleri) olan büyük ve küçük kentler ve kasabalar, genellikle en büyüğü  ekonomik ve idari merkez olan  bu dar bölgelerden birine bağlıdır. Her vilayet kendi “bölgesel parlamentosuna” sahiptir. İl Genel Meclisi adı verilen bu parlamentoların üyeleri yerel seçimlerde siyasi partilere verilen oylarla seçilirler. Meclis başkanı da bu seçilmiş üyeler arasından seçilir .

Ama vilayet düzeyindeki bu dar bölgesel parlamento aslında İl Özel İdaresi denen karma bir yapının üç unsurundan biridir. İl Özel İdaresi, İl Genel Meclisi dışında Vali ve İl Encümeninden oluşur. İl Encümeni de seçilmiş ve atanmışların oluşturduğu karma bir yapıdır . Yani ilk bakışta bir tür bölgesel parlamento olan ve yerel bir siyaset ve katılım odağı olması gereken İl Genel Meclisleri hem kendi içinde bölgesel düzeyde bir hükümet kuramadığı, hem merkezi olarak atanan kişi ve kurumların vesayeti altında olduğu, hem de yetkileri çok sınırlı olduğu için sadece görünüşte bir bölgesel parlamento sayılabilir.

İl Özel İdareleri belediyesi bulunmayan kırsal yerleşimlerde belediyecilik hizmetinden sorumludur, kent ve kasabalarda ise belediyelerin yanında sönük kalır ve sınırlı bazı alanlarda merkezi idarenin aracısı olarak görülürler. Bu nedenle özellikle büyük kentlerde yaşayan insanların İl Genel Meclislerinin yapısından ve üyelerinden, hatta bazı durumlarda varlığından bile haberdar olduğunu söylemek zordur.

Türkiye’deki İl Genel Meclislerinin esin kaynağı olan Fransız vilayet sisteminde tarihsel süreç içinde meclis üyelerinin elde ettikleri nüfuz ve kazandıkları yetkiler, zaman içinde Fransız idari yapısının ademi merkezileşmesine giden yolu açmıştır . Türkiye’de ise 2004’deki sınırlı reformlar bile büyük ölçüde dönemin  cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosuyla karşılaşmıştır. Bu gelişim vilayet ölçeğindeki bu dar bölge parlamentolarının merkezi vesayetin etkisinden kurtulamamasına ve özerkleşme tartışmalarında bir örnek olarak algılanmamalarına yol açmaktadır.

Yine de vilayet sisteminin yarattığı bir tür bölgesel aidiyet algısını  ve yerel seçimlerde belediyeler dışındaki bir yerel meclis için de oy kullanma davranışını yerinden yönetimi güçlendirecek reformlar için zemin olarak değerlendirmek o kadar da iyimserlik olarak görülmemelidir. Üstelik Türkiye’de insanlar yavaş yavaş da olsa bölgesel kalkınma ajansları yoluyla 26 daha geniş bölgeyle ve resmi istatistiklerde yoluyla da en geniş 12 bölgeyle tanışmış durumdadır.

Avrupa Birliği’nden Türkiye’ye bölgesel özerklik için düşünme olanakları

Avrupa’nın yerel yönetimlerin güçlendirilmesi anlayışının esaslarını teşkil eden Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı her ne kadar AB’nin değil, Avrupa Konseyi’nin metni olsa da, tüm üyeleri aynı zamanda Avrupa Konseyi üyesi olan AB ülkelerinin yerel yönetim politikalarının da ilkesel temelini teşkil eder. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı yerel yönetimlerin önemi, yerinden yönetimin demokrasiyle kopmaz bağı, katılımın önemi gibi ilkeleri imzacı ülkelerin demokrasi ve yönetim anlayışının temeli haline getirir. Türkiye de bazı maddelerini onaylamadığı bu sözleşmenin tarafıdır. Avrupa Birliği’nde yerinden yönetim politikaları geliştirilmeye devam edilmekte, en son Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi üye ülkeler bölgesel parlamentolar kurarak yönetsel yetkilerin yerele devrinde yol kat etmektedir.

Avrupa Birliği’nin yerel yönetim politikaları bölgeler arası ekonomik eşitsizliklerin ve kalkınma düzeyleri arasında farkların derinleşmesini önlemeyi amaçlar. Bu anlamda bölgelerin oluşumunda bir standardizasyon öneren NUTS sistemi  ülkelerdeki idari özerk yapıların sınırlarını belirlemeyi değil, sadece üye ülkelerdeki istatistiklerin standardize edilmesini ve ekonomik gelişmenin bölgesel dağılımının takip edilmesini amaçlar. NUTS sisteminin topluluk bölgesel istatistiklerinin derlenmesi, geliştirilmesi ve uyumlu hale getirilmesi; bölgelerin sosyoekonomik analizlerinin yapılabilmesi ve topluluğun bölgesel politikalarının oluşturulmasına gibi amaçları vardır.

Avrupa Birliği’nde 2003’den bu yana kullanılan NUTS sisteminde AB’ye üye ve aday ülkeleri 3 düzeyde bölgelere ayrılır. En geniş bölge olan NUTS 1’lerin nüfusu 3-7 milyon arasında, orta kademe olan NUTS 2’lerin nüfusu 800 bin-3 milyon arasında, en dar bölgeler olan NUTS 3’lerin nüfusu 150-800 bin arasında olmalıdır (Şekil 1).

Ülkelerin idari yapısını değiştirmeyi öneren bir sistem olmamakla beraber, bu sistem bize yine de önemli düşünme olanakları sağlıyor. Örneğin Yunanistan’ın 2010’da yaptığı ilk bölgesel parlamento seçimlerinde esas aldığı bölgeler ülkeyi 13 bölgeye ayıran  NUTS 2 bölgeleridir (Şekil 2). Almanya gibi idari yapısı federasyon olan bir ülkede eyaletler NUTS 1’e denk düşmektedir. İspanya, İtalya, Hollanda gibi farklı bölgesel özerklik  modelleri kullanan ülkelerde de bu bölgesel sistem bir şekilde NUTS sistemine uyarlanmıştır.

Türkiye’deki NUTS 2 bölgeleri ise her biri ortalama olarak yaklaşık 3 vilayeti bir araya getiren 26 bölgedir. İstanbul, Ankara ve İzmir’in ayrı birer bölge olduğu NUTS 2 sisteminde örneğin  Kayseri, Sivas ve Yozgat, Kayseri NUTS 2 bölgesini, Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt, Mardin NUTS 2 bölgesini oluştururlar. Bu sistem halen AB uyum sürecinin bir parçası olan bölgesel kalkınma ajanslarının kurulması için kullanılmaktadır (Şekil 3).

Türkiye’de NUTS sistemine göre en büyük 12 bölge ise şunlardır: İstanbul (yine tek başına bir bölgedir), Doğu Marmara, Batı Marmara, Ege, Batı Anadolu, Orta Anadolu, Akdeniz, Batı Karadeniz, Doğu Karadeniz, Ortadoğu Anadolu, Kuzeydoğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu. Bu bölgelendirme de halen TÜİK ve diğer kurumlar tarafından istatistiksel amaçlı olarak kullanılmaktadır (Şekil 4). En küçük bölgeler olan NUTS 3 bölgeleri ise mevcut 81 vilayettir.

Bu bölgelendirme sistemini hatırlatmamın nedeni, Türkiye’deki idari sisteme yeni bir gözle bakmadan yerinden yönetimi ve özerkliği konuşmanın imkansız olmasıdır. Mevcut sistemde siyasi hesaplarla yeni vilayetler kurulmakta, büyük kentler çevresindeki kent ve kasabaları yutarak büyümekte, vilayetler dar da olsa bölge niteliğini yitirmekte, bir tür başkanlık sistemi ile yönetilen büyükşehir belediyeleri yerel demokrasiyi tahrip ederek bütün ülkeye yayılmaktadır.

Oysa Türkiye makul büyüklükte 20 civarında veya örneğin NUTS 2 bölgelendirmesindeki gibi 26 bölgeye bölünebilir ve büyük kentler hariç ortalama nüfusu 2-3 milyon olan bu bölgelerde kurulacak olan bölgesel parlamentolar yoluyla yerinden yönetim hayata geçirilebilir.

Bu bölgelerin belirlenmesinde şu anki NUTS bölgelenmesinde dikkate alınmayan biyobölge yaklaşımı da hesaba katılmalıdır.

Akarsu ve tarım havzaları ve biyobölgeler

Kirkpatrick Sale’in dediği gibi biyobölgeler yörede yaşayan, özellikle de doğaya ve toprağa yakın olan insanlar tarafından bir şekilde anlaşılabilir, hissedilebilir. Örneğin Karadeniz’de yolculuk yapan herkes Çoruh vadisiyle ya da Küre dağlarıyla kıyı şeridinin arasındaki ayrımı fark eder veya Doğu Akdeniz’den Antakya düzlüğüne geçtiğinizde çok şey değişir. Bu ayrım sadece yer şekilleriyle değil, aynı zamanda iklimle, bitkilerle, hayvanlarla, üretilen ürünlerle ve elbette kültürle ilgilidir.

Biyobölgelerin de hesaba katıldığı bir bölgesel yapının ülke çapında belirlenmesi söz konusu olduğunda kuşkusuz daha bilimsel yöntemler kullanmak zorunda kalacağız. Halihazırda elimizde bu amaçla kullanabileceğimiz iki harita bulunmaktadır: Bunlardan biri akarsu havzalarına, diğeri ise tarım havzalarına aittir.

Akarsu havzaları özelikle su yönetiminde ve doğal yaşam araştırmalarında önemi olan doğal sınırları belirler. Biyobölge yaklaşımına en uygun doğal sınırların akarsu havzalarında kendini gösterdiğini söyleyebiliriz. Türkiye’de Gediz, Susurluk, Ceyhan, Seyhan, Yeşilırmak, Kızılırmak gibi toplam 26 (veya Fırat havzası aşağı, orta ve yukarı olmak üzere üçe bölündüğünde 28) akarsu havzası bulunur (Şekil 5).

Tarım havzaları ise Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından “Ekolojik olarak benzer olan, ülkenin idari yapılanmasına uygun, yönetilebilir büyüklükte ve tarım ürünlerinin ekolojik ve ekonomik olarak en uygun yetiştirilebildiği bölgeleri ifade edecek şekilde” belirlenmiştir. Tarım havzalarının belirlenmesinde amaç elbette tarımsal üretimin daha iyi yönetilmesidir. Ancak bölgeler belirlenirken iklim, toprak, arazi sınıflandırması, topografya ve yetiştirilen ürünler gibi çok detaylı ekolojik ve tarımsal veriler kullanılmıştır. Bu çalışmada binlerce veri değerlendirilerek Türkiye önce iklim, topografya ve toprak verilerine göre 190 tarım havzasına ayrılmış, daha sonra bu bölgelerin sayısı ürün desenleri, yönetilebilirlik ve ekolojik benzerlikler dikkate alınarak 30’a indirilmiştir (Şekil 6) .

Türkiye’de halen değişik amaçlarla kullanılmakta olan bu 28 akarsu havzası ve 30 tarım havzası bir arada değerlendirilip mevcut idari yapı ve sayıları sırasıyla 12 ve 26 olan NUTS 1 ve 2 bölgeleri de dikkate alınarak, ekolojik olarak kısmen biyobölge özelliklerini taşıyan, kültürel ve tarihsel olarak da birbirine yakın ve yönetilebilir büyüklükte yeni idari bölgeler belirlenebilir. Böylece çok dar ve birbirinden çok farklı özellikler gösteren 81 vilayet yerine, büyük şehirler hariç ortalama nüfusları 2-3 milyon civarında olan bu yeni bölgelerde kurulacak olan bölgesel parlamentolar ve bu parlamentolar içinde oluşturulacak bölgesel hükümetler yoluyla yerinden yönetim gerçek anlamda hayata geçirilebilir.

Bu bölgesel parlamentolar bugünkü yerel yönetim anlayışında olduğu gibi sadece belediyecilik hizmetlerine değil, sağlık, eğitim, kültür ve sosyal ve ekonomik hayatın pek çok boyutuna dair kararları çok daha halka yakın ve katılımcı bir şekilde alabilirler, insanlar da bölge yönetimlerini seçerken kendi yaşamlarına ve günlük hayatlarına dair politikaları genel seçimlerde olduğundan daha fazla dikkate alırlar.

Sonuç

Kuşkusuz ademi merkezileşme veya yetkilerin merkezden yerele devri her yönüyle olumlu ve sorunsuz bir süreç olmayacaktır. Denetlenmediğinde ve iyi işleyen bir demokrasi ile birlikte gitmediğinde yerelin yetkilerinin artması yolsuzlukların devam etmesine ve yerel tiranların oluşmasına neden olabilir. Hatta yerele yetki devri kamusal kaynakların özel şirketlere ve kişilere aktarılması için bir paravan görevi de görebilir.

Ancak bölgesel özerk yönetimlerin oluşmasının, yerinden yönetim anlayışının ve yerel demokrasinin gelişmesiyle el ele gittiği bir durumda halkın yönetime ve karar süreçlerine katılımı artacak, merkezden atanan yöneticilerin seçilmişler üzerindeki vesayeti ortadan kalkacak, Türkiye çok daha iyi yönetilebilir, demokrasinin tabana yayıldığı bir ülke haline gelecektir. Biyobölge yaklaşımı da insan doğa ilişkilerinin bir demokrasi sorunu olarak algılanmasını ve insanların çevresini daha iyi tanıması sağlayacak, doğanın korunmasının sadece etik veya estetik bir mesele olmadığı, bölgenin ekonomik çıkarıyla da doğrudan bağlantısı olduğu daha iyi anlaşılabilecektir.

Yerinden yönetimi ve katılımı amaçlayan böyle bir bölgesel özerkleşme, tek başına ne Kürt sorununun çözümünü sağlayabilir, ne de Türkiye’nin siyaset sistemini tek başına onarma gücüne sahiptir. Ama Türkiye’de yaşayan bütün insanlarının, kendi yaşadığı yerde kendini nasıl yöneteceğini tartışan bir yaklaşım bölgesel özerklik deyince neden bahsettiğimizi daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Aksi takdirde bayrak gibi ayrıntılarda bütün enerjimizi harcayıp meselenin özüne hiçbir zaman değinemeyebiliriz.

* Ümit Şahin, Dr., Halk Sağlığı Uzmanı. Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü, Üç Ekoloji Dergisi Yayın Yönetmeni

ŞEKİL ALTLARI

Şekil 1 – Avrupa Birliği ülkelerinde NUTS bölgeleri a- NUTS 1 bölgeleri, b- NUTS 2 bölgeleri, c- NUTS 3 bölgeleri

Şekil 2 – Yunanistan’da bölgesel parlamentoların kurulduğu NUTS 2 bölgeleri

Şekil 3 – Türkiye’deki 26 NUTS 2 bölgesi

Şekil 4 – Türkiye’deki 12 NUTS 1 bölgesi

Şekil 5 – Türkiye’deki 28 akarsu havzasının sınırları

Şekil 6 – Türkiye’de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından belirlenen 30 tarım havzası

  1. 2. Oturum: Ortadoğu’da Diktatörlükler, İşgal ve Toplumsal Barış Mücadelesi-Mısır Deneyimi

Mısır Devrimini nasıl değerlendirmeliyiz!

Judith Orr

Dünya, geçmişte kendi hayatını yönetemeyeceğini söyleyen, küçük görülen sıradan insanlar tarafından yeniden şekillendiriliyor. On yıllardır Batı tarafından desteklenen diktatörlüklerin ve monarşilerin devrildiğine şahit oluyoruz. Yanılgıya düşmeyelim, bu olaylar sadece bu kısa zaman dilimi içerisinde olmuş ve bitmiş olaylar değildir. Bunlar, kuşaklar boyunca gelecekte tartışacağımız, inceleyeceğimiz tarihsel olaylardır. Her şey, Tunus’ta kendisini çok umutsuz hisseden bir gencin kendisini yakarak intihar etmesi ve bunun sonucunda bölgede tarihsel bir mücadelenin patlak vermesiyle başladı. Bu mücadele, Libya’da ve başka ülkelerde hala devam ediyor.

Libya’da olup bitenler egemen sınıfların iktidarlarını korumak ve sürdürmek için yapacaklarının hiçbir sınırı olmadığını gösteriyor. Libya’da sıradan insanlar Kaddafi’den kurtulmak için muazzam bir mücadele veriyorlar ve bunun karşılığında vahşi bir baskı ile karşı karşıya kalıyorlar. İnsanlar çok vahşice öldürülüyor. Şimdiye kadar yüzlerce kişi katledildi, ve muhtemelen önümüzdeki günlerde bu rakamın bugün verilenden çok daha yüksek olduğunu göreceğiz. Çünkü şu anda ölenlerin sayısı konusunda doğru rakamı söylemiyorlar. Ama insanlar hala mücadele etmeye devam ediyor. Bence bu sürecin en çarpıcı yönlerinden bir tanesi, sıradan insanların dünyanın en güçlü ve baskıcı devletleri ve rejimleri ile nasıl cesaretle çarpıştıklarını görmek. Üstelik sadece çarpışmıyorlar, bu arada kendi hayatlarını da örgütlüyorlar. Yemek dağıtımını, sağlık hizmetlerini, ulaşımı örgütlüyorlar ve tüm bunları kendileri için yapıyorlar. Bahreyn’de,  Ürdün’de, Yemen’de, Cezayir’de, Fas’ta  gösteriler oluyor. Fas’tan İran’a kadar tüm bu mücadele dalgasından muaf kalan tek bir ülke bile kalmadığını görebilirsiniz. Hepsi birbirinden farklı düzeylerde gelişiyor ama hepsinin toplamına baktığımızda, insanlar ‘artık yeter’ dediklerinde neler olabileceğini görüyoruz.

Tüm bu devrimlerin arkasındaki asıl itici güç Mısır Devrimidir. İngiltere’de patronların gazetesi olan Financial Times, Mısır’ın önemli olduğunu söyledi. Bunu derken aslında, Mısır’ın küresel ekonomideki yeri ve emperyalist güçler açısından öneminden dolayı kendileri için önemli olduğunu söylemek istiyordu. Mısır önemli, çünkü bu bölgedeki diğer ülkelere önderlik ediyor. Büyük bir coğrafyaya ve 80 milyon gibi büyük bir nüfusa sahip ve aynı zamanda politik olarak da bölgeye egemen. Dolayısıyla ABD ve müttefikleri bölgede olanlardan dolayı, Bin Ali ve özellikle Mübarek’in gitmiş olmasından dolayı dehşete düşmüş durumdalar. Hatırlayın, Obama uzun zaman taraf olmadı. Ancak Bin Ali ve Mübarek’in gideceği kesinleştikten sonra demokrasi ve özgürlük nutukları artmaya başladı. Çünkü aslında Mübarek ABD’nin çok önemli bir müttefikiydi ve Obama Mübarek’i kaybetmek istemiyordu. Dolayısıyla Batı. şu anda Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki müttefiklerinin domino taşları gibi arka arkaya devrilişini izliyor. Ve çok korkuyorlar, çünkü gidenlerin yerine kimlerin geleceğini bilmiyorlar. Biz de bilmiyoruz ama büyük olasılıkla bu kişiler tamamen Batı’nın kuklası olmayı kabul etmeyecek kişiler olacak. Bugüne kadar bu liderler, Batı ile yakın ilişkilerinden dolayı ceplerine milyarlarca dolar indirdiler. Batı’dan gelen yardım paralarını halkları için değil tank ve bomba yapmak için kullandılar. Ben Tahrir Meyda’nındayken insanlar bana kendilerine atılan gaz bombalarını gösterdiler, hepsi ABD yapımıydı, halka sıkılan bütün kurşunlar ABD yapımıydı. Tahrir Meydanı’nda halka attıkları göz yaşartıcı bombaların içinde kullanım tarihi çoktan geçmiş olanlar bile vardı. İsanlar şöyle diyordu; ‘bize sadece ABD yapımı göz yaşartıcı bomba atmıyorlar, aynı zamanda kullanım tarihi geçmiş ABD yapımı bomba atıyorlar’. Fakat bu aynı zamanda onların protestoculara ellerine geçen her şeyi atacak kadar umutsuz olduklarının da bir göstergesiydi.

Bazıları, ‘ama şimdi de ordu işbaşında, dolayısıyla bu bir devrim değil’, diyorlar. Bu büyük bir yanılgı. Bu bir devrim, çünkü milyonlarca sıradan insan Mısır’da ve Tunus’ta ‘artık yeter’ demeye karar verdiler ve sokaklara döküldüler. Ordunun şu anda Mısır’da çelişkili bir durumda olduğunu düşünüyorum. Mısır’da bir çok insan ordunun kendi taraflarında olduğuna inanıyor. Ordu konusunda yanılsamaları var, ordunun hala eskiden olduğu gibi anti-sömürgeci, ulusalcı ordu olduğunu düşünüyorlar ve dışarıdan gelen saldırılara karşı kendilerini savunacağına inanıyorlar. Fakat ordu böyle yapmayabilir, devrimi durdurmaya çalışabilir, daha ileri gitmesini engellemeye çalışabilir. Bu, çok mümkün. Bunun olmasını önlemenin tek yolu devrimin devam etmesi. Fakat, Mısır halkının bu tehlikenin farkında olmadığını söylemek doğru olmaz. Çünkü farkındalar. Mübarek gittikten sonra Mısır’a gittiğimde herkes sokaklarda dansediyordu, kutlamalar yapıyordu, fakat o zaman bile tehlikelerin farkındaydılar. Eğer ordu kendi isteklerini yerine getirmezse Tahrir Meydanı’nın yolunu bildiklerini ve ikinci bir devrim yapacaklarını söylediler. Devrim sırasında Mübarek’in çeteleri atlarla ve develerle meydana saldırdıkları günlerde insanlar, hareket etmesinler diye tankların paletleri arasında uyudular. Dolayısıyla hem orduya bir tür güven duyuyorlardı hem de devrimlerine sahip çıkıyorlardı. Ama ordunun tankları onlara karşı da yürütebileceğinin farkındaydılar. Bu iki duyguyu aynı anda yaşıyorlardı. Devrim bir gece değil, aylarca, hatta yıllarca sürebilecek bir süreçtir. Biz şu anda sadece bu sürecin başındayız.

Bu süreç 25 Ocak’ta düzenlenen gösterilerle başladı ve gösteri çağrısı yapan içinde bir çok farklı unsurun yer aldığı bir koalisyondu. Fakat özellikle son yıllarda Irak’taki savaşa karşı mücadele ve Filistin sorunu ve son yıllarda gelişen işçi hareketi daha açık politik faaliyet sürdürme olanağı sağlamıştı. Mübarek çok uzun süre gitmeyi reddettiği için insanlar daha da radikalleştiler ve politikleştiler. Bütün devrimler gibi bu devrim de kitlelerin büyük bir öfke patlaması olarak başladı. Tek bir talep vardı, ‘Git’. Bu sözcüğü meydanın her yerinde görebilirdiniz. İnsanlar yüzlerini ‘Git’ yazıları ile boyamışlardı. İngiltere’de yaşayan Tunus’lu bir yoldaşımın söylediği gibi korku yer değiştirdi. Eskiden insanlar rejimlerden korkuyordu, artık rejimler insanlardan korkuyor. Dolayısıyla Mısır’da ve Libya’da tüm saldırılar ve devletin kullandığı şiddet insanları durdurmadı. Güvenlik güçleri halka her ateş açtığında dağılsalar bile sonra tekrar geri geldiler. Victor Hugo, ‘Dünyanın en güçlü ordusu bile zamanı gelmiş bir fikri durduramaz’, der. Bence şu anda bölgede tam da böyle bir durum yaşanıyor. ‘Hayır’ diyen, karşı çıkan milyonlarca sıradan insandan söz ediyoruz. Orduda, özellikle ordunun daha alt kesimlerinde görev yapan askerler bu insanların çocukları ve tabii ki askerler kendi ailelerine ateş etmek istemeyecektir.

Meydandaki insanlar karşı karşıya oldukları tehlikelerin farkındalar. Günler ve geceler boyunca o meydanı işgal ettiler. Ellerine taşıdıkları dövizlerde ‘meydanda kal ya da öl’ yazıyordu. ‘Biz Şili değiliz’ diyorlardı, çünkü kaybederlerse öleceklerini biliyorlardı. Bu nedenle de meydanda kalmaya devam ediyorlardı. Bu, insanların adanmışlık duygusunun ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Tunus halkıyla dayanışmak için yapılan bir gösteri birdenbire bütün Mısır halkının ve hatta bütün bölge halklarının kaderini belirleyecek bir savaşa dönüştü. Bu ülkelerin yöneticileri eğer biraz daha fazla para verirlerse insanları susturabileceklerini düşünüyorlar. Örneğin Suudi Arabistan kralı kamu harcamalarına 37 milyar dolar daha para ayıracağını duyurdu. Fakat Ekonomist dergisi bile şunun farkında ki Arap halkları sadece ekmek değil, saygınlık, insan gibi muamele görmek istiyorlar. Bu insanların hem ekonomik hem de politik talepleri var. Dertleri sadece daha fazla para değil. Bu insanlar özgürlük istiyorlar, gelecekleri hakkında karar verebilmek istiyorlar, bu baskı altında yaşamak istemiyorlar.

Mısır’da devrimin doğası hakkında da bir şeyler söylemek istiyorum. İnsanlar, Tahrir Meydanı’nda kaldıkları süre içerisinde kendi hayatlarını kendileri örgütlediler. Polisi ve provakatörleri meydana almamak için güvenlik komiteleri kurdular. Çeteler saldırdığında doktorlar yaralıları meydanın etrafındaki camilerde ameliyat ettiler. Belirli apartmanların önüne eczaneler kuruldu, böylece ihtiyacı olanlar ilaçlarını buralardan temin edebildiler. Meydanda karşılaştığım bir doktor bana, yardım etmek amacıyla 25 Ocak’ta meydana geldiğini ve aradan on gün geçmesine rağmen o gün bugündür hala meydanda olduğunu anlattı. Meydanda, üzerinde ‘tanklara değil, fırınlara gaz verin’ yazan dövizler vardı. Polis olmadığında kaos çıkacağını düşünenler yanıldılar çünkü insanlar bana şöyle diyordu, ‘düzeni sağlamak için polise ihtiyacımız yok, biz kendi düzenimizi kendimiz sağlarız. Şu anda Kahire’de, bu şehrin merkezinde eski günlerden çok daha güvendeyiz.’ Örneğin devrim sırasında tek bir kiliseye, camiye saldırı olmadı. Meydan da bir kadın bana ‘korkmuyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır korkmuyorum, burası benim için çok ilham verici’, dedim. ‘Sen korkmuyor musun?’ diye sordum. ‘Hayır korkmuyorum, bu gece Mısır’daki en güvenli yer Tahrir Meydanı’, dedi. Bunu söylerken çok samimiydi, çünkü o meydan o gece onlarındı, onların kontrolü altındaydı. Fakat sadece insanların kendi kendilerini nasıl örgütledikleri değildi mesele. Yaratıcılık, müzik, şiir, sokak sanatı, her şey vardı.

Kadınlar bu devrimin, meydandaki her tür organizasyonun merkezinde yer alıyorlardı, ama aynı zamanda yürüyüşlere katılıyorlar ve mücadele ediyorlardı. Mübarek’in çeteleri saldırdığında kadınlar meydandaki kaldırım taşlarını söktüler. Çünkü o meydan devrimin merkeziydi, kazanımıydı, onu savunmak zorundaydılar. Yoksa kaybedeceklerinin biliyorlardı. ABD ve müttefikleri Afganistan ve Irak’ı işgal ettiklerinde kadınları özgürleştireceklerini söylüyorlardı. Onlar silahların ucuyla kadınları özgürleştiremezler. Mısır halkı o meydanda kadınları özgürleştiriyor. Hepsi o meydanda gece ve gündüz kendi gelecekleri için mücadele ettiler.

Peki bundan sonra ne olacak? Şu anda kontrol ordunun elinde. Gizli polis ve devlet hala duruyor. Devrim iki nedenden dolayı başarılı oldu; birincisi insanlar meydanları ve sokakları terketmediler. İkincisi, işçi sınıfı sahneye çıktı. Devrimi işçi sınıfı başlatmadı. Bazıları bundan dolayı bunun bir devrim olmadığını söylüyorlar. Bu çok saçma. Devrimler genellikle kitlelerin öfke patlaması biçiminde başlar. Mısır’da bir süreden beri devam eden bir işçi hareketi vardı zaten. Devrimin önkoşullarını bu mücadeleler yarattı. Devrimin ilk günlerinde işverenler iş yerlerini kapattılar, dolayısıyla grev yapmak zaten mümkün değildi. İşyerleri tekrar açıldığında işçiler grev yapmaya başladılar ve talepleri özgürlük, Mübarek’in gitmesi, daha iyi ücret, daha iyi çalışma koşulları, yolsuzluğun yok olması ve demokrasiydi. Dolayısıyla işçi hareketi devrimi başlatmadı ama devrimin kazanmasını sağladı. Grevler hala devam ediyor. Geçtiğimiz haftalarda Mahalla’da grev yapan işçiler kazandılar. Birçok yerde patronları fabrikalarından kovdular. Mübarek’in gitmesinden iki gün sonra ben oradayken sigorta işçileri daha iyi çalışma koşulları için greve çıkmıştı. Havaalanında çalışan işçiler grevdeydi. Geçici olan iş sözleşmelerinin sürekli hale gelmesini ve beğenmedikleri patronlarının gitmesini istiyorlardı. Bu tür şeyler şu anda bütün bölgede oluyor, grevler hareketi daha da ileri götürüyor. İnsanların çoğu bana ‘henüz hiçbir şey bitmedi’ diyorlardı. Çünkü bu, gerçek bir değişimin gerçekleşmesi için devam etmesi gereken bir süreç.

Son olarak Batı’da Müslüman Kardeşler ve onların devrimdeki rolü konusundaki histeriden bahsetmek istiyorum. Batı’daki liderler hepimizin bu devrimlerden korkmasını istedikleri için bunların İslamcı devrimler olduğunu söylüyorlar. Bu çok saçma. Müslüman Kardeşler önemli bir güç fakat azınlık. Ayrıca, devrime önderlik etmediler, etmek istemediler. Eğer seçimler olursa bazı üyeleri seçilebilir, ama zaten seçimlere katılıp seçilme hakkına sahipler. Onlar da Mübarek yönetimi dönemindeki baskılardan çok çekti ve aynı zamanda bunlara karşı mücadele etti. Fakat azınlık durumundalar. Ama çoğunluk bile olsa fark etmez, demokrasi bu. Seçimlerde aday olma ve seçilme hakkına sahipler. Fakat kimse bunun İslami bir devrim olduğunu söylemesin, çünkü öyle değil. Bundan çok fazlası. Mısırlıların yüzde 40’ı günde 2 dolarla geçinerek yaşıyorlar. Bu zengin bir ülke, bol miktarda doğal kaynağa sahip bir ülke. Dolayısıyla bu, bir gün mutlaka olacak olan bir devrimdi. Aynı zamanda hiç kimsenin olacağını hiçbir zaman düşünmediği bir devrimdi. İnsanlar tüm bu eşitsizliklerin ve aynı zamanda emperyalizmin kuklası olarak kullanıldıklarının farkında ve buna son vermek istiyorlar. İnsanlar bana meydanda, ‘Amerika’nın İsrail’i var, şimdi Filistin’in de Mısır’ı olmalı’ diyorlardı. İngiltere’deki arkadaşlarım bana Filistinlilerin Mısır sınırındaki yerleşim yerlerini kuşatmaktan söz ettiklerini ve ‘şimdi bizim sıramız’ dediklerini anlattı. Şu anda bölgedeki bütün ülkelerde çok çeşitli fikirler, politik görüşler var, çünkü bu canlı kanlı bir devrim. Bu, bizim kitaplardan okuduğumuz, geçmişe ait bir şey değil, şu anda yaşadığımız, içinden geçtiğimiz bir süreç. Ve bu süreç bu insanlar açısından ölüm kalım meselesi. Kahire’de birkaç gün içinde tanıklık ettiğim olaylar, insanların kendi geleceklerini nasıl yarattıklarını görmek hayatımda yaşadığım en müthiş deneyimdi. Bunun olmasını isteyebiliriz, ama bunun olduğunu görmek gerçekten muhteşem bir şey. Onlar kendi hayatları, kendi gelecekleri ve aynı zamanda hepimiz için mücadele ediyorlar. Nerede olurlarsa olsunlar onlar bizim kardeşlerimiz ve daha iyi bir dünya için mücadele ediyorlar. Ve eğer onlar sadece birkaç hafta içinde Mübarek’ten, Bin Ali’den kurtulabiliyorlarsa bence her şey mümkündür.

  1. 3. Oturum: NATO’ya, Silahlanmaya ve Füze Kalkanına Hayır

Savaşsız bir dünya için İstanbul buluşması

Nilüfer Uğur Dalay

Sıra Ülke 2009 Harcamalar ($Milyar) 2008 GSMH Payı(%) Dünya Payı(%)
Dünya Toplamı 1531 2.7 100
1 A.B.D. 661 4.3 43
2 Çin 100a 2.0a 6.6a
3 Fransa 63.9 2.3 4.2
4 İngiltere 58.3 2.5 3.8
5 Rusya 53.3a 3.5a 3.5a
6 Japonya 51.0 0.9 3.3
7 Almanya 45.6 1.3 3.0
8 S.Arabistan 41.3 8.2 2.7
9 Hindistan 36.3 2.6 2.4
10 İtalya 35.8 1.7 2.3
11 Brezilya 26.1 1.5 1.7
12 G.Kore 24.1 2.8 1.6
13 Kanada 19.2 1.3 1.3
14 Avustralya 19.0 1.8 1.2
15 İspanya 18.3 1.2 1.2

Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI) 2010 Yıllığına göre ABD$

NATO ülkelerinin savaş bütçeleri

Toplam 955 Milyon $               Dünya Payı %62

Milyon $

1          ABD                 667.7

2          Birleşik Krallık   60

3          Fransa              55

4          Almanya           38

5          İtalya                33

6          Kanada            22

7          İspanya                        14

8          Türkiye             12

9          Hollanda           10

10        Yunanistan       7

Kişi başına düşen askeri harcama (Milyon $ Yıl 2009)

1          Birleşik Arap Emirliği     2.653

2          ABD                            2.141

3          İsrail                             1.882

4          Singapur                      1.593

5          Suudi Arabistan                        1.524

6          Kuveyt                         1.289

7          Norveç                         1.245

8          Yunanistan                   1.230

9          Fransa                         997

10        Birleşik Krallık               940

22        Almanya                       558

29        Türkiye                         244

Bu tablo yetmedi.

  • ABD Başkanı Obama, Kongre’den   için, bir önceki yıla göre %3.3 artışla 708 milyar $’lık bütçe istiyor!
  • NATO Lizbon Zirvesinde Füze Kalkanı Sistemine geçmeye karar verdi!

Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması NPT (Nuclear Non-Proliferation Treaty )

Dünya nükleer haritası

Nükleer Silahlı Ülkeler  (Çin, Fransa, Rusya, Birleşik Krallık, ABD)

Nükleer Silahı olduğunu bildirmiş diğer ülkeler (Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore)

Nükleer Silahı olanduğu bilinen ülke (İsrail)

Nükleer silah programı olduğunu üşünülen/suçlanan ülkeler (İran, Suriye)

Topraklarında NATO nükleer silahlarını bulunduran ülkeler (Belçika,Almanya, İtalya,Hollanda, Türkiye)

Geçmişde nükleer silahları bulunan ülkeler (Beyaz Rusya, Kazakhistan, Ukrayna,Güney Afrika Cumhuriyeti)

Füze envanteri

  • Dünya’da 30’den fazla ülkede balistik füze var.
  • Sadece Avrupa’da NATO’nun kontrolünde olan yaklaşık 900 nükleer silah var.
  • Kurulacak sistem küresel nitelikte olacak ve Kuzey Kore’den İran’a kadar, balistik füze olan her ülkeye karşı çalışacak.
  • NATO 900 milyon nüfuslu bir güvenlik sistemidir.
  • Sistemin toplam maliyeti ilk 5 yıl için 100 Milyar $
  • NATO’nun 28 ülkesinde, kendi ulusal sistemleri olanların birbirleri ile entegrasyonu için gereken bütçe 200 Milyon Avro’dur.

En büyük silah ihracatçısı ülkeler (Milyon $ Yıl 2009)

1          ABD                 6.795

2          Rusya              4.469

3          Almanya           2.473

4          Fransa              1.851

5          Birleşik Krallık   1.024

6          İspanya                          925

7          Çin                     870

8          İsrail                   760

9          Hollanda             608

10        İtalya                  588

En büyük silah ithalatçısı ülkeler (Milyon $ Yıl 2009)

1          Hindistan          2.116

2          Singapur          1.729

3          Malesya           1.494

4          Yunanistan       1.269

5          Güney Kore      1.172

6          Pakistan           1.146

7          Cezayir                942

8          ABD                   831

9          Avustralya          757

10        Türkiye               675

Küresel Barış Endeksi  (Global Peace Indeks)

Hazırlayan: Institute for Economics and Peace

Danışman ve bilgileri derleyen: Economist Intelligence Unit

Programa Katılanlar: İsveç Uppsala Üniversitesi – BM – Birleşik Krallık  King’s Üniversitesi – SIPRI (Stockholm International Peace Research Institute) – Bonn Uluslar arası Değişim Merkezi (Bonn International Center for Conversion).

İndeksi oluşturan kriterler:

İç ve dış savaş  – İç ve dış savaşa bağlı ölü sayısı – Ülke içinde organize çatışmalar – Komşu ülkeler ile olan ilişkiler – Ülke içindeki diğer vatandaşlara karşı duyulan hoşnutsuzluk yüzdesi ve bu vatandaşların genel ülke nüfusuna oranı – Siyasi istikrarsızlık – İnsan haklarına saygı yüzdesi –  <terör saldırılarının gücü – Cinayet sayısı – Şiddet eylemleri düzeyi – Şiddet içeren gösteri miktarı – Cezaevindeki kişi sayısı – Polis ve güvenlik görevlisi sayısı – Askeri harcamaların ülke GSMH’ya oranı – Silah altındaki kişi sayısı –  Silah ithalat miktarı – Silah ihracat miktarı – BM barış gücünün varlığı ve miktarı – BM dışındaki yabancı barış güçü – Ağır mühümmat miktarı – Ruhsata bağlı taşınan silah miktarı – Askeri kapasite

Barış Endeksi yüksek ülkeler (149 Ülke arasında – 2010)

1              Yeni Zelanda

2              İzlanda

3              Japonya

4              Avusturya

5              Norveç

6              İrlanda

7              Danimarka

8              Lüksenburg

9              Finlandiya

10           İsveç

16        Almanya

32        Birleşik Krallık

33 Fransa

88        ABD

128 Türkiye

Barış Endeksi düşük ülkeler (2010)

1              Kongo

2              Çat

3              Gürcistan

4              Rusya

5              İsrail

6              Pakistan

7              Sudan

8              Afganistan

9              Somali

10           Irak

En büyük silah üreticileri (2009)

Sıra


Şirket

Ülke

Sektör

Silah Satışı
( m.)


Toplam Satışlar
2009
($ m.)

Toplam satışlar içinde silah satış yüzdesi
($ m.)
2009   (%)

Toplam kar

2009
($ m.)


Toplam
istihdam
2009
2009 2008 2009 2008
1 2 Lockheed Martin ABD Ac El Mi Sp 33 430 29 880 45 189 74 3 024 140 000
2 1 BAE Systems BK A Ac El MV Mi SA/A Sh 33 250 32 420 34 914 95 –70 98 000
3 3 Boeing ABD Ac El Mi Sp 32 300 29 200 68 281 47 1 312 157 100
4 4 Northrop Grumman ABD Ac El Mi Ser Sh Sp 27 000 26 090 33 755 80 1 686 120 700
5 5 General Dynamics ABD A El MV SA/A Sh 25 590 22 780 31 981 80 2 394 91 700
6 6 Raytheon ABD El Mi 23 080 21 030 24 881 93 1 976 75 000
S S BAE Systems Inc. (BAE Systems, UK) ABD A El MV SA/A 19 280 19 970 19 276 100 1 836 48 020
7 7 EADS ABD-AB Ac El Mi Sp 15 930 17 900 59 475 27 –1 060 119 510
8 8 Finmeccanica iTALYA A Ac El MV Mi SA/A 13 280 13 240 25 244 53 997 73 060
9 9 L-3 Communications ABD El Ser 13 010 12 160 15 615 83 901 67 000
10 11 United Technologies ABD Ac El Eng 11 110 9 980 52 920 21 4 179 206 700
11 10 Thales FRANSA A El MV Mi SA/A Sh 10 200 10 760 17 890 57 178 64 290
32 29 Rheinmetall ALMANYA A El MV SA/A 2 640 2 660 4 750 55 –72 19 770
94 Aselsan TÜRKİYE El 640 490 670 96 119 3 730

A:Ağır Silahlar   AC:Uçak Sanayi           EL:Elektronik    ENG:MÜhendislik         MI:Füze Sistemi            MV: Askeri taşıtlar            SA/A: Hafif silahlar       SER:Hizmetler  SH:Gemi Sanayi           SP: Uzay Sistemler       O:Diğer (yan sanayi, bakım servisleri vb)

Askeri Keynesyenlik

  • Askeri harcamalar, ekonomik büyümeyi canlandıran bir politikadır.
  • Devletler askeri mal ve hizmet talep ederek ekonomiyi canlandırırlar.
  • Çarpan etkisi ile bu talep artışı ekonomideki diğer mallara olan talebi arttırır.
  • Askeri araştırma ve geliştirme çalışmaları diğer sektörlerde de verim artışlarına yol açar.
  • Teknolojik gelişmeyi destekler.
  • İstihdamı arttırır.

Bu nedenle askeri harcamalar ve askeri sanayii yalnız savaş zamanında değil barış zamanlarında da ekonomik gelişme için desteklenmelidir.

Sürekli Savaş Ekonomisi!

Welfare-Warfare State   Toplumsal refah – Askeri ya da savaş düzenli  devlet

Pentagon Sistemi

Zorunlu Küresel Göç

2006

Dünya’da          52 Ülkede         24.5 Milyon insan

Afrika               21 ülkede         11.8 milyon insan

En temel insani ihtiyaçların karşılanması için  Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Ofisi (UN Office for the Coordination of Humanitarian Affairs OCHA)  acil çağrısı

Ülke                             2010

Milyon $

Afganistan                   6.3       5

Orta Afrika Cum.           21        13

Kolombia                     1          1.5

Kongo                         17        20

Etyopya                       23.4      20

Haiti                             81        15

Endonezya                   155       2

Toplam:                       304.7    76.5

2010

7 Ülke Acil İnsani Yardım Talebi Toplamı                           304.7       76.5 Mily on $

Lockheed Martin 2009 Karı                                             3.024 Milyon $

Füze Kalkanı toplam maliyeti (5 Yıl için)                     100.000 Milyon $

Füze Kalkanı NATO entegrasyon maliyeti                       300 Milyon$

NATO’nun yeni stratejisi üzerine

Reiner Braun

Sevgili arkadaşlar,

Beni bu önemli toplantıya davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Umarım, bu toplantıya yaptığım katkı sizin ve uluslararası barış hareketinin gelişimine yardımcı olur. Şimdi size hazırladığım çalışmayı sunarak NATO’nun yeni stratejisini analiz etmeye çalışacağım.

1.         NATO’nun yeni Stratejik Konsepti’nin Eleştirisi

Varşova Paktı’nın 1 Temmuz 1991’de dağılmasıyla birlikte NATO bir sorun ile karşı karşıya kaldı, çünkü düşmanını kaybetmişti. 23/24 Nisan 1999’da, yani Kosova Savaşı sırasında, son Stratejik Konsept’in geçmesiyle birlikte, bu durum, artık saklanamayacak bir gerçek haline geldi. Ve aynı zamanda “yeni düşman – ve tehdit senaryoları”na ihtiyaç duyuluyor olduğu açıkça ortaya çıktı.

SIPRI 2010 yıllığında yer alan 2009 verilerine gore, NATO üyesi 28 ülkenin askeri harcamalarının toplamı 875 milyar dollar ve bu da yaklaşık 1.5 trilyon doları bulan dünyadaki toplam askeri harcamanın %57’sini oluşturuyor.

Yeni Stratejik Konsept’in özü şunlardan oluşuyor:

Nükleer Caydırıcılık

NATO hala nükleer silahları, caydırma politikasının önemli bir parçası olarak görüyor. Nükleer silahlar Avrupa’da sürekli olarak bulunacak ve modernize edilecekler çünkü, İngiltere ve Fransa’nın “bağımsız stratejik nükleer güçler”ine bağımsız bir caydırıcılık rolü atfedilmiş durumda. Ayrıca, ABD’nin tüm nükleer silahları da modernize edilecek. Tüm bunların toplam maliyeti 1 milyar ABD dolarını buluyor. Federal Hükümet, yeni Stratejik Konsept ile ilgili olarak yapılan görüşmelerde Almanya’daki nükleer silahların geri çekilmesi ile ilgili olarak Alman Federal Meclisi’nde yapılan oylamayı önemli bir nokta olarak görmedi.

Hem “Nuclear Posture Review 2010” raporunda hem de yeni NATO Stratejisi’nde nükleer güç kullanan ülke sayısının artmasının en önemli risk olduğu vurgulanıyor. Fakat, nükleer enerjinin sözde barışçıl kullanımı ile nükleer güç kullanan ülke sayısının artması arasındaki yakın ilişki artık araştırılmıyor. Çünkü böyle bir araştırma, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nın ve resmi olarak nükleer silaha sahip devletler ile nükleer silaha sahip olmayan devletlerin bu anlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerinin ve bu yükümlülüklerin uygulanmasının yakından incelenmesini gerektirir.

Yine de, ABD’nin nükleer zehrinin, yeni Stratejik Konsept içinde modernizasyonu konusunda söylenecek çok şey var. İndirmek için yükseltmek? Durum ne olursa olsun, “küresel sıfır” (nükleer silahların zararlarına dikkat çekmek için başlatılan hareket) hedefi ile “nükleer silahlar varolduğu sürece” caydırma kapasitelerinde ısrar etmek arasında açık bir çelişki var. Diğer bir deyişle bu, ABD ve NATO’nun kendi nükleer silahlarının, en sonunda ya da en azından, diğer resmi ya da gayri resmi olarak nükleer silaha sahip olan ülkelere paralel olarak yok edileceğini varsaydıkları anlamına geliyor. Bu tutum da, diğer ülkelerin de aynı bakış açısına sahip olması durumunda, nükleer silahlardan tamamen vazgeçilmesi hakkında yapılan görüşmeleri çok zorlaştırıyor. Nükleer silahların olmadığı bir dünya, sadece OBAMA fikrinin ölmesi olarak yorumlanabilecek “şartlara” bağlı.

ABD’nin kendi füze savunma planlarının, en önemli NATO projesi olarak devralınmasıyla birlikte nükleer silahlanma stratejisi çok tehlikeli bir hale geliyor. Bu, füze savunma sistemlerinin Avrupa’da yaygınlaşmasıyla aynı değerde.

NATO ve Füze Savunma Sistemi

Füze savunma sistemi, yeni NATO doktrininin köşe taşını oluşturuyor. ABD’nin, kendi füze savunma sistemine sahip olma planları, merkezi NATO projesi olarak benimsendi. Bu proje, şimdiye kadar NATO füze savunma sistemi hakkında şüpheci hatta düşmanca düşüncelere sahip olan Alman politikasının ikinci yenilgisini temsil ediyor.

Rusya il yapılan anlaşma bu projeye daha fazla karşı çıkmamıza yol açıyor: bu, dünyadaki çeşitli bölgelerde istikrarsızlığı tetikleyen çok pahalı bir proje (Rus halkı için de). Rusya’nın bu projeden çekileceği şimdiden belli, çünkü Rusya START anlaşmasının onaylanmasına katıldı.

Füze kalkanı Avrupa’yı koruyacak, ancak soru şu: kime karşı? Füze savunma projesinin maliyeti daha şimdiden – başlangıç aşamasında – 200 milyon Euro’yu buldu, toplam maliyet muhtemelen 5 milyar Euro değil 10 milyar Euro’yu bulacak. Bu, bir çok Avrupa ekonomisi için milyar euro’luk bir mezar, savunma sanayisi için ise büyük bir tedarik programı anlamına geliyor.

Bir ülkenin nükleer silahı kabul etmesi, stratejik olarak “kılıç ve kalkan” konseptine bağlı kalması anlamına gelir. Bu, ilk saldırıda bulunan ülke olma kapasitesine ulaşarak caydırıcılığın üstesinden gelmeyi içerebilir.

Ortaklığın Genişletilmesi

NATO’nun Doğu Avrupa ülkelerini içine alarak genişlemesi bir gol olarak yansıtıldı. Bu genişlemenin içinde eski Sovyetler Birliği’nin doğu cumhuriyetleri, Endonezya ve Malezya, ve ayrıca Avustralya ve Yeni Zelanda yer alıyor. Japonya ile ise yeni bir işbirliği süreci başlatıldı. NATO’nun doğasına vurgu yapılırken, aslında, onun küresel müdahale kapasitesi ve genişleme stratejisi kodlanmış oluyor – ya da eğer NATO gerçekten barışçıl amaçlara sahipse, o zaman BM ile doğrudan rekabete girmiş oluyor. Diğer bir deyişle, NATO giderek, BM’nin askeri alternatifi olmaktan daha fazlası olma yolunda ilerliyor.

NATO’nun doğuda genişlemesindeki ve çeşitli ortaklık programlarındaki temel problem, bunlarla birlikte NATO’nun hiç olmadığı kadar güçlü bir askeri blok yaratması ve bu bloğun içine dahil olmayan ülkeleri tehdit etmesidir. Özellikle, bu askeri blok silahlanmaya devam ettiği ve kendisinde dünyanın her yerinde askeri operasyonlar yapma hakkını gördüğü sürece büyük silahlanma yarışlarının ortaya çıkma ihtimali çok yüksektir.

Alanın Dışı – Operasyonlar / Girişimsel Savaşlar

Afganistan savaşı NATO için hala geçerli ve önemli bir meydan okuma olarak görülüyor ve bu savaşta NATO bundan sonra askeri ve sivil olarak, zafer için daha fazla çaba harcayacak. NATO, “Afganistan’da başarı için gereken koşulları yaratma” konusunda çok kararlı. Başarılması arzu edilen amaçlar (istikrar, teröristler için cennet olmayan bir yer) ve “öğrenilen dersler”e yapılan münferit göndermeler (bunlar da büyük hataların itirafından başka bir şey değil) dışında, NATO’nun özel bir Afganistan stratejisi olduğuna dair hiçbir işaret yok. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, Stratejik Konsept’in kabul edilmesi süreci hakkında konuşurken, sivil NATO personelinin “erken yeniden yapılanma ve istikrar görevleri” bağlamında askeri müdahalesini içeren “kapsamlı bir yaklaşım”dan söz etti. Diğer bir deyişle bu, NATO komutanlığı altında sivil işgalin altyapısı olacak.

Pazar günü ilan edilen “çekilme seçeneği” çifte blöften başka bir şey değil.

1.         2014/15’den sonra bile Afganistan’da 50.000 asker kalacak. Dolayısıyla bu, sadece savaşın Iraklaştırılmasından başka bir şey değil.

2.         2014 yılı itibariyle NATO’nun tehdit olarak algıladığı bölgelerin sayısı artacak ve buradaki çatışmalar daha da yoğunlaşacak ve siviller ve askerler için tüm bunların sonuçları çok ölümcül olacak. Böylece, “çekilme seçeneği”, cephe” için sadece yatıştırıcı bir hap, fakat aslında savaş politikasının daha saldırgan bir biçimde devam etmesinden başka bir şey değil. Bu gerçek, minimal çekilmelerle gizlenemez. Bu, gizlenemeyecek bir propaganda aldatmacasından başka bir şey değil.

Yeni Güvenlik Görevleri

NATO, herhangi bir klasik askeri tehdide karşı savunma yapma yeteneğine zaten fazlasıyla sahip olduğu için, yeni görevler “keşfedildi”. Burada, ne riskler ve tehditler arasında bir ayırım var (sivil bağlamda bu çok yaygın), ne de neden böyle bir askeri ittifakın, gelen tehditlere yanıt verebilecek en uygun yapı olduğuna dair bir açıklama. Böylece, NATO ülkelerinin klasik askeri saldırısı senaryosunun gerçekleşme ihtimalinin giderek azaldığı kabul edilmiş oluyor; yeter ki nereden geldiği belli olmayan füze saldırıları, terrorist saldırılar, korsanlık ve “siber savaş”lar (yani, bilgi teknolojisi altyapısına yönelik saldırılar) olmasın. Fakat bu yeterli değil. NATO uzmanlarına göre, askeri güç ile azaltılamayacak sorunlar – yoksulluk, açlık, yasadışı göçler, evrensel sorunlar, çevre ile ilgili sorunlar, iklim değişikliği ve son olarak küresel finansal kriz – doğrudan ya da dolaylı olarak insanların silaha başvurmasına neden olabilir, ve böylece – silahlardan savaşa giden yol çok uzun olmadığı için – hızla “güvenlik problemine” dönüşebilir ve bu da NATO’ya görev düşmesine neden olabilir. Diğer bir deyişle, NATO ülkelerinin daha fazla silahlanmasının nedeninin askerlikle ve silahlanma ile ilgili yüksek maliyetler, silah ihracatı ve kaynakların ilk önce askerler tarafından tüketilmesi olduğu bir noktaya geldik.

“Siber savaş” konusundaki tartışmalar, özellikle endüstriyel kontrol sistemlerine saldıran ve basında çıkan haberlere göre İran’ın nükleer tesislerini hedef alan “Stuxnet” truva atı ile birlikte daha da önemli hale geldi. Bu truva atının yaratıcısının kim olduğu henüz kesin olarak bilinmiyor; IT uzmanı Ralph Langer, kendisiyle yapılan bir röportajda, bu truva atının üzerinde bir yıl boyunca 50 kişinin çalıştığını söyledi. “Stuxnet”in yaratıcısı olabileceğinden şüphelenilenler arasında ABD askeri istihbaratı da bulunuyor.

NATO ve AB

NATO’nun yeni Stratejik Konsepti’nin 32. Maddesi şöyle diyor: “AB, NATO’nun eşsiz ve olmazsa olmaz ortağıdır. Lizbon Anlaşması’nın yürürlüğe girmesini memnuniyetle karşılıyoruz”. NATO, bunun ardından, Lizbon Anlaşması’nın uygulanmasının bu yeni stratejik ortaklığın çok önemli bir yönü olduğunu açıklıyor.

Bu şu anlama geliyor; birincisi, Lizbon Anlaşması’na yönelik eleştirilerimiz bir kez daha doğrulanmış oluyor. İkincisi, AB’nin NATO tarafından askeri bir müttefik olarak da algılandığını görüyoruz. NATO-AB işbirliğine ve bu işbirliğinin Avrupa’nın yakın gelecekteki önemine karşı çıkmalıyız.

Bu işbirliği aslında sorumlulukların paylaşılmasına dayanıyor: sivil kapasitelerin hazırlanması ve yayılması görevini AB ve OSCE, askeri görevleri ise ağırlıklı olarak NATO üstleniyor. Bu işlerin, çok farklı yapıya sahip iki örgütlenme arasında paylaşılmasının ayrıntılarının nasıl göründüğü ciddi bir şekilde tartışılmıyor. 11/19/2010 Stratejik Konsepti, sorumlulukların paylaşımı konusunda dikkate değer önerilerde bulunmak yerine, NATO’nun kendisinin sivil kapasiteleri oluşturması gerektiğini söylüyor ve ayrıca belirli durumlarda, bütün sivil aktörleri (yani, NATO üyesi ülkeler dışındaki ülkeleri de) koordine etmesi gerektiğini iddia ediyor – bu, sorunun daha da büyümesi anlamına geliyor.

Böylece, Lizbon Anlaşması’nın “küresel barış için Avrupa” fikrini güçlendirmediği, bu anlaşmanın AB’nin militarizasyon eğilimini ortaya çıkardığı gerçeği ve riski doğrulanmış oluyor. Yeni Stratejik Konsept’in bu anlaşmanın yürürlüğe girmesini memnuniyetle karşılaması, bu anlaşma konusundaki şüpheleri daha da artırıyor.

Kapasiteleri

Bu konuda yapılması gereken yatırımlara ve askeri yapılar ve teçhizatların yeniden düzenlenmesi konularına yeterli dikkatin gösterilmesi çok önemli. Göze çarpan anahtar kelimeler şunlar:

–           Birlikte işlerlik

–           Çok uluslu birimler

–           Hızlı tepki kuvvetleri

–           Özel operasyon güçleri

–           Deniz gözetim kapasiteleri

–           Kapsamlı yaklaşım / ağ güvenliği

–           “Büyük siber saldırılar”a karşı savunma uzmanları.

Bu yatırımların her birinin ve kurumsal değişimlerin maliyeti var ve ayrıca tüm bunlar NATO’yu giderek küresel müdahale ittifakına dönüştürüyor.

NATO/Rusya ilişkileri ve silahsızlanma

NATO’nun doğuda genişlemesinin ve silah değiştirme programlarını yükseltmesinin geçmişte nasıl bir ölümcül etkiye sahip olduğu ve Rusya üzerinde bu etkinin hala devam ediyor olduğu sorusunu ele almamak için politik sembolizm stratejisi öneriliyor: Güçlendirilmiş işbirliği de dahil olmak üzere, Rusya ile karşı karşıya gelecek şekilde birleşik bir pozisyon bulunması amaçlanıyor. Bunun arkasında gizli bir çekişme var: Varşova Pakt’ının eski üyelerinin ve eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin NATO’ya girmesi, eskiden süper güç olan bu komşu devlete karşı çok değerli bir koruma kalkanı işlevi görüyor.

Bu nedenle, konvansiyonel silahların kontrolündeki çıkmazın sorumluluğu, dolaylı olarak Rusya’nın üzerine yıkılmaya çalışılıyor. Halbuki, CFE Anlaşması, 1999’da Rusya, 2004’de Belarus, Kazakistan ve Ukrayna tarafından onaylanmış olmasına rağmen NATO ülkeleri daha henüz bu anlaşmayı onaylamadılar. Bunun gerekçesi, Rusya’nın birliklerini, NATO’nun isteğine uygun olarak Gürcistan ve Transnistria’dan çekmemiş olması; fakat aslında anlaşmada böyle bir istek yer almıyor.

Kısa bir değerlendirme

NATO ülkeleri, Varşova Paktı’nın dağılmasından 20 yıl sonra, “barış temettüsü”nü olabilecek en düşük seviyede tutmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir kez daha, “güvenlik”in neden ordunun sorumluluğunda olduğunu kanıtlamak için büyük çabalar harcanıyor. Politikacıların büyük çoğunluğunun sahip olduğu ‘devlet gücünün askeri kapasite ile doğrudan bağlantılı olduğu’ fikrinin, ordunun ve askeri ittifakların oynayabileceği ya da oynaması gereken rol üzerinde daha geniş toplumsal tartışmaların yapılmasını engellemesi, geleceğin en önemli sorunlarından bir tanesini oluşturuyor. NATO’nun, kriz yaşayan bölgelerdeki sivillerin koordinasyonu için kendi sivil güçlerini göndermesine ve sivillere ilişkin sorunların (iklim değişikliği, mülteciler, bilgi sistemleri ve ağlarının korunması, organize terrorist suçlarla başetmek, enerji ve doğal kaynaklar) seküritizasyonu ve böylece askerileştirilmesine aynı şiddetle karşı çıkmalıyız. Bu, NATO hala “alan dışı” operasyonlar ile BM Güvenlik Konseyi tarafından ileri sürülen görevler arasında bağ kurma konusunda istekli değilken özellikle geçerlidir.

2.         Barış hareketinin eylemleri üzerine:

NATO savaş demektir! Dolayısıyla, Lizbon’da yapılan resmi NATO toplantısına karşı gerçekleşen iki günlük uluslararası karşı zirve, yeni NATO Stratejisi’ne “hayır” demektedir. Uluslararası “Savaşa Hayır – NATO’ya Hayır” ağı tarafından örgütlenen karşı zirvede, 21 ülkeden 250’den fazla katılımcı yeni NATO Stratejisi’ni ve barışçıl sivil alternatifleri tartıştı. Portekiz barış hareketinin farklı kanatları arasındaki tartışmalar nedeniyle Portekiz’den katılım çok düşüktü. Bu karşı zirve, NATO’nun yeni stratejisine karşı mücadeleyi destekleyecek çok sayıda yeni argüman ile doluydu.

Konuşmaların ardından sıra eyleme geldi. Cumartesi sabahı yapılan sivil itaatsizlik eylemine yaklaşık 100 aktivist katıldı ve “dünyanın liderlerinin” savaşları tartıştığı zirvenin yapıldığı merkeze giden yollardan birisi şiddet kullanılmadan kapatıldı. Polis göstericileri tutukladı, fakat şiddet uygulamadı. Bütün göstericiler 14 saat sonra serbest bırakıldı.

Portekiz Barış Komitesi’nin çağrısıyla yapılan gösteriye yaklaşık 30,000 kişi katıldı. Uluslararası “Savaşa Hayır – NATO’ya hayır” ağı, çok sayıda parti ve organizasyon Lizbon sokaklarında barışçıl, şiddetin olmadığı bir gösteri yaptı. “NATO’ya hayır” slogan Portekiz’in her yerinden duyuluyordu.

Çok başarılı basın ve halkla ilişkiler çalışması sayesinde halka, NATO’nun tehlikeleri anlatılabildi. Barış ve hareketi onun Portekiz’de düzenlediği eylemler tüm dünya medyasında yer aldı – NATO üyesi ülkelerde kapsamlaı haberler yer aldı. Bu da, uluslararası ağın sürekli eylemler düzenlemesinin ve barış hareketinin zirveler arasında dahi eylemlerinden vazgeçmemesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ayrıca, internet üzerinden yaptığımız kendi yayınlarımızın da kesinlikle bunda katkısı olmuştur. Katılım gerçekten çok cesaret vericiydi ve şiddet üzerine yapılan tartışmaların üstesinden gelinebileceğini ve savaş politikası hakkındaki gerçeklerin insanların dikkatinin merkezine oturtulabileceğini gösterdi – bunun için şiddet içermeyen eylemler yapmak çok önemli.

Burada olmak ve bir şeylerin ilerlemesine katkıda bulunmak çok güzel: en azından, NATO’nun meşruluğunu kaybetmesi için atılmış küçük bir adım. NATO’nun toplantılar yaptığı, orduların kurulduğu ve savaş propagandasının yapıldığı her yerde barış hareketi olacaktır. NATO dağıtılana kadar devam edeceğiz.

Fakat, genel olarak, uluslararası “Savaşa Hayır – NATOA’ya Hayır” ağında yansıtıldığı gibi, bir çok politik ve ideolojik sınır, politik parti ve örgütsel bağlam arasında varolan ve dünyanın en güçlü askeri ittifakına karşı olmak zorunda olan uluslararası işbirliği, Portekiz barış hareketi ve solu içerisinde ortak eylemler yapacak düzeyde gelişmiş değil.

Benim düşüncem şudur: bu durum, barış aktivistlerinin daha geniş çaplı mobilizasyonuna zarar verdi.

Strasbourg zirvesinden sonra protestoların devam etmesi doğruydu, gerekliydi ve başarılıydı. Uluslararası işbirliği konusundaki sorunlar, yapılacak tartışmalarla giderilmeye çalışılmalı.

NATO karşıtı ittifak, 2012’de Washington’da yapılacak NATO zirvesine de eşlik etmeye karar  verdi.  Nisan ayında Dublin’de yapılacak yıllık konferansta, bu konudaki planlar netleştirilecek. NATO’nun meşruluğunu kaybetmesi için yapılan çalışmalar uzun vadeli ve sürekli olmak zorunda.

BARIŞI TEHDİT EDEN İNCİRLİK

Arif Ali Cangı

İncirlik Üssü ile ilgili çok şey yazıldı, çok şeyler anlatıldı, ama orada ne olup bittiğini tam olarak bilmiyoruz.

Irak Savaşı ile birlikte İncirlik daha fazla gündeme gelmeye başladı.

ABD ve İngiltere’nin başını çektiği, Irak Savaşı’nın Birleşmiş Milletler Sözleşmelerine ve Devletler Hukukunun ”uluslararası meşruiyet ilkesine ” açıkça aykırı olduğunu herkes söyledi, dönemin  B.M. Genel Sekreteri Annan da.

ABD ve müttefikleri, Birleşmiş Milletler Hukukunu açıkça çiğnediler. Onbinlerce insanın ölümüne ve sakatlanmasına yol neden oldular. Irak ülkesinin alt yapı tesislerini mahvederek genel hizmetlerin verilmesini engellediler. İnsancıl Hukukun (1949 Cenevre Sözleşmeleri, 1907 La Haye Sözleşmeleri) tüm kurallarını yok saydılar. Üstelik, askeri müdahalenin gerekçesi olarak ileri sürdükleri ”kitle imha silahları” bir türlü bulunamadı.

Ülkemiz de savaşa fiilen katılmanın eşiğinden döndü. Hükümetinin ilk  tezkere girişiminde;  TBMM’nin 1 Mart 2003 gün ve 39 nolu birleşiminde yapılan oylamada, Anayasanın 96.maddesinde öngörülen karar yeter sayısı için gerekli salt çoğunluk sağlanamadı ve böylece tezkere kabul edilmedi.

Bunun üzerine, kendi grubunu da kontrol edemeyen AKP Hükümeti, Irak Savaşı’na desteğini, TBMM’nden kaçırdığı “Bakanlar Kurulu Kararı” ya da “Tebliğ”lerle sağlama yolunu seçti.

2003 Kararnamesi (ilk) Dava;

Türkiye, Irak Savaşı’na doğrudan katılmamış olsa da ABD ve yandaşlarına sağladığı yardımlarla savaşa dolaylı olarak katılmıştır. Bu kapsamda Irak Savaşı’na verilen en önemli destek, İncirlik Üssü’nün ABD savaşan birliklerinin kullanılmasına açılmasıdır. GİZLİLİK damgasını taşıyan 23.06.2003 tarih ve 5755 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile başlayan bu hukuk tanımaz süreç halen sürmektedir.

Bir yıl süreli bu kararname önce kamuoyundan gizlenmiş, Küresel BAK İzmir Grubu ve Savaşa Karşı Hukuk Grubu tarafından açılan dava üzerine açıklanmak zorunda kalınmıştı. Gizli olmasına karşın, kararnamenin haber olması üzerine, Irak savaşıyla oluşan duyarlılık ve Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun örgütlülüğü ile 2003 kararnamesi ile 2007 yılı yenileme/uzatma kararnamesi yargıya taşındı. Davalarda, özetle İncirlik’in yabancı savaşan birliklere kullandırılmasının bölge barışını tehdit edeceği vurgusunun yanı sıra dayanılan en önemli hukuksal itiraz, kararnamenin yetki yönünden sakat olduğuydu. Çünkü Anayasan 92. maddesine göre; yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi TBMM’ne aittir.  Anayasanın bu düzenlemesine karşın, konu meclisten de gizlenerek, bakanlar kurulu tarafından izin verilmişti. Tabi ki konu bu kadar yalın değildi, kararnamenin dayanağı olarak B.M. Güvenlik Konseyi’nin 22.05.2003 tarihli  ve 1483 sayılı kararı gösteriliyordu.  Anayasanın 92. maddesi “Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller” i ayrık durum olarak düzenlemiş, yani bu hallerde TBMM kararına gerek yok. İşte Başbakanlık savunmasında bu ayrık düzenlemeye dayanıyor.

Gerçekten İncirlik Kararnamesi, “Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşma” ya da “milletlerarası nezaket kurallarının”   gereği mi çıkartılmıştır? Kararname gizli tutulduğu için konu kamuoyunda tartışılamasa da  dava dosyasına sunulan biçimiyle kararnameyi inceleyen Danıştay yargıçları ikiye bölmüş durumda. Farklı görüş, temyiz  ve itiraz mercii olan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun üyeleri arasında ortaya çıktı.

2003 Kararnamesinin iptali davasında yürütmeyi durdurma istemine ilişkin itirazı değerlendiren Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 13 üyesi yürütmeyi durdurma isteminin reddi yolunda oy kullanırken, 8 üyesi ise istemin kabulü yönünden oy kullandı. Temyiz incelemesi sonunda karşı oy sayısında önemli bir artış oldu; 15’e karşı 14 üye kararnamenin hukuka aykırı olduğu yönünde karşı oy verdi. Karşı oy gerekçesinde önemli saptamalar ve değerlendirmeler var; “…BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü teyit eden, istikrar ve güvenliğinin sağlanmasını, yeniden yapılandırılmasını ve ülkeye insani ve diğer yardımların ulaştırılmasına ilişkin  kararında yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulundurulmasını öngören bir ifade yer almamaktadır, kararnamede ise tespit edilecek liman, havaalanı, tesis ve üslerde yabancı silahlı kuvvetlerin bulundurulmasına izin verilmektedir, Başbakanlık savunmasında da kararname ile yabancı silahlı kuvvetleri Türkiye’de bulundurulmasına izin verildiği kabul edilmektedir, bu nitelikteki bir iznin milletlerarası nezaket kurallarının gereği olarak da görülemez, dolayısıyla Anayasanın 92. maddesine aykırı olarak, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulundurulmasına izin verme yetkisinin Bakanlar Kurulunca kullanılmasında hukuka uygunluk bulunamamaktadır…” Bu karşı oy ile konunun kendisi kadar, yargılaması da dikkat çekici nitelik kazanmıştır. Azlık oya bir üye daha katılmış olsaydı, çoğunluk olacak ve İncirlik Kararnamesi iptal edilmiş olacaktı.

2007 Kararnamesi Davası

İlk kararnamenin süresinin dolmasından sonra düzenlenen kararnamelerin hiç birisi kamuoyuna açıklanmamıştır. İncirlik’te neler olduğu, üsten kalkan uçakların ne yaptığı bilinmiyor, bilinen gerçekler; İncirlik Üssü’nde 90 adet nükleer başlıklı bomba olduğu, Üssün CIA tarafından, Afganistan ve Iraklı insanların, bir insanlık ayıbı olan Guantanamo cezaevine götürülmeleri ve nakliye uçaklarında işkence yapılması sürecinde üs olarak kullanıldığı, Üssün Irak’taki hukuk dışı işgalin devamına önemli katkısının olduğudur.

Küresel BAK İzmir Grubu, 2007 yılında yeniden İncirlik Üssü’nün kullanılmasını kamuoyunun gündemine getirmek, üssün yarattığı tehlikeleri ortadan kaldırmak için yargı sürecini başlatmıştır. Bu amaçla “İncirlik Üssü’nün yabancı silahlı güçlerine kullandırılmasına ilişkin olarak alınan kararları öğrenmek, yürürlükte olan kararnamenin kaldırılmasını sağlamak için 25 Mayıs 2007 tarihinde İzmir Valiliği kanalıyla Başbakanlık’a başvurulmuştur. Ancak bilgi edinme hakkı yok sayılarak, başvurumuza hiçbir yanıt verilmemiştir. Bunun üzerine “yürürlükteki kararnamenin ve kararnamenin geri alınması isteminin zımni ret işleminin yürütmesinin durdurulması ve iptali için”  dava açılmıştır. Bu davanın ilk aşamasında da davanın reddine karar verildi. Şu anda temyiz aşamasında.

Davalar sürüyor, bu arada her yıl kararname yenileniyor. 2007 kararnamesinin iptali davası dosyasına gönderilen bilgilerden öğrendiğimize göre;

•           İlk kararname 23.06.2003 tarihli ve 2003/5755 sayılı, bu kararnamenin gizlilik derecesi 10.11.2003 tarihinde kaldırılmış, kararname  her yıl  uzatılmış.

•           22.06.2004 tarihli ve 2004/7515 sayılı kararname ile  bir yıl uzatılmış.

•           18.04.2005 tarihli ve 2005/8712 sayılı kararname ile bir yıl uzatılmış,

•           09.06.2006 tarihli ve 2006/10568 sayılı kararname ile bir yıl uzatılmış,

•           17.05.2007 tarihli ve 2007/12189 sayılı kararname ile bir yıl uzatılmıştır.

2007 kararnamesinin ardından dava açılmadığı için 2008 tarihinden itibaren yapılan uzatmalar konusunda bilgi sahibi değiliz.

İncirlikte neler oluyor?

İncirlik Üssü ile ilgili her şey çok gizli, orada ne olup bittiğini ülkemizde kimse bilmez, bilgisi olan da başkasına söylemez. İncirlik Üssü ile ilgili bildiklerimizi hep yabancı kaynaklardan öğrendik. Örneğin, 90 adet nükleer başlıklı bomba olduğunu ABD’de bulunan Doğal Kaynaklar Savunma Konseyi (Natural Resources Defense Council-NRDS) adlı sivil toplum örgütünün raporundan öğrendik.

Son olarak, İncirlik Üssü’nü  ABD ve diğer işgalci güçlerin kullanımına açan  Kararnamenin iptali davası Wikileaks belgeleri arasından çıktı.  http://www.kureselbak.org/2010/12/kuresel-bakin-incirlik-ussu-davasi-wikileakste/  Wikileaks belgelerinde İncirlik’teki atom bombalarından söz edildi. 200’den fazla Amerika’ya ait 200’den fazla atom bombası Türkiye, Almanya, Hollanda ve Belçika’da olduğu ortaya çıktı. http://www.kureselbak.org/2010/12/30-kasim-%e2%80%93-6-aralik-2010-kuresel-bak-bulteni/#more-2470

İncirlik üssü, CIA tarafından gerçekleştirilen ve “TESLİMAT” operasyonu olarak adlandırılan, Afganistan ve Iraklı kişilerin, dünya kamuoyunun vicdanında bir insanlık ayıbı olarak yer etmiş bulunan Guantanamo cezaevine götürülmeleri süreçlerinde ya da bundan ayrı olarak uçaklarda, üslerde ve gizli gözaltı merkezlerinde işkenceye maruz bırakılmalarına olan insanlık suçunun işlenmesinde temel bir rol oynamıştır. Türkiye’nin de, kurulduğu 1949 yılından beri üyesi olduğu Avrupa Konseyi, çeşitli başvurular üzerine CIA uçaklarınca gizli olarak gerçekleştirilen TESLİMAT operasyonlarını ve bu operasyona karışan ülkeleri, ilgili üsler/havaalanlarını ve işlevlerini araştırma gereği duymuştur. Bu araştırma AK Parlamenter Meclisi Hukuk İşleri ve İnsan Hakları Raportörü Dick Marty ve ekibi tarafından gerçekleştirilmiştir. Hazırlanan raporda TESLİMAT operasyonlarının amacı şöyle belirtilmektedir;  “Gizli uçuşlar, kişilerin yasadışı biçimde gözaltına alınması, kaçırılması, yasal süreçlere erişimin engellenmesi, kaybedilmesi, işkence ya da kötü muameleye uğraması ile sonuçlanan gizli gözaltı merkezlerine götürülmeleri amacını taşımaktadır. 22 Ocak 2009 tarihli gazetelere yansıdığı üzere; ABD’nin esir aldığı insanları Türkiye dahil çeşitli ülkeler üzerinden Guantanamo Üssü’ne taşıdığı iddiaları sıcaklığını korurken, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 2001-2008 arasında ABD’ye İncirlik Üssü’nden 6 bini münferit olmak üzere, toplam 103.500 kez uçuş izni verildiğini açıkladı.

İşkence uçuşlarının Türkiye Hükümetinin onayı ile 2002-2006 arasında gerçekleştiği bilgisi ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Ross Wilson imzalı WikiLeaks belgesinde de doğrulandı. http://www.hurriyetport.com/news/124/ARTICLE/27667/-01-18.html

İncirlik üssünün şu haliyle kullandırılmasının, bir insanlık suçu olan işkence suçuna da iştirak etmekle sonuçlandığını ortaya koymaktadır.

İncirlik, bu haliyle hem ülkemiz, hem de bölge için çok büyük tehdit oluşturuyor barışı tehdit ediyor. Bu tehdidi ortadan kaldırmak için 1 Mart Tezkeresini reddettiren toplumsal reflekse bir kez daha ihtiyaç var.

Barışın egemen olduğu bir dünya dileğiyle.

27 Şubat  – susMAYIN! Basın Açıklaması – İstanbul

susMAYIN!

Ottawa Sözleşmesi’nin yürürlüğe girişinin 12’nci yılında, Uluslararası Mayın Yasaklama Kampanyası (ICBL) aktivistleri ve sivil toplum kuruluşları, Ottawa Sözleşmesi’ni henüz imzalamayan ülkeleri Sözleşme’yi imzalamaya; Taraf Devletleri de Sözleşme’yi tam olarak uygulamaya çağırıyor.

Biz de, 7 yıl önce, 1 Mart 2004’de Ottawa Sözleşmesi’ne Taraf Devlet olan hükümete, hem ulusal hem de uluslararası kamuoyuna verdiği taahhütleri hatırlatıyor ve taahhütlerini yerine getirmeye çağırıyoruz:

7 yıl önce Türkiye, 1 Mart 2008’e kadar stoklarında bulunan tüm mayınları imha edeceğine; 1 Mart 2014’e kadar toprağa döşeli tüm mayınları temizleyeceğine; 1 Mart 2004 yılından itibaren de mayın kurbanlarının topluma yeniden kazandırılmasına yönelik programlar oluşturacağına dair taahhütte bulunmuştu.

Türkiye, bu taahhütlerinden yalnızca birini, stoklardaki 3 milyon mayının imhasını, yaklaşık üç yıllık bir gecikmeyle yerine getirdi.

Türkiye’de hala toprağa döşeli bir milyon mayın, yeni kurbanının kendisine gelmesini bekliyor. Asker, sivil, kadın, çocuk ayrımı yapmaksızın öldürüyor veya sakat bırakıyor.

Rakamlar Türkiye’de her üç günde bir, 1 kişinin mayın nedeniyle ya yaşamını yitirdiği ya da sakat kaldığı acı gerçeğinin devam ettiğini gösteriyor: 2010 yılında, mayın ve patlamamış askeri patlayıcılar nedeniyle 47 kişi yaşamını yitirdi, 95 kişi de yaralandı. Ölenlerin 17’si sivil, 4’ü çocuk; yaralananların 15’i sivil, 25’i çocuktu…

Mayınlı veya mayın olduğundan şüphe edilen alanların etrafı işaretlenmiyor. Olayların pek çoğu, bu alanlarda çocuklar oyun oynarken; çobanlar hayvanlarını otlatırken; kadınlar bitki toplarken meydana geliyor.

Ve Türkiye’de mayın mağdurlarının sayısı da bilinmiyor. Mağdurların mağduriyetlerinin giderilmesine, ekonomik ve sosyal entegrasyonlarının sağlanmasına yönelik bir program bulunmuyor. Mağdurlar adeta kaderlerine terk ediliyor.

Mayın temizliğinde gecikilen her saatin, yeni ölüm ve yaralanmalara yol açtığı açıkça görülürken ve Türkiye’nin taahhüdünü yerine getirmek için yalnızca üç yıl gibi kısa bir süresi kalmışken, hala bu konuda somut bir programın bulunmayışı bizleri kaygılandırıyor.

Buradan Hükümete bir kez daha sesleniyoruz:

* 2014 yılına kadar mayınları temizleyin. Mayın temizliği için ikinci bir 10 yıl daha zaman istemeyin.

* Tüm mayınlı alanların etrafını uluslararası standartlarda işaretleyin ve çitlerle çevirin.

* Başta çocuklar olmak üzere mayınlı alanlarda yaşayanlar için mayın risk eğitimi çalışması başlatın.

* Mayın mağdurlarının yaşadıkları topluma ekonomik ve sosyal entegrasyonunu sağlayın.

Mayınsız Bir Türkiye Girişimi, Türkiye Sakatlar Derneği, Türk Tabipleri Birliği, Sosyal Demokrasi Vakfı, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe! Girişimi

Avrupa Sosyal Forumu Avrupa Meclisinde alınan kararlar

Budapeşte 4-5-6 Mart

Biz, Avrupa meclisi’nin bileşenleri olarak, ASF süreci çerçevesinde Doğu Avrupalı örgütlerin, hareketlerin ve sosyal aktörlerin ASF sürecine katılımını güçlendirmek için Doğu ve Batı arasında daha iyi ve kapsamlı bir ilişki geliştirmek amacıyla Budapeşte’de bir araya geldik.

Bir yandan kendimizi Doğu ve Batı arasında daha güçlü bir diyalogun ve işbirliğinin oluşmasına adarken, diğer yandan da kritik ve zor bir değişim sürecini göğüslemeye çalışan Akdeniz’in güneyindeki sivil toplumları desteklemeye çalışıyoruz.

Avrupa’daki sosyal hareketlerin, hepimizin önümüzdeki aylarda yüzleşeceği mücadelelerin durumunu ve yükselen direnişi tartıştık. Ama aynı zamanda krizin en dramatik yanları ile karşılaşırken ve temel insan haklarına ve demokrasisnin temellerine yönelik en merhametsiz saldırılar yapılırken mücadelenin Avrupa cephesinin zayıflığıyla da yüzleştik.

Avrupa’nın ASF’ye ihtiyacı var; toplumsal hareketlerin ve etmenlerinin yeni bağlantılar, ortak bir payda ve ortak faaliyetler için fırsat bulabileceği,  güçlü, geniş ve kapsayıcı bir alana ihtiyacı var.

Sürecin yenilenmesinde etkin olma ve yeni ve güçlü bir ASF yaratımı sürecinde Avrupa’daki tüm sosyal aktörlerin enerjilerini birleştirme konusundaki sorumluluğumuzun farkındayız.

Mücadeleler, protestolar ve sonraki dönem için planlanan kampanyalar, hem fikir paylaşımının büyümesi için bir fırsat olmalı ve esas teşkil etmeli, hem de yeni bir ASF yaratılması taahhüdümüz için bir zemin olmalıdır.

İhtiyaç duyulan yeni Avrupa ve yeni dünyanın temelini inşa edebilmek için oluşturacağımız seferberliğin ve bu sürecin birer parçası olmaları için Avrupa’daki tüm toplumsal etmenlere ve hareketlere çağrıda bulunuyoruz:

1. Dakar bölgesinde planlanan, organize ve seferber olunacak kampanyalar:

*G8 – Fransa Mayıs , 21 Mayıs’ta gösteri, 22 Mayıs’ta faaliyet (*)bkz. Paris’te Fransız Komitesi tarafından düzenlenen Avrupa hazırlık toplantıları 26-27 Mart  )

*G20 – Fransa (Cannes) Kasım

*Dünya Forumu on Public water 2012 – Fransa (Marsilya)

*COP 17 – Durban Rio +20

2. ASF süreci çerçevesinde düzenleyici gruplar tarafından çağrısı yapılacak olan konferanslar düzenlenecek

* 31 Mayıs Brüksel’de borç ve tasarruf konferansı (sadece konferans değil, ortak eylemlerin de konuşulacağı bir alan olacak). Avrupa’daki yarıyıla ve insanların yaşamları üzerindeki sonuçlarına, olası alternatiflere odaklanmak için bir öneri getirilecek.

3. Avrupa düzeyinde konferanslar ve gösteriler gerçekleşecek; kongre sırasında sunulanlardan bazılarının listesi:

-Brüksel 10-11 Mart -Ortak Sosyal Konferans

-İngiltere 1 Ekim – Direniş Koalisyonu tarafından örgütleniyor

-Budapeşte’de 9 Nisan’da ETUC eylemi

-Kiev’de sağcı fanatizme karşı “Prag Baharı” ağı tarafından örgütlenen buluşma

-16-21 Ağustos Gıda Hakkı Konferansı Krems, Avusturya(www.nyelenieurope.eu)

-30 Haziran 3 Temmuz tarihleir arasında Belçika’da ve Ağustos ayında Almanya’da Avrupa Yaz Üniversitesi Yaz Üniversitesi

4. Cenova forumuna katılım – 19-24 Temmuz G8 karşıtı eylemlerin 10. yıldönümü

5. Avrupa’da farklı ülkelerde mücadeleler gerçekleştikçe onlara görünürlük kaandırmak ve onlarla dayanışma oluşturmak önemli olacaktır. (örneğin web siteleri aracılığıyla)

6. Avrupa düzeyinde konusal forumlar üzerinde çalışma

7. EPA esnasında ağ toplantılarını yeniden başlatmak

8. 23 Mayıs’ta Paris’te bir sonraki DSF’yi 2013 yılında Avrupa’da yapmanın olanaklarının konuşulması, 2012’de ASF’nin nasıl yapılacağının tartışılması ve ASF sürecini yeniden başlatmak için harekete geçmek için toplantı.

9. Kültürel, siyasi ve sosyal alternatifleri tartışmak için Batı ve Doğu Avrupa Ülkelerinde tüm ASF listesini içeren bir forum organize edilecek. (4 Mart Cuma günü Budapeşte’de yapılan konuşmaya dayanarak)

10. Web sitelerini geliştirmek ve yeni medya araçları yaratmak: web sitesi ve medya araçları üzerinden iki ağ toplantısı yapıldı. ASF sitesini yeniden yayına başlatıyoruz. Monica ve Mariangela internet sitesinin yöneticiliğini yapmaya gönüllü oldular. Bu websitesi tüm resmi bilginin kaynağı olacak, tartışma ve yeni projeler için bir alan görevi görecek. Sitedeki belgeleri farklı dillere tercüme etmeliyiz. Bir Facebook sayfası açacağız ve Youtube hesabı alacağız. Bunlar yardım etmek isteyen herkese açık olacak. Temasa geçebilirsiniz.

11. Biz, Budapeşte’deki insanlar ve organizasyonlar olarak, Khimki ve Kopenhag’ta gerçekleşen suçlulaştırmaya karşı mücadeleye yönelik protestoları destekliyoruz. (Mirek Mariangela’ya bu nokta için kesinleşmiş metni gönderecek)

(*) Fransa  yılında G8 ve G20 toplantılarına ev sahipliği yapacak. Bu toplantılar 27-28 Mayıs’ta Deauville’de 3-4 Kasım’da Cannes’de yapılacak.

Meclis tarafından kabul edilen bildiriler

Yunanistan’daki açlık grevi yapan 300 göçmenle dayanışma

25 Ocak günü, Atina ve Selanik’de 300 göçmen işçi açlık grevine başladı. Ana talepleri yasal olarak kabul edilmekti. Onların mücadelesi 41’inci güne ulaştı. Onlardan yüz kişi hastanelerde, bazı ciddi sağlık problemleriyle karşı karşıya ve hayatlarını riske ediyorlar. Göçmenler ekonomik krizin ve Avrupa hükümetleri tarafından uygulanan kemer sıkma politikalarının ilk kurbanlarını oluşturuyor. Biz, Budapeşte’de yapılan ASF hazırlık meclisinin bileşenleri olarak göçmenlerin yasallık, saygın bir hayat sürme ve kanuni haklara sahip olarak iş yapma isteklerini haklı buluyor ve destekliyoruz. Onların mücadelesine desteğimizi ve dayanışmamızı ifade ediyoruz. Yunanistan hükümeti daha fazla mağdur yaratmamak için acilen onların yasallık taleplerini karşılamalıdır.

Kızıl Çamur Bildirisi

Biz, Budapeşte’de ASF toplantısında bir araya gelen insanlar olarak halkın hala kızıl çamurla kaplı bir alanda yaşamasını şok edici buluyoruz. Bu alanda felaketten dört ay sonra dahi havadaki toz miktarını (PM10) Avrupa Birliği’nin sağlık standartlarının belirlediği rakamın üzerinde ve bu durum insan sağlığına zararlı. Macaristan gibi halihazırda AB başkanlığını yürüten bir ülkede insan haklarının umursanmadığını , binlerce insanın sağlığı ve geleceği ile ilgilenilmediğini ve devlet tarafından halkın sağlığı konusunda yeterli tetkiklerin yapılmadığını görmek ürkütücü.

Macaristan hükümetine sesleniyor, onu acilen bağımsız otoriteler tarafından halk sağlığı ile ilgili tetkikleri yaptırmaya çağırıyoruz. Bu Viyana laboratuvarlarından istenen, felaketten etkilenen bölgedeki herkesin vücudundaki ağır metallerin ölçülmesini gerektiriyor çünkü sonuçlar krom, kadminyum, arsenic ve gamma GT’nin en fazla bulunması gerektiği miktar konusunda farklılıklar içeriyor. Biz ekonomik çıkarların ve MAL şirketinin devam eden faaliyetlerinin Macaristan hükümeti için çocukların sağlıklı büyümesinden daha önemli olmasının zalimce olduğunu düşünüyoruz. Biz Macaristan hükümetinden felaketten etkilenen bölgedeki halka-sağlık risklerini ve felaketin halk üzerindeki olumsuz psikolojik etkisini düşünerek-felaketten önce yaşadıkları koşullarda yaşayabilecekleri ülkenin başka bölgelerine gidebilmeleri konusunda her türlü fırsatın sağlanmasını talep ediyoruz.

Son olarak, kızıl çamur bölgesindeki halkla olan dayanışmamızı ifade ediyor, onlara olan desteğimizi her türlü ulusal ve uluslararası forumda bildireceğimizi ve onların gerçek durumunu bu platformlarda açıklayarak sorunun acil çözümü konusunda dikkat çekmete çalışacağımızı bildiriyoruz.

2008’den beri G20 kendisini en zengin ülkeler arasındaki diyalogun esas yapısı olarak dayattı. Ülke liderlerinin bütün gezegen için finansal, ekonomik ve iklim krizleri için “çözümleri” planlayıp, belirledikleri bir kurumdu. Ancak zirvelerin devam etmesine rağmen çoklu krizler son bulmadı. Son yapılan G8 ve G20 toplantıları gerçek bir çözüm üretebilme konusunda başarısız oldular. Tam tersi, G20 liderlerinin önerdiği her şey krizin kökeninde olan aktörleri ve mekanizmaları (IMF,DB,DTÖ, serbest tivaret ve yatırım rejimi vb) yeniden yasallaştırmaya hizmet etti. Krizin bedelini ödemek ise halka düştü. Buna rağmen krize karşı gerçekten demokratik çözümler var ve halkın krize karşı olan cevabını desteklemek, acilen G20’nin gündemine karşı sistem değişimi gündemini öne sürmek önem taşıyor.

Mobilizasyonları büyütmek için Dakar’daki DSF sırasında bir çağrı yapıldı ve Avrupa’da Fransa’daki gösterileri desteklemek ve katılmak isteyen  örgütlerin, sosyal ağların ve hareketlerin imzasına açıldı. Dakar’da; G8-G20 ortak toplantısı boyunca  Mayıs ve Kasım aylarında yapılacak bu gösteriler için uluslararası bir çalışma süreci başlattık.  Deauville ve Cannes gösterileri bize krizle mücadele ederken dünya liderlerinin yanlış çözümlerine karşı  halkın sesini yükseltmek konusunda eşsiz bir fırsat veriyor. Bu gösteriler halkın gösterileri olacak.

Biz, Budapeşte’de toplanan Avrupa Meclisi olarak, G8 ve G20’ye karşı Fransa’da yapılacak gösterileri destekliyoruz. (G8-G20 Uluslararası hazırlık toplantısı 26-27 Mart tarihlerinde Paris’te yapılacak)

(Çeviren: Özge Pehlivan, Onur Devrim Üçbaş)

18 Mart  – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

Birleşmiş Milletler Libya’dan elini çek!

Tunus ve Mısır’ın ardından Libya’da başlayan halk ayaklanması, Kaddafi rejiminin kanlı müdahalesine rağmen devam ediyor. Ortadoğu’da Arap halkları diktatörlükleri teker teker deviriyor.

Yıllardır bu diktatörlükleri destekleyen, şekillendiren, güçlendiren, ayakta durmasına yardımcı olan ABD, Fransa, İngiltere gibi ülkeler ise devrimlerin daha fazla yayılmasını engellemek için 1990’lı yıllardan tanıdık gelen bir adımı atmaya hazırlanıyor.

BM Güvenlik Konsey’i, dün gece yaptığı görüşmede “uçuşa yasak bölge” oluşturulmasını öngören 1973 sayılı karar tasarısını oyladı. Fransa, Lübnan, İngiltere ve ABD tarafından hazırlanan 1973 sayılı karar tasarısı, Rusya, Çin, Almanya, Brezilya ve Hindistan’ın çekimser oyuna karşı 10 oyla kabul edildi.

1990’lı yıllarda da Balkanlarda “insani yardım” gerekçesiyle başka ülkelerin iç süreçlerine müdahale eden, yasak bölgeler oluşturan emperyalist güçler, yine hazırlık içindeler. BM Güvenlik Konseyi kararı, sadece uçuşa yasak bölge oluşturulmasını değil, istendiği zaman askeri harekat yapılmasını da kapsıyor.

Fransa BM kararı çıkmadan önce, “karar çıkar çıkmaz müdahale başlar” açıklamasını yapmıştı. Müdahaleye, Fransa ve İngiltere’nin katılacağı, ABD’nin ise daha sonra dahil olacağı bekleniyor.

Emperyalistler her zaman, müdahale etmek, kibirli askeri güçleriyle şov yapmak için bir bahane bulabiliyor. “İnsani yardım”, “katliamları engellemek”, “Diktatörlüklere karşı demokrasiyi savunmak” gibi gerekçelerle kendi işgalci politikalarını haklı çıkartmaya çalışıyorlar.

Bu gerekçeyle Irak’ta yüzbinlerce insanı öldürdüler.

Bu gerekçelerle NATO hala Afganistan’da insanları öldürmeye devam ediyor.

Bizler Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu aktivistleri olarak bir yandan Kaddafi rejimine karşı mücadele eden Libya halkının yanındayız ama aynı zamanda Libya’ya askeri müdahalede bulunmaya hazırlanan emperyalist ülkelerin işgalci politikalarının da karşısındayız.

NATO Genel Sekreteri Rasmussen BM oylamasından önce “BM ne kadar erken karar verirse o kadar iyi olur. NATO sivilleri Kaddafi rejiminin saldırılarından korumaya hazır” dedi.

NATO Genel Sekreteri benzer açıklamaları Afganistan için de yapıyor. Kendisi düpedüz bir küresel terör ve suç örgütü gibi çaışan NATO’nun sivillere yardım etmesi mümkün değildir.

NATO, hala Afganistan’da cinayetlerine devam ediyor.

NATO, öncelikle Afganistan işgaline derhal son vermeli, Afganistan’dan çekilmelidir.

Tüm kamuoyunu bir yandan Kaddafi’nin cinayetlerine bir yandan da bunu bahane eden emperyalistlerin BM ve NATO gibi araçları kullanarak başlamaya hazırlandıkları işgal politikalarına karşı mücadele etmeye, sokağa çıkmaya hazır olmaya davet ediyoruz.

Şengül Çifci

Küresel BAK Yürütme Kurulu adına

19 Mart  – Nükleere Zincirleme Reaksiyon Yürüyüşü – İstanbul

AKKUYU, SİNOP FUKUŞİMA OLMASIN!

NÜKLEER FELAKETTİR, NÜKLEER CİNAYETTİR!

NÜKLEER SANTRALLERE HAYIR!

Japonya’da dünyanın en büyük nükleer felaketi yaşanıyor. Japon halkı önce deprem ve tsunamiyle, ardından Fukuşima nükleer santralindeki patlamalar ve radyasyon kirlenmesiyle ağır bir darbe aldı. Yakınlarını kaybeden, evinden yurdundan olan, yaşadıkları kentler boşaltılan ve radyoaktif kirlenme tehlikesiyle iç içe yaşamak zorunda kalan Japon halkının acısını ve endişesini paylaşıyor, dayanışma duygularımızı iletiyoruz.

Yaşanan bu kaza Çernobil felaketinin tam 25. yılında Çernobil’den kat be kat büyük bir nükleer faciaya dönüşüyor. Fukuşima felaketi nükleer enerjinin ne kadar tehlikeli ve öngörülemez risklerle dolu olduğunu bir kez daha gösterdi. Yıllardır yeni Çernobiller olmasın diye uyarıyorduk. Yeni nükleer santraller yapılmasın, var olan bütün reaktörler kapatılsın diyorduk. Bize hayalci diyorlardı. Çernobil’in sonuçlarını küçümsüyorlar, bir daha olmaz sanıyorlardı.

Oysa nükleer enerjinin tarihi yüzlerce kazayla doludur. İster Çernobil gibi insan hatasıyla, isterse Japonya’daki gibi doğal bir afetin tetiklemesiyle olsun, nükleer reaktörler her an benzer bir felakete yol açma potansiyeline sahiptir. Bu tehlikeden kaçınmanın tek yolu nükleer santrallerden tamamen kurtulmaktır. Bu gerçeği anlamak için daha kaç Çernobil’e, daha kaç Fukuşima’ya ihtiyacımız var?

Japonya’daki nükleer cinayet, atom çağının sonuna gelindiğini gösteriyor. Çernobil’den sonra zaten yeni reaktör yapımı azalmış, dünyadaki nükleer reaktör sayısı düşmeye başlamıştı. Fukuşima felaketinden sonra Almanya, Fransa, ABD, İsviçre, Çin, Venezüella, hatta Türkiye’ye nükleer reaktör kurmak isteyen Rusya nükleer enerji programlarını gözden geçirmeye karar verdiler. Bütün dünya nükleerden kaçış yollarını arıyor. Dünya enerji tasarrufuyla, verimli teknolojilerle ve yenilenebilir enerjiyle hem fosil yakıtlardan, hem de nükleer tehlikeden kurtulabileceğini anlamaya başlıyor.

Türkiye’de ise hükümet ne yazık ki nükleer yangına körükle gidiyor. Başbakan Erdoğan, Enerji Bakanı Yıldız ve Çevre Bakanı Eroğlu Japonya’daki faciayı küçümseyici açıklamalar yapıyor, nükleer patlamayla tüp gaz patlamasını birbirine karıştırıyor, nükleer sevdaları uğruna halkı yanıltıyorlar. Dünyanın nükleer teknolojiyi en fazla kullanan ülkelerinden biri olan Japonya’nın bile aynı anda 4 reaktörün birden kontrolden çıkması karşısında çaresiz kaldığını görmezden gelip, Rusya’nın Akkuyu’ya yapacağı reaktörün daha güvenli olduğu yalanını söylüyorlar.

Hükümet derhal nükleer enerjiden vazgeçtiğini açıklamalıdır. Akkuyu’da, Sinop’ta ve ülkenin her yerinde nükleer enerji istemeyen halka ve nükleer karşıtlarına meydan okumaktan vazgeçmelidir. Hükümet facianın büyüklüğünü kavrayamadan yaptığı aceleci açıklamalardan ve panik içinde aldığı Mayıs ayına kadar Akkuyu’ya kazma vurma kararından derhal geri adım atmalıdır. Hükümeti Türkiye’yi soktukları bu yıkıcı nükleer maceradan yol yakınken vazgeçmeye çağırıyoruz.

Bizler, nükleerin felaket, nükleer santrallerin ise cinayet olduğunu düşünenler, nükleer enerji çılgınlığına karşı tüm yurttaşlarımızı sürekli eyleme çağırıyoruz.

Akkuyu’ya, Sinop’a, Türkiye’nin ya da dünyanın herhangi bir yerine nükleer santral istemiyoruz.

Yaptırmayacağız.

Akkuyu, Sinop Fukuşima olmasın!

26 Nisanda, Çernobil’in yıldönümünde yeniden sokaklarda olacağız!

Ümit Şahin

19 Mart  – 26 Mart Yürüyüşüne Çağrı – İstanbul

Sokağa, eyleme:

Savaşa, işgale, bombardımanlara hayır!

26 Mart Cumartesi, 16.00

İstiklal Caddesi, Galatasaray Meydanı

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı uyarınca koalisyon güçleri Libya’yı bombalamaya başladı.

Emperyalist güçler uzun bir süredir işgal politikaları için “insani yardım amaçlı müdahale” terimini kullanıyor. Biliyoruz ki bu güçler, girdikleri yerleri darmaduman etmeden, zenginliklerine zenginlik katmadan o ülkelerden çıkmıyorlar, çıkmak istemiyorlar.

Libya’nın bombalanmasını hemen durdurun!

Türkiye hiçbir şekilde Libya’nın bombalanmasının ve işgal edilmesinin ortağı olmamalıdır!

Diktatörleri, zaten bu insanları ve rejimleri yıllar boyunca destekleyen emperyalizm engelleyemez.

Demokrasi, bir ülkenin bombalanmasının ürünü olarak şekillenemez.

Bizler, dünya çapındaki savaş karşıtı koalisyonlarla birlikte tüm barış yanlılarını, tüm savaş karşıtlarını 26 Mart Cumartesi günü saat 16.00’da yapacağımız “Savaşa ve işgale hayır” gösterisine katılmaya çağırıyoruz.

Yıldız Önen

Küresel BAK yürütme kurulu adına

21 Mart  – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

KÜRESEL BAK’IN LİBYA’NIN BOMBALANMASIYLA İLGİLİ BASIN AÇIKLAMASI

Savaşa, işgale, bombardımanlara hayır!

Sokağa, eyleme

26 Mart Cumartesi, 16.00 – İstiklal Caddesi Galatasaray Meydanı

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı uyarınca koalisyon güçleri Libya’yı bombalamaya başladı.

Irak işgali 19 Mart 2003’te başlamıştı, Libya’ya saldırı da 19 Mart ’de başladı. Her iki saldırı arasında sanıldığı gibi büyük farklar yok.

Her iki ülke de toprak altı ve toprak üstü kaynaklar zengini, petrol, doğalgaz ve nakit para zengini.

Her iki ülkenin de başında batı jargonunda diktatör olarak sıfatlandırılan yöneticiler var.

Her iki ülkede de batı anlamında demokrasi yok.

Her ikisinde de batılı anlamda insan hakları korunmuyor.

Her iki ülke yönetici sınıfı da kendi halkı üzerinde şiddet uygulamada her hangi bir beis görmüyor.

Her iki ülke yönetici sınıfı da batının taleplerine, onların istediği denli açık değil.

Her ikisi de uluslararası hukuktan çok kendi hukuklarını önemsiyor.

Her ikisine müdahalede de Birleşmiş Milletler kararı var ancak muhalif olanlar veto haklarını kullanmıyor. Irak işgalinde savaş çığırtkanı ABD, Libya’ya saldırıda ise Fransa. Ancak birinde aykırı olanlar hemen kendilerini gösterdiler; Almanya, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya. Diğerinde sessizce iç geçirmişlerdi.

Şimdi 8 yıl öncesi diskurları bir kez daha dinliyoruz; “demokrasi yok getireceğiz”, “insan hakları ihlal ediliyor”, “koruyacağız.”

Buna inanmamız için hiçbir gerekçe yok. Emperyalist güçler uzun bir süredir işgal politikaları için “insani yardım amaçlı müdahale” terimini kullanıyor. 8 yıl içinde Irak’ta yaşananlar, insani maliyetler, toplumsal yıkım, ekonomik çöküntü apaçık ortadayken Fransa, İngiltere ve ABD gibi ülkelerin Libya’ya insani amaçlı müdahalede bulunduğuna inanmıyoruz.

Biliyoruz ki bu güçler, girdikleri yerleri darmaduman etmeden, zenginliklerine zenginlik katmadan o ülkelerden çıkmıyorlar, çıkmak istemiyorlar.

Biz savaş karşıtları 8 yıl önce nerede duruyor ve ne söylüyorsak bugün de aynı yerde duruyor ve aynı vurguları küresel savaş karşıtı hareketin parçası olarak yapmaya devam ediyoruz.  Aksi, dünya jandarmalığına kendinden tayinli aktörlerin, kendi çıkarları için herhangi bir ülkeye saldırma ve işgal politikalarını normalleştirmek anlamına gelir.

Libya’nın bombalanmasını hemen durdurun!

Türkiye hiçbir şekilde Libya’nın bombalanmasının ve işgal edilmesinin ortağı olmamalıdır!

Diktatörleri, zaten bu insanları ve rejimleri yıllar boyunca destekleyen emperyalizm engelleyemez.

Demokrasi, bir ülkenin bombalanmasının ürünü olarak şekillenemez.

Bizler, dünya çapındaki savaş karşıtı koalisyonlarla birlikte tüm barış yanlılarını, tüm savaş karşıtlarını 26 Mart Cumartesi günü saat 16.00’da yapacağımız “Savaşa ve işgale hayır” gösterisine katılmaya çağırıyoruz.

Kerem Kabadayı

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına

26 Mart  – “İşgale Ortak Olmayacağız” Basın Açıklaması – İstanbul / İzmir

“Yaşanan çatışmalar üzerine Birleşmiş Milletler’in ilan ettiği uçuşa yasak bölge kararını bahane eden ABD, İngiltere ve Fransa’nın Libya’yı bombalaması ardından, NATO savaşı ve işgal girişimi ile karşı karşıyayız. Tıpkı, Afganistan’da ve Irak’ta olduğu gibi “İnsani yardım” sözleri ardına saklanan saldırı, her geçen gün emperyalist bir müdahale ve işgal girişimi karakteri kazanıyor.

Bugüne kadar Kaddafi’yi destekleyen, Libya’nın petrol kaynaklarını Kaddafi’yle anlaşarak kullanan, Kaddafi’ye milyonlarca dolarlık silah satan, hatta seçim kampanyalarında Kaddafi’nin mali desteğini kullanan güçler, birdenbire Kaddafi’nin uygulamalarına karşı harekete geçtiler.

‘BÖYLE SAÇMALIK OLUR MU?’

Libya’ya müdahale kazanı kaynatılmaya başlandığında Başbakan Erdoğan, ‘NATO müdahalesine kesinlikle karşıyız. NATO’nun Libya’da ne işi var, böyle saçmalık olur mu?’ dedi. ABD ve koalisyonu saldırıya başlayınca ağız değiştirdi ve ‘NATO müdahale etse bile biz destek vermeyiz’ dedi. Ama bugün Türkiye NATO operasyonuna en fazla destek veren ülke konumunda. Üstelik önümüzdeki saatlerde fiilen NATO tarafından yürütülecek operasyonun merkezinin de İzmir’deki NATO üssü olacak.

TEZKEREYE EVET DİYENLER DE SUÇUN ORTAĞI

Libya’ya askeri kuvvet yollamak için Hükümetin girişimiyle, Meclis’e getirilen tezkere, gizli görüşmenin ardından AKP, CHP ve MHP’nin desteğiyle kabul edildi. Meclisten çıkan tezkere de savaşı başlatanların diliyle aynı vurgulara sahip: “İnsani yardım”, “silah denetimi” ve “uçuşa yasak bölge oluşturulması…”

Bizler, tüm dünyadaki savaş karşıtlarıyla birlikte, NATO’nun Libya’ya saldırısına karşıyız. Libya’nın işgali ne Kaddafi diktatörlüğüne karşı ayaklanan Libya halkına yardımcı olacaktır ne de “insani bir amaç” taşımaktadır.

NATO BİR SAVAŞ ÖRGÜTÜDÜR…

Ne NATO ne de BM “insani yardım örgütü” değildir. Gözümüzün önünde, Libya krizini bahane eden emperyalizm yeni bir süper askeri şov örgütlüyor. Amaç tüm bölge halklarını tehdit etmektir.

Küresel egemen güçlerin derdi, Kaddafi’nin ayaklanan Libyalıları katletmesi ihtimali değil, bölgede giderek ayılan halk isyanlarının egemenliklerini ve petrol kaynaklarını tehdit etme ihtimalidir.

LİBYA’DA SAVAŞA VE İŞGALE HAYIR!

Bizler dünyanın bütün savaş ve işgal karşıtlarıyla birlikte Libya’da savaşa ve NATO işgaline hayır diyoruz.

Biz suç örgütü olan NATO’nun bugüne kadar işlediği savaş suçlarının hesabını vermesini istiyoruz.

TÜRKİYE İŞGALİN ORTAĞI OLAMAZ!

Halkımızın bu savaşa ve işgale karşı olduğu açıktır. Hükümet bu yüzden ikna manevraları yapmaktadır.

Çünkü Hükümet, Türkiye’de insanların anadilde eğitim alma hakkına, sivil itaatsizlik eylemlerine, barış çadırları kurmalarına bile tahammül edemezken, Libya’ya son derece hızlı bir şekilde ‘insani amaçlı’ müdahale ettiğine kimseyi ikna edememiştir.

Türkiye Libya’nın işgalin ortağı olmamalıdır!

Türkiye, Libya operasyonuna yolladığı ve tüm ülkelerdeki askerlerini geri çekmelidir!

NATO’dan derhal çıkmalıdır! NATO bir suç örgütüdür ve dağıtılmalıdır!”

Kerem Kabadayı

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına

28 Mart  – Hrant Dink Davası – İstanbul

Dört yıl üç ay oldu ve biz yine buradayız. Çünkü şunu biliyoruz: Er ya da geç, Hrant’ı öldürtenlerin yakasına yapışacağız. Arkadaşımızın öldürülmesine katılan, karışan, katilleri kollayan, suçlu ve kusurlu resmî görevlileri koruyan kim varsa hesap verecek. Bundan kaçamayacaklar.

Darbe planlarında Hrant’ın öldürülmesinden “operasyon” diye sözedildiği ortaya çıktı. Biz “işte!” dedik. “Hrant Dink cinayeti davası” adı altında bir müsamereyi sürdürenler oralı olmadı. Zirve Yayınevi katliamıyla ilgili olarak Malatya İl Jandarma Alay Komutanı tutuklandı. Oralı olacaklar mı, merak ediyoruz. Trabzon’da da bir jandarma komutanı vardı. Albay Ali Öz. Görevi ihmalden yargılanıyor. Oysa şu içeride, sanık sıralarında oturması gerekiyordu. Başka pek çok polis ve jandarmayla birlikte. Ve onlara, kimlerden emir aldıklarının sorulması gerekiyordu.

Darbe ortamı oluşturmak için misyonerlik umacısı imal etmeye çalıştılar. Azınlıklara yönelik düşmanlık yaratmak istediler. Rahip Santoro’yu öldürttüler, Zirve Yayınevi’nde üç insanı vahşice katlettirdiler. Ve Hrant’ı öldürttüler.

Öldürtenlerin en azından bir kısmının resmî üniformalar taşıdığını, devlet görevlisi olduğunu düşünmeyen kimse var mıdır acaba? Devlet şimdilik Hrant’ı öldürten elemanlarına kıyamıyor, onları yargı önüne çıkartamıyor. Ama nasıl Malatya’dakileri daha fazla koruyup kollamaları mümkün olmadıysa, Hrant’ı öldürtenleri de sonsuza kadar sahiplenemeyecekler. Malatya’daki katliam ekibinin komutanlarına kimlerden emir aldıklarını sorsunlar, Hrant’ın infaz emrini verenlere de ulaşırlar.

Ama tabiî adalete yaklaşabilmemiz için, cumhuriyet tarihinin en önemli davasını yürüten kişilerin, yayımlanmamış kitapları toplatma fantezileriyle uğraşmayı bırakmaları, sanal âlemden gerçek dünyaya geçmeleri gerekiyor. Devlet içinde yuvalanmış faşizan darbe örgütlenmeleriyle adı asla yanyana gelemeyecek insanların üstüne gidilmesi, sadece haksızlık değil, adaletin yoluna dikilen bir engeldir.

Türkiye’de çok büyük suçlar işlendi. Hrant’ın öldürülmesi bunlardan biriydi. Bunların faillerini ilelebet koruyup kollamaya kimsenin gücü yetmeyecek. Bizim ise, arkadaşımızın ölüm emrini verenler karşımıza getirilene kadar direnecek gücümüz bol bol var.

Hrant için, adalet için!

Ayça Damgacı

Hrant’ın Arkadaşları adına

3 Nisan  –  Mayınsız bir Türkiye, Mayınsız Bir Dünya Basın Açıklaması – İstanbul

Sevgili arkadaşlar; Yarın, Uluslarararası Mayın Bilinci Günü’nün 6. Yıldönümü. 1997’de, aktivistler ve birkaç sivil toplum örgütü, mayınların yasaklanması ve imhası için kampanya başlattıklarında, devletler ve hükümetler bunun bir hayal olduğunu söylemişlerdi. Onlara göre, ‘Ülkenin güvenliği için’, ‘sınırların korunması için’ mayınlar gerekliydi. Ama kampanya, iki yıl sonra mayınları yasaklayan ve imhasını öngören bir sözleşmenin uluslar arası imzaya açılmasını başardı. Bugün, 156 devlet, Mayın Yasaklama Anlaşması’na taraf. Anlaşma’nın yürürlüğe girdiği 1999’dan bu yana, stoklardaki milyonlarca mayın imha edildi; binlerce dönüm arazi mayından temizlendi; milyonlarca insan mayın risk eğitimi aldı; mayın kurbanı sayısı azaldı;  binlerce mayın kurbanı topluma yeniden kazandırıldı.

Ancak, hala çözümlenmesi gereken pek çok sorun var:

39 devlet hala Anlaşma’ya taraf değil, bunların arasında ,  ABD, Rusya ve Çin de bulunuyor.

Hala yeni mayın kullanımı var. Buna en son Libya eklendi.  28 Mart’ta, Ajdabiya kasabasının dışında yer alan yüksek gerilim hattının yakınlarında, elektrik mühendisleri tarafından 50’nin üzerinde antipersonel ve antitank mayını tespit edildi.

Pek çok ülke, stoklardaki mayınların imhası ve toprağa döşeli mayınların temizliği için, Anlaşma’da belirtilen tarihleri yakalayamadı ve ek süre talebinde bulundu.

Kurbanların topluma yeniden kazandırılması için hala devletlerin ulusal eylem planları  yok.

Ve Türkiye…

Anlaşma’ya Taraf Devletler içinde, mayın kullanan ikinci devlet Türkiye oldu. İki yıl önce, Çukurca’da 6 askerin ölümüne, 8 askerin de yaralanmasına neden olan mayının Türk Silahlı Kuvvetlerine ait olduğu askeri bilirkişi heyeti raporu ile kesinleşti.

Geçtiğimiz yıl, Batman’da, 4 sivilin ölümüne neden olan mayının da PKK tarafından döşendiği belirlendi. Mayını döşeyenlere 20 -24 yıl hapis cezası verildiği açıklandı.

Stoklardaki mayın imhası, Anlaşma’da belirtilen tarihin üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen gerçekleştirilemedi. ADAM tipi 22 bin mayın, imha için Almanya’ya gönderildi ancak imha hala tamamlanamadı ve bu konuda bir tarih de açıklanmadı.

Toprağa döşeli tüm mayınların temizliği için somut bir adım atılmadı, bu konuda bir program ve takvim açıklanmadı.

Mayın kurbanları istatistiklere bile giremiyor, çünkü onlarla ilgili yapılmış hiçbir araştırma bulunmuyor.

Mayın kurbanları rehabilitasyon hizmetlerine hızla ve kolayca erişemiyor. Mayın vakalarının en sık görüldüğü Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde tek rehabilitasyon Merkezi Diyarbakır’da. Ankara’da bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri Rehabilitasyon Merkezi’nin siviller için ayırdığı %30 kota ise çok yetersiz.

Mayın kurbanlarının istihdamı, eğitimi, sosyal hayata katılımı, yani ekonomik ve sosyal entegrasyonlarına ilişkin hiçbir çalışma yapılmıyor.

Türkiye 2004’de Mayın Yasaklama Anlaşması’nı Taraf Devlet olduğunda, “her hafta çoğu masum ve korunmasız sivillerden ve özellikle çocuklardan oluşan yüzlerce kişiyi öldüren veya sakat bırakan, ekonomik kalkınmayı ve yeniden yapılanmayı engelleyen, mültecilerin ve iç göçe maruz kalmış kişilerin yurtlarına dönmelerine manî olan ve yerleştirildikten sonra yıllarca diğer vahim neticeler yaratan anti-personel mayınların neden olduğu acılara ve kayıplara son vermeye kararlı olarak”, Anlaşma’nın tüm yükümlülüklerini yerine getirme taahhütünde bulunmuştu.

Biz, aşağıda imzası bulunan sivil toplum kuruluşları, hükümeti;

•           Mayın Yasaklama Anlaşması’nın tüm yükümlülüklerini yerine getirmeye,

•           Geçtiğimiz yıl Kolombiya’da yapılan 2.Gözden Geçirme Konferansı’nda kabul edilen Kartegana Eylem Planı’nı bir an önce uygulamaya çağırıyoruz.

Mayınsız Bir Türkiye Girişimi, Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Sakatlar Derneği, Sosyal Demokrasi Vakfı, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe! Girişimi

Notlar:

Karamayınları kimlik sormaz.

Kadın, erkek hangi cinsten, hangi dilden, hangi inançtan, hangi düşünceden olursanız olun, sizi ölüme götürür ya da sakat bırakır.

Karamayınları, sinsi kitle imha silahlarıdır.

Sinsidir, sessizce, 75 yıl boyunca kurbanını bekler. Kitle imha silahıdır; her yıl meydana gelen mayın olaylarında, yaralanan ya da sakat kalan insanların sayısı  yüzbinlerle ifade edilmektedir. Ölen, yada yaralananların büyük bir kısmını siviller; sivillerin de üçte birini çocuklar oluşturmaktadır.

Karamayınları, barışı tanımazlar.

Mayınlar bilinenin aksine savaşlardan daha fazla barış zamanlarında insanlara zarar verir. Savaşlar, çatışmalar sona erse, barış ilan edilse de, bu silahlar tamamen imha edilmedikçe öldürmeye, yaralamaya/sakat bırakmaya devam ederler. Avrupa’da ve diğer bölgelerdeki pek çok ülkeden hala 2. Dünya  Savaşı’nda kullanılan mayınlar nedeniyle yeni vaka bildirimleri gelmektedir .

Karamayınları ekonomik kalkınmayı engeller.

Mayın nedeniyle, çok büyük ve verimli araziler kullanılamamakta.

Müteber Öğreten

Mayınsız Bir Türkiye Girişimi, Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Sakatlar Derneği, Sosyal Demokrasi Vakfı, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe! Girişimi

8-9 Nisan  – Barışı Kurmak Konferansının Sonuç Bildirgesi – Barış Girişimi

BARIŞ MÜMKÜN!

Sorunlarımızın çözümüne ilişkin bir arayış olan 8-9 Nisan Barışı Kurmak konferansımızda, otuz yıldır süren yangının nasıl söndürülebileceğini konuştuk. Barışı sağlamanın zorlu yollarında yürümüş ve bunu başarmış ülkelerden gelen konuklarımızı dinledik; barışın olmazsa olmaz koşullarını, barışın nasıl kurulabileceğini konunun uzmanlarından öğrenmeye çalıştık. Bazı çevrelerin, ne olduğunu bile tam kavramadan, ürkerek reddettikleri yerinden yönetim yani adem-i merkeziyetçi yaklaşımları, örnekleri görüştük. Ve nihayet, şu günlerde ülkenin yakıcı gündem maddelerinden biri olan anayasal çözümler üzerinde durduk. Ezberlerle yetinmek yerine, birlikte dinlemeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi yeğledik. Konferansın başlıca amacı da buydu zaten.

İki günlük süreç, otuz yıldır süren bir çatışmadan barışa geçilebileceğine olan umudumuzu tazeledi. Barışın mümkün olduğunu, sorunların çözülebilir olduğunu bir kez daha gördük. Aktarılan deneyimler, barışın kurulmasına giden yolun, tarafların birbirini tanıyıp eşit koşullarda konuşmaya başlaması, diyalog kurması, kendini ötekinin yerine koyabilmesiyle başladığını, koşul dayatmayan müzakerelerle ve hakların güvence altına alınmasıyla ilerleyebildiğini gösteriyor. Çoğunlukçu, evrensel hak ve özgürlük standartlarını gözeten, ayrımcılığı yasaklayan, farklı dil ve kültürleri zenginlik olarak tanımlayan, anadilinde eğitim hakkını garanti altına alan, özerklik ve halklara kendilerini yönetme hakkını tanıyan anayasalar, barış içinde demokratik bir yaşamın yolunu açıyor. Barışı kurma sürecinde hakikatleri araştırma komisyonları, adalet duygusunun onarılması ve bir arada yaşayabilme koşullarının yaratılmasında hayati bir rol oynuyor.

Konferansımız “Barışı biz  de kurabiliriz” inancını ve umudumuzu pekiştirirken önümüzdeki güçlüklerin de altını çizdi. Barışı kurma deneyimini sürecin içinde yer alarak birinci elden yaşamış konuşmacılar, kalıcı bir barışın kurulabilmesinin en önemli unsurunun iktidarın, öteki siyasal güçlerin ve sivil toplumun, kısaca gelecek üzerinde söz ve pay sahibi tüm unsurların bu yoldaki kararlılıkları olduğunu belirttiler. Öte yandan, süreç adım adım ilerlerken önümüze engeller çıkabileceğini, sürecin her an provoke edilebileceğini, buna karşı da kararlı ve dirençli olunması gerektiğini anlattılar. Bu konuda güçlüklerimiz olduğunu, tarafların geçmişin mirası olarak taşıdıkları negatif yüklerden arınmada yeterli kararlılığı gösteremediklerini biliyoruz. Siyasi aktörleri cesaretlendirme işi bizlere, sivil topluma, her etnisite ve inançtan bütün Türkiyelilere düşüyor.

Bu gün, Kürt sorununun yoğun ve açık bir şekilde tartışılması hepimizin payı olan önemli bir gelişmedir. Ama artık daha temelli adımların atılması gerekiyor. Biz, Barış Girişimi olarak sorunun çözümünde atılması gerekli ilk adımları, takipçisi olacağımız ilk talepleri şöyle sıralıyoruz:

• İki ay sonraki seçimlerin, milyonlarca oyu yok sayan yüzde on barajının gölgesinde yapılmasına itiraz ediyor, barajın derhal kaldırılmasını istiyoruz.

• Çocuklarımızın öldürülmesini kabul etmiyor, çatışmaya son verilmesini, tüm operasyonların durdurulmasını istiyoruz.

• Seçime giren tüm siyasal partilerin anayasa taslak ve tasavvurlarını seçimler öncesinde açıklamalarını istiyoruz.

• Yeni anayasada “vatandaşlığın”, etnik köken, dinsel inanç, cinsiyet, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim, siyasal görüş ayrımı yapılmaksızın, eşit hak ve sorumluluklar temelinde, Türkiyelilik üzerinden tanımlanmasını istiyoruz.

•  Anadilinde eğitimin kişinin temel ve doğal hakkı olarak tanınmasını, diller üzerindeki bütün yasak ve baskıların kaldırılmasını istiyoruz.

• Sunulan Fransa, İspanya, İtalya gibi örneklerde çeşitli özerklik modelleri bulunmakla birlikte, tümünün ortak özelliği, ademi merkeziyetçilik ile demokratikleşme arasındaki yakın ve doğrudan ilişkiyi ortaya koymasıdır. Bu bakımdan, özerklik kavramı ile katılımcı demokrasi arasındaki bağ göz önünde bulundurularak Türkiye’nin siyasi ve idari yapısında köklü reformlara gidilmesinin aynı zamanda barışın kurulmasına katkısı olacağına inanıyoruz.

Barış Girişimi olarak, 8-9 Nisan tarihlerinde İstanbul’da toplanan uluslararası Barışı Kurmak konferansının da kuvvetli bir biçimde teyid ettiği bu saptamalarımızın önümüzdeki süreçte bütün partiler ve sivil toplum tarafından ele ve dikkate alınmasını istiyoruz.

15/17 Nisan  – Savaşa Hayır-NATO’ya Hayır ağının katılımcılarının yıllık toplantı kararları – Dublin

Afganistan

Afganistan’daki işgali protesto etmek için bu sene de 7 Ekim haftasında uluslararası eylem günü kapsamında gösteriler ve sembolik eylemler yapılacak. Bu etkinliklerde insani yardım örgütleriyle ortak eylemler  yapılmaya çalışılacak.

ABD’deki NATO zirvesine karşı eylemler

Yapılabilecekler: konuşmalar, gösteri/yürüyüşler, Kongre’ye yapılacak ziyaretler, CD, Avrupa’da merkezi olmayan eylemler, Stratejik konsept üzerine odaklanacağımız karşı zirve-temel bilgiler ve analizler, daha kapsamlı toplantılar.

Eylemler için oluşturulacak bir ICC grubu, bir çok şeyin yanında eylem takviminin belirlenmesi, ABD’de daha fazla müttefik bulunması, davetlerin yapılması, tüm uygun düzeylerde WPC’nin bizim eylemlerimize dahil edilmesi görevlerini üstlenecek.

Ek Bilgi: 1 Nisan’da Brüksel’de NATO karargâhında gösteri.

Bonn, Aralık :

Bonn’da Aralık ’de, Nato’ya hayır çalışma ağı bir Afganistan Konferansı düzenleyecek. Bu konferans için işbölümü yapıldı. Bir sonraki uluslar arası çalışma grubunun toplantısı Bonn’da yapılacak. 2 Aralık Cuma 12.00 (eylemler Cuma’dan Pazartesi’ne dek sürecek) yapılacak toplantıların odak noktası 2012 zirvesinin hazırlıkları olacak.

2012 NATO zirvesi:

2012’de yapılacak Nato zirvesini protesto etmek için hazırlıklara en kısa zamanda başlanacak.

Yıllık toplantının deklarasyonunda; Libya’daki savaşa karşı, bu savaşın AB ve yeni NATO stratejisi ile bağlantısını kurulması, “insani” yardıma karşı argümanlar, BM 1970 (silah ticareti)’in ihlal edilmesi, Kaddafi’nin devrilmesi için değil, askerlerin geri çekilmesi için çağrı, Latin Amerika’nın öneminin kabul edilmesi gibi konulara yer verilmesi tartışıldı.

Bir sonraki “Savaşa Hayır-NATO’ya Hayır ağının” yıllık toplantısının 2012 Sonbaharında Brüksel veya Paris’te yapılacak.

Savaşa Hayır-NATO’ya Hayır ağının yıllık toplantısının 1325 sayılı karar hakkındaki açıklaması

BM Güvenlik Konseyi’nin 1325 Sayılı kararı askeri bir araç olarak tasarlanmamıştır.

Dünyanın her yerinden kadınlar BM Güvenlik Konseyi’nin 2000 yılında kabul ettiği 1325 Sayılı “Kadınlar, Barış ve Güvenlik üzerine Karar”ı barış, demokrasi ve savaşın engellenmesinin bir aracı olarak görerek memnuniyetle karşıladılar.

Kararın kabul edilmesinden bu yana dünya askeri harcamalarda devasa bir artışa şahit oldu, Kadınların “korunmasının” çoğu zaman bahane olarak kullanıldığı, meşru olmayan ve felakete yol açan savaşlar yaşandı.

NATO’nun 1325 Sayılı karara atıfta bulunarak, barışı korumak yerine askerileştirmeyi teşvik ettiğini, yapısını dünya ölçeğinde yaydığını ve saldırganca savaştığını görüyoruz.

NATO’nun 1325 Sayılı kararı; kadınları yönlendirmek, onların emeklerinden askeri amaçlar için yararlanmak ve daha fazla kadını silahlı kuvvetlere katmak için sömürmesini reddediyoruz.

NATO’nun “güvenlik” kelimesine yüklediği militarist ve erkek egemen anlamın insanların güvenliği ve 1325 Sayılı kararda öngörülen refah olmadığını tekrar belirtiyoruz.

Çeviri: Onur Devrim Üçbaş

22 Nisan  – Barış için yurttaşlık bildirgesi – Türkiye Barış Meclisi – İstanbul

Barış İçin Eşit Yurttaşlık Bildirgesi

Oyumuz, seçim barajının düşürülmesi için, Oyumuz, daha fazla demokrasi ve özgürlük için, Oyumuz, hakikatlerin araştırılması için, Oyumuz,  kamusal alanın yeniden düzenlenmesi için, Oyumuz, anadilde eğitim anayasal güvenceye kavuşturulsun, Oyumuz, ırkçı, ayrımcı ve cinsiyetçi olmayan anayasa için, Oyumuz,  sosyal adaletsizliğin giderilmelisi için, Oyumuz, inanç ve vicdan özgürlüğü için, Oyumuz, barış, eşitlik, özgürlük için…

Önümüzdeki genel seçimlerde, sadece bir dönem Türkiye’yi yönetecek parlamento seçilmeyecek, aynı zamanda “yeni anayasa” yapabilecek bir meclis belirlenecek. Kürt sorununun çözümü başta olmak üzere, gerçek bir demokratikleşme için temel şartları hazırlayacak adımlar atılmadan, 12 Eylül darbesinin getirdiği yasal kısıtlamalar bile aşılmadan seçimlerin yapılması ciddi bir acizliktir.

Yeni anayasa tartışmaları, toplumun seçim sürecinde tartışacağı en önemli başlık olmalıdır. Bugün geniş kesimler arasında yeni demokratik bir anayasaya ihtiyaç olduğu konusunda görüş birliği vardır. Ancak anayasanın hangi süreçlerden geçilerek ve hangi toplumsal koşullarda hazırlanacağı da çok önemlidir,  içerik açısından belirleyici olacaktır.

Toplumda varolan demokratik ve eşit yurttaşlık temelinde yeni bir anayasa beklentisini  karşılayabilmenin yolunun öncelikle barıştan geçtiği ve bu sürecin demokratik biçimde yürütülmesinin barışın sağlanmasına yönelik adımların atılmasına bağlı  olduğu  unutulmamalıdır.

Demokratik yeni anayasanın, barış koşullarının sağlandığı, toplumun bütün kesimlerinin parti, sendika, meslek ve diğer sivil toplum örgütleri aracılığıyla özgür biçimde hazırlık sürecine katıldığı bir ortamın yaratılmasıyla gerçekleşebileceğine, inanıyoruz ve bunun için önce barış diyoruz.

Oyumuz, seçim barajının düşürülmesi için Yüzde 10 seçim barajı, siyasi hakları kısıtlayan önemli bir unsurdur. Yüzde 10 seçim barajı hemen düşürülmelidir. Aynı şekilde, siyasi partilerin parasal kaynakları arasındaki eşitsizlik ve bu kaynakların şeffaf olmaması demokrasinin işleyişinde önemli sorunlar yaratmaktadır. Tüm bu sorunlar, özellikle yeni anayasanın hazırlanmasında rol oynayacak olan yeni dönem parlamentonun meşruiyetini sorgulanır kılacak niteliktedir.

Oyumuz, daha fazla demokrasi ve özgürlük için

Bu toprakların hasret kaldığı barışın sağlanması Kürt sorununun çözümüyle mümkündür. Kürt sorununun çözümü, sadece belli bir etnik grubun sorunlarının çözümü değil, Türkiye halklarının, demokrasisinin, özgürlük sorunlarının çözümü için gerekli koşuldur.

Bu yüzden barış yönünde atılacak adımlar aynı zamanda demokratik siyasetin işlerliğini sağlamaya yönelik adımlar olmak durumundadır. Bu adımların başında örgütlenme, basın ve düşünce özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması; son yıllarda antidemokratik yapısı net bir biçimde açığa çıkmış olan ve askeri vesayet ürünü DGM’lerin yerine kurulan özel yetkili mahkeme ve savcıların varlığına son verilmesi gelmektedir.

Oyumuz, hakikatlerin araştırılması için

Geçmişimizle yüzleşmemizi sağlayacak hakikatleri araştırma komisyonu artık hayata geçirilmelidir.  Acılarımızın izini sürerek birbirimizle barışabilmeliyiz. Yüzyıllık gerçeklerle hakikatler komisyonu aracılığıyla yüzleşebiliriz. Meclis daha fazla zaman geçirmeden böyle bir komisyon kurmalıdır.

Bu kapsamda siyasi genel af gündeme alınmalı; Kürt siyasetçileri bir an önce serbest bırakılmalıdır.

Oyumuz,  kamusal alanın yeniden düzenlenmesi için

Yeni anayasa, yerel yönetimlerin özerkliğini sağlayan ve demokratik cumhuriyetin temellerini oluşturacak biçimde hazırlanmalıdır. Askeri ve idari vesayete karşı özgürlükleri genişleten, demokratik özerkliği koruyan bir anlayış egemen olmalıdır. Anayasa, çoğulcu karakteriyle farklı toplumsal kimliklere sahip olanların varlığını ve kendilerini koruyup geliştirme olanaklarını güvence altına almalıdır. Toplumsal eşitliği sağlayacak siyasal, sosyal ve kültürel haklara dayalı bir ortak yaşamın zemini anayasal olarak tanımlanmalıdır.

Oyumuz, anadilde eğitimin anayasal güvenceye kavuşturulması için

Eşit yurttaşlık için anadilde eğitim hakkı vazgeçilmez hakların başında gelmektedir. Bu hakkın hayata geçmesi, eğitim sisteminde ve kamu alanında farklı dillerin kullanılmasıyla ilgili düzenlemelerin yapılmasını gerektirir. Bunun önündeki engeller kaldırılmalı ve gerçekleşmesi için gerekli kaynak ve altyapı sağlanmalıdır.

Unutmamak gerekir ki, bazı temel hakların gerçekleşebilmesi ancak kolektif kullanım haklarıyla mümkün olabilir.   Anadilinde konuşmak, dilini ve kültürünü geliştirmek hakkı, bireylerin tek başlarına kullanabilecekleri bir hak değildir. Aynı şekilde, insanların içinde yaşadıkları doğal ve sosyal çevrenin niteliği konusunda söz sahibi olmaları, bireysel düzlemde hayata geçebilecek bir hak değildir. Dolayısıyla, yerel yönetimlerin özerkliğiyle ilgili taleplerin anayasal ilkelere yansıması ve kamusal alanın yeniden tanımlanması gerekmektedir.

Oyumuz, ırkçı, ayrımcı ve cinsiyetçi olmayan anayasa için

Demokratik anayasa sadece çoğunluğun iradesini yansıtan bir belge olamaz. Dolayısıyla, yeni anayasa hiç kimsenin ırkı, etnik kimliği, cinsiyeti/cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimleri, yaşı, bedensel özellikleri, düşünceleri, inançları, siyasi tavır alışları ya da yaşam tarzı nedeniyle ayrımcılığa uğramayacağını ve toplumsal dışlanma tehdidiyle karşı karşıya kalmayacağını garanti altına almalıdır.

Ayrımcılığa ve dışlanmaya karşı düzenlemeler,  negatif ve pozitif önlemleri ve yaptırımları zorunlu kılar. Ayrımcılığı engelleyen yasal düzenlemeler, topluma eşit katılımı engelleyen koşulların ortadan kalkmasının gerekli koşuludur ama yeterli değildir. Etnik köken ve cinsiyet temelli eşitsizliklerden kaynaklanan mağduriyetlerin ortadan kalkması için alınması gereken önlemler, pozitif önlemler olmak durumundadır.

Kadınların sosyal yaşamdan dışlanması ve eve hapsedilmek istenmesi geleceğimizi ciddi bir biçimde tehdit ediyor. Kadınların siyasal, sosyal ve toplumsal yaşamda yer almalarının önündeki engellerin kaldırılması ve pozitif ayrımcılığın hayat geçirilmesi, kadın cinayetlerinin arttığı, şiddetin yaygınlaştığı şu günlerde toplumsal geleceğimiz için hayati bir önem taşımaktadır.

Oyumuz,  sosyal adaletsizliğin giderilmelisi için

Yoksulluğun, topluma eşit katılımı engelleyen bir sosyal dışlanma sorunu olduğunu görmek, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve konut politikalarının ve dolayısıyla kamu kaynaklarının kullanımını biçimlendiren bir sosyal haklar anlayışının hayata geçmesini gerektirir. Topluma eşit katılım, eşitsiz konumdakilere eşit davranarak sağlanamaz. Anayasa, bu yönde sosyal hakları içermek ve korumak zorundadır.

Oyumuz, inanç ve vicdan özgürlüğü için

Farklı inanç sahiplerine veya inançsızlara çoğunluğun dinini empoze etmeye yönelik uygulamaların ortadan kalkması, inanç ve vicdan özgürlüğünü sağlayıp korumanın gerekli koşuludur. Bu bağlamda, ibadet koşullarını sağlamakta kamu kaynaklarının ayrımcı biçimde  kullanılması şeklindeki eşitsiz uygulamalara son verilmelidir.

Anayasa, herkesin,  en küçük azınlığa mensup bir insanın bile, toplumun eşit ve özgür bir ferdi olarak yaşamasına ve kendi inanç ve amaçları doğrultusunda siyasi hayatta yer almasının zeminini sağlamalıdır.

Oyumuz, barış, eşitlik, özgürlük için

Türkiye seçimlere bu koşullarda gidiyor. Bütün seçmeleri ve adayları, böylesi bir siyasal ortamda yapılacak Haziran seçimleri ve yeni anayasa tartışmaları konusunda duyarlı olmaya ve sorunların aşılması yönündeki talepleri güçlü bir biçimde ortaya koymaya ve sahiplenmeye davet ediyoruz.

12 Haziran’da, seçmen ve seçilen iradesinin bu perspektif doğrultusunda oluşmasını sağlamak için demokrasiden yana tüm yurttaşlarımızı birlikte, omuz omuza çaba göstermeye çağırıyoruz.

Artık, seçmenler olarak herhangi bir nedenle “emanet oy verme” ve “bir de bunu deneyelim” tutumuna son vermeliyiz.

Oylarımızı barış, demokrasi ve özgürlük isteyenlere ve bunun için mücadele edecek olanlara vermeliyiz. Ayrımcılığa, eşitsizliğe, cinsiyetçiliğe, militarizme hizmet edenlere oy vermeyelim!

Seçime katılan bütün adayları toplumdan yükselen bu sesse kulak vermeye çağırıyoruz!

Bu gün yaşadığımız sorunlar üzerine düşünerek geleceğimize sahip çıkalım!

Ji Bo Aştiyê Danezana Hemwelatîbûna Wekhev

•           Dengên me, ji bo daxistina benda hilbijartinê

•           Dengên me, ji bo lêkolîna rastiyan

•           Dengên me, ji bo ji nû ve verastkirina qada giştî

•           Dengên me, ji bo ewlehiya destûra bingehîn a perwerdehiya bi zimanê zikmakî

•           Dengên me, ji bo destûreke bingehîn a ne nîjadperest, cihêkar û zayendparêz

•           Dengên me,  ji bo jiholêrakirina newekheviyên civakî

•           Dengên me, ji bo azadiya wijdan û baweriyê

•           Dengên me, ji bo aştî, azadî û wekheviyê

MECLÎSA AŞTIYÊ YA TIRKIYEYÊ

22 Avrêl

Di hilbijartinên li pêşiya me de, tenê dê parlementoyeke ku ji bo demekê Tirkiyeyê bi rê ve neyê hilbijartin di heman demê de parlementoyeke ku dê “destûreke bingehîn a nuh” amade bike dê bê hilbijartin. Di serî de çareserkirina pirsgirêka kurdan, ji bo demokratîkbûneke rastîn, beyî ku gavên dê mercên bingehîn amade bikin bên avêtin, beyî ku astengiyên ku derbeya 12’ê Îlonê danîne bên rakirin, pêkanîna hilbijartina acîziyeke cidî ye.

Mijarên herî girîng ên ku divê di pêvajoya hilbijartinê de bên nîqaşkirin mijarên der barê destûra bingehîn a nû de ne. Îro gelek derdor dipejirînin ku pêdivî bi destûreke bingehîn a demokratîk heye. Lê wê destûra bingehîn di encama kîjan pêvajoyan de û di mercên çawan de pêk bê girîng e. Dê ji aliyê naverokê ve diyarker be.

Hêviya civakê ew e ku destûreke bingehîn a demokratîk û li ser bingeha hemwelatîbûna azad bê amadekirin. Ji bo bicihanîna vê daxwazê rêya yekemîn pêkanîna aştiyê ye. Ji bo ku ev pêvajo bi awayekî demokratîk pêk bê divêgavên pêkanîna aştiyê bên avêtin. Divê ev neyê jibîrkirin.

Bi baweriya me ji bo ku destûreke bingehîn a nûh û demokratîk bê amadekirin, divê mercên aştiyê bên amadekirin, divê tevahiya beşên civakê yên wek partî, sendîka, rêxistinên pîşeyî û yên civakî yên wekî din bi awayekî azad beşdarî pêvajoya amadehiyê bibin. Em ji vê bawer dikin û ji bo vê pêşiyê dibêjin aştî

Dengên me, ji bo daxistina benda hilbijartinê

Benda ji sedî deh, li pêşiya mafên siyasî  astengiyeke girîn e. Benda hilbijartinê ya ji sedî deh divê tavilê bê daxistin.  Bi heman awayî, newekheviyên darayî yên di navbera derfetên partiyên siyasî de û nezelalbûna van derfetan, ji bo pêkhatina demokrasiyê pirsgirêkên girîng derdixe holê. Ev pirsgirêk bi taybetî dê rewabûna parlementoya ku dê destûreke bingehîn a nuh amade bike dixe xetereyê.

Dengên me, ji bo demokrasî û azadiya zêdetir

Ji bo pêkhatina ku hesreta vê axê ye pêk bê, divê pirsgirêka kurdan çareser bibe. Çareserkirina pirsgirêka kurdan bi tenê ne çareserkirina pirsgirêka komeke etnîk, pêdiviya çareserkirina pirsgirêkên gelên Tirkiyeyê yên wek azadî û demokrasiyê ye.

Ji ber vê yekê gavên ku ji bo pêkhatina aştiyê bên avêtin, di heman demê de divê ji bo pêkhatina siyaseta demokratîk bin. Pêşiyê divê gavên ji bo rakirina astengiyên li hemberî azadiya rêxistinbûn, çapemenî û ramanê bên avêtin. Dadgeh û dozgerên xwediyê rayeya taybet ên ku di şûna DGM’yên ku berhemên serdestiya leşkerî bûn de hatine damezirandin û avaniya wan a dijdemoratîk bi awayekî zelal derketiye holê divê bên rakirin.

Dengên me, ji bo lêkolîna rastiyan

Lijneya rastiyan a ku dê me bi rabirdûya me re rû bir û bike, divê êdî bê avakirin.  Divê em bidin dû şopa êşen xwe û li hev bên. Em rastiyên sedsalekê bi riya lijneya rastiyan dikarin hîn bibin. Bêyî ku dem derbas bibe divê meclîs lijneyeke bi vî awayî damezirîne. Di vê çarçoveyê de divê efûyeke siyasî ya giştî bê rojevê. Siyasetmedarên kurd divê bi awayekî lezgîn serbest bên berdan.

Dengên me, ji bo ji nû ve verastkirina qada giştî

Destûra bingehîn a nuh, bi awayê ku dê xweseriya rêveberiyên herêmî pêk bîne û bibe bingeha komara demokratîk divê bê amadekirin. Li dijî serdestiya leşkerî û kargerî divê qada azadiyan berfireh bike, divê têgihîştina parastina xweseriya demokratîkdemokratik serdest be. Divê destûra bingehîn xwediyê rengekî pirparêziyê be, derfeta ku kesên xwediyê nasnameyên civakî yên cuda bikaribin hebûna xwe biparêzin û pêşve bibin, bixe bin ewlehiyê.  Divê derfeta jiyaneke bi hev re ya li ser bingeha mafên siyasî, civakî û çandî ya ku dê wekheviyeke civakî pêk bîne divê di destûra bingehîn de bê pênasekirin.

Dengên me, ji bo ewlehiya destûra bingehîn a perwerdehiya bi zimanê zikmakî

Ji bo hemwelatiyeke wekhev, mafê perwerdehiya bi zimanê zikmakî yek ji mafên jêneger e. Ji bo pêkhatina vî mafî, di pergala perwerdehiyê û ji bo ku qada giştî de zimanên cuda bên bikaranîn, divê sererastkirin pêk bên. Astengên li pêşiya vê yekê divê bên rakirin û ji bo pêkhatinê divê derfet bên veqetandin û binesazî bê amadekirin.

Divê neyê jibîrkirin ku, pêkhatina hinek mafan bi bikaranîna kolektîf pêkan e. Mafê bi zimanê zikmakî axaftinê û pêşvebirina çanda xwe, ne mafekî ku kes bi serê xwe bi kar bînin e. Di heman awayî ji bo ku mirov der barê derdora xwezayî û civakî ya ku lê dijîn de xwedî gotin bin, nikarin vî mafî bi serê xwe bi kar bînin. Ji ber vê yekê divê daxwazên ji bo xweseriya demokratîk di destûra bingehîn de cih bigirin û qada giştî ji nû ve bê pênasekirin.

Dengên me, ji bo destûreke bingehîn a ne nîjadperest, cihêkar û zayendparêz

Destûra bingehîn ne ew belge ye ku bi tenê vîna piraniyê dinimîne. Ji ber vê yekê divê destûra bingehîn wisa be ku tu kes ji ber nîjad, nasnameya netewî, zayend/nasnameya zayendî û helwestên xwe yên zayendî, temen, taybetiyên bedenî, raman, bawerî, helwestên siyasî rastî cihêkariyê neyê, bi xetereya derekirina ji civakê re rû bi rû nemîne û vê yekê bixe bin ewlehiyê.

Verastkirinên li dijî cihêkarî û vederkirinê, bergirtinên erênî û neyî û danekirinan ferz dike. Verastkirinên zagonî yên ku pêşiya cihêkariyê digirin, ji holê rakirina mercên ku li pêşiya beşdariya civakî asteng in, tiştên pêwîst in lê têr nakin. Mexdûriyetên ku ji ber newekheviya  rengê netewî û zayendî pêk tên, ji bo ku ji holê rabin, bergirtinên ku divê pêk bên divê bergirtinên erênî bin.

Vederkirina jinan a ji jiyana civakî û daxwaza di malê de hepskirinê dahatûya me bi awayekî cidî dixe xetereyê. Astengiyên ku nahêlin jin beşdarî jiyana civakî û siyasî bibin divê bên rakirin û cihêkariya erênî pêk bê. Ev yek di van rojên ku kuştinên jinan zêde dibin û tundî berbelav dibe de ji bo dahatûya me pir girîng e.

Dengên me,  ji bo jiholêrakirina newekheviyên civakî

Divê bê dîtin ku xizanî pirsgirêkeke vederkirina civakî ya ku ji bo wekheviya beşdariya civakî asten e. Divê nêzikahiyeke mafên civakî ya ku teşeyê bide polîtîkayên tenduristî, perwerdehî, ewlehiya civakî û starbûnê û bikaranîna derfetên giştî serdest be. Beşdariya civakî ya wekhev, bi nêzikahiya wekhev a kesên ne wekhev pêk nayê. Teqez divê ev maf di destûra bingehîn de hebin û destûra bingehîn wan biparêze.

Jiholêrakirina sepanên ku li kesên xwediyê baweriyên cuda û bê bawerî, baweriya piraniyê ferz dikin, mercê pêwîst ê pêkanîn û parastina azadiya wijdan û baweriyê ye. Bi vê ve girêdayî divê sepanên ji bo pêkanîna perestinê bi awayekî cihêkar bikaranîna derfetên giştî ji holê rabin.

Destûra bingehîn divê mercên ku her kes, kesekî ji kêmariya herî biçûk jî, bikaribe wek endamekî civakê yê azad û wekhev bijî û li gor bawerî û armancên xwe beşdarî siyasetê bibe, pêk bîne.

Dengên me, ji bo aştî, azadî û wekheviyê

Tirkiye di van mercan de hilbijartinê pêk tîne. Em ji tevahiya hilbijêr û berendaman dixwazin ku ji bo hilbijartina ku dê di pûşperê de pêk bê û nîqaşên destûra bingehîn a nuh bi hestiyarî tevbigerin û daxwazên çareseriya pirsgirêkan bi awayekî xurt deynin holê û lê xwedî derkevin.

Ji bo ku di12’ê Pûşperê de vîna hijbijêr û hilbijartiyan di vê çarçoveyê de derkeve holê, em ji tevahiya hemwelatiyên xwe yên ku alîgirê demokrasiyê ne dixwazin ku mil bidin hev û bi hev re bixebitin.

Êdî, wek hilbijêr ji ber kîjan sedemê dibe bila bibe, divê em helwestên wek “dengdayîna bi deyn” û “ka em sihêtiya viya jî bikin” nîşan nedin.

Divê em dengê xwe bidin yên ku aştî, demokrasî û azadiyê dixwazin û ji bo wan têdikoşin. Divê em rayên xwe nedin ên ku xizmeta cihêkarî, newekhevî, zayendparêzî û milîtarîzmê dikin!

Em bangî tevahiya berendamanên ku beşdarî hilbijartinan dibin dikin da ku guh bidin vî dengê ku ji civakê bilind dibe!

Em li pirsgirêkên xwe yên ku em îro dijîn, bifikirin û xwedî li dahatûya xwe derkevin!

İletişim: web:www.turkiyebarismeclisi.org / email:turkiyebarismeclisi@gmail.com

24  Nisan  –  Bu acı hepimizin” etkinlikleri – İstanbul

İHD: ‘BİR HALKIN TÜM VARLIĞI İLE İZLERİNİN SİLİNMESİ OPERASYONU’

“24 Nisan 1915’te İttihat ve Terakki Hükümeti’nin emriyle İstanbul Ermeni toplumunun siyaset, bilim, edebiyat, sanat ve diğer alanlardaki önde gelen temsilcileri evlerinden toplandı. Amaç, Ermeni toplumunun düşünsel önderlerini yok etmekti. Çünkü karar verilmişti; kısa bir süre sonra Anadolu’nun dört bir yanından Ermeni nüfus binlerce yıllık köklerinden sökülüp atılacak, açlık, sefalet, katliamlar sonucu yok edilecekti. O zaman geldiğinde mümkün olan en az pürüzle karşılaşılması için, sesini yükseltecek kimsenin kalmaması için, Osmanlı Ermeni toplumunun önderlerinin ortadan kaldırılması gerekiyordu.

Bu nedenle 24 Nisan, Ermeni aydınlarının imhasıyla başlayan soykırım sürecinin ilk aşamasını temsil eder.

Ama 24 Nisan yalnızca Ermeni ve Süryani soykırımının simgesi değildir. Bir ülke tarihinin yeniden ve yalanlara dayanılarak yazılmasını, bir halkın varlığının, köklü bir uygarlığın bütün tarihsel mirasıyla birlikte tüm izlerinin silinmesini de simgeleyen bir gündür.

Türkiye’de kentler sır gibi saklanan bir tarihi gizler. İnsanlar hiç bilmeden birçok “suç mahalli”nin önünden geçer. İşte bunlardan biri de, kurtulanların ayrıntılı anılarında geçen Mehderhane, yani İbrahim Paşa Sarayı, yani bugün Sultanahmet meydanındaki “İslam Eserleri Müzesi”dir.

Burası, 24 Nisan gecesi evlerinden alınan şair, yazar, gazeteci, doktor, eczacı, hukukçu Ermeni aydınların, Pangaltı karakolu’nda toplandıktan sonra götürüldüğü ve Haydarpaşa’dan Anadolu’nun içlerine yola çıkarılıncaya kadar tutuldukları Merkez Cezaevi’dir.

Bu yıl İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi olarak 24 Nisan 1915’te tutuklanan ve büyük çoğunluğundan bir daha haber alınamayan Ermeni aydınlarını, İbrahim Paşa Sarayı, bugünki “İslam Eserleri Müzesi” önünde anarak, ‘işte’, ‘Ermeni aydınlar, ölüm yolculuğuna çıkarılmadan önce burada hücrelerde ve koğuşlarda tutuldu. Burası İstanbul’un suç mahallerinden biridir!’ diyoruz…”

Eren Keskin,

İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi, ‘Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyonu adına

İstanbul, Ankara, Bodrum ve Diyarbakır’da okunan ortak metin

“24 Nisan 1915, asırlardır bu ülkenin diğer halkları ile birlikte yan yana yaşamakta olan Ermeni halkının; kadın, çocuk, ihtiyar, hasta ayırt edilmeksizin, sırf Ermeni oldukları için; yurdundan, evinden, tarlasından, işyerinden, mesleğinden devlet zoruyla koparılıp yüz binlercesinin öldüğü, öldürüldüğü, sürüldüğü ve her türlü zulme maruz kaldığı felaketin başladığı gündür.

O tarihten bu yana devlet ve hükümetler, bu korkunç olayın üstünü örtmeye, olmadı hafifsetmeye, dahası -isyan gibi nedenlerle- meşru göstermeye çalıştı. Oysa hiçbir gerekçenin haklı gösteremeyeceği bu ölümcül sürgün açıkça insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur.

Ancak bilinmelidir ki;

Devletin bu suçu inkâra dayalı resmi politikası sürdükçe o tarihten beri bu ülke insanlarının yüreğinde gizli gizli kanayan yara derinleşmekte; aklımızı, vicdanımızı, hak-adalet duygumuzu daha fazla felç etmektedir.

Ama artık buna bir son vermeliyiz. O nedenle, bu ülkenin alnı ve vicdanı ak insanlar ülkesi olmasını yürekten isteyen herkesi çok gecikmiş bir insanlık görevine davet ediyoruz. 24 Nisan’ın işaret ettiği o ağır suçun, insanlığın asli değerleri temelinde birleşen hepimizin ortak acısı olduğunu ilan etmeye çağırıyoruz.”

Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe girişimi

14 Mayıs  – G8=Küresel Yıkım Forumu Sonuç Bildirgesi – İstanbul

G8, Dünyadaki adaletsizliğin kaptan köşküdür.

G8 topluluğunu dünyanın en büyük ekonomileri olan Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, İngiltere, Kanada, Rusya ve ABD oluşturmaktadır.

G8 ülkeleri;

Dünya nüfusunun %14’ünü, dünya brüt gayri safi hâsılatının %60’ını oluştururlar.

Dünyanın en büyük nükleer enerji üreticisi ülkeleridir.

BM’in 5 daimi üyesinin 4’ü bu gruptadır.

BM’nin parasal kaynaklarının sağlayıcısı ve kullanım kararlarını verenlerin 7’si bu gruptadır,

Tümü, IMF’de en fazla oy hakkına sahip ülkelerdir.

Bu ülkeler dünya küresel askeri gücünü elinde tutmaktadır,

7’si dünyanın en fazla askeri harcama yapan 8 ülkesi içindedir,

Dünya askeri harcamalarının %65’ini bu 8 ülke yapmaktadır.

Dünyadaki aktif nükleer silahların %99’unun sahibidir.

G8, savaş, işgal ve darbelerin sponsorudur.

Son yıllarda Amerika, NATO şemsiyesi altında veya tek başına “terörü önleme” maskesiyle ülkeleri işgal etmeye devam ediyor. Afganistan ile başlayan işgal dalgası, Irak ile devam etti, şimdi ‘Libya halkını kurtarmak’ bahanesiyle giriştikleri hava saldırılarında onlarca sivil öldürüldü. İşgal edilen ülkelerin tüm kaynaklarına el konuldu, toplumsal yapı tahrip edildi. Askeri müdahale olan her yerde on binlerce insan katledildi. ABD’nin Ortadoğu’da, Rusya’nın Kafkaslardaki işgalci politikaları devam ediyor.

Silahlanmaya 1 trilyon dolar harcayan G8 devletleri, geleceğimizi barışa değil, savaşa sürüklüyorlar.

Yıllar boyunca, Ortadoğu’da askeri darbelerle iktidara yerleşen diktatörlükleri desteklemiş olan G8 devletleri, yükselen halk hareketleri karşısında, diktatörler yüzlerce sivili öldürmelerine rağmen sessiz kalmaya devam ediyorlar. Demokrasi havarilikleri darbelerle uyumlu yaşamalarına engel olmuyor.

G8, açlık, yoksulluk ve acımasız sömürünün baş müsebbibidir.

G8 devletleri, tüm dünyayı sarsan ve hala devam eden ekonomik krizde, yoksulları değil bankaları ve zenginleri kurtaracak önlemler alarak insanların daha da yoksullaşmasına neden oldular.

Küresel gıda fiyatları 2010 yılında % 29 artarak, 2008’deki rekor düzeyine ulaştı.

Küresel kriz son bir yılda tüm dünyada 60 milyon kişinin daha yoksullaşmasına neden oldu.

2 yıl önce, dünyada açlık çeken insanların sayısı 860 milyon iken bugün dünyada 1 milyar insan açlık çekiyor.

G8, Dünyadaki ırkçılık ve ayrımcılığın tetikçisidir.

Irkçılık ve ayrımcılık, özellikle 11 Eylül saldırısının ardından başta G8 ülkeleri olmak üzere küresel düzeyde yaygınlaştı.

ABD başta olmak üzere birçok ülkede çıkarılan yeni göçmenlik yasaları hem tüm dünyada göçmenlerin hedef haline gelmesine neden oldu, hem de bu ülkeleri göçmenler için yaşanamaz hale getirdi ve onları buralardan gitmek zorunda bıraktı.

Göçmen düşmanlığı ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde devlet politikası haline getirildi.

Türkiye’de Kürtlere yönelik ırkçılık yükseltilmeye çalışılıyor. Kürtlerin anadilde eğitim, seçim barajının indirilmesi, bölgesel özerklik, siyasi af gibi haklı talepleri devlet tarafından görmezden geliniyor. Seçilmiş belediye başkanları gözaltına alınıyor. Sivil itaatsizlik eylemlerine karşı zor kullanılıyor. Seçim çalışmaları engelleniyor.  Bunlar sokakta Kürtlere yönelik linç faaliyetlerine kadar gidebiliyor.

G8, nükleerci anlayışın en önemli hamisidir.

Endüstriyel kapitalist sistemin doymak bilmeyen enerji açlığı, ölümcül teknolojiyi, nükleer silahlanmayı ve nükleer santralleri yarattı. Bu ayrılmaz ikili 40-50 yıl içinde gelişmiş kapitalist ülkelerin egemenlik araçları haline geldi.

Daha Çernobil’den yayılan radyasyon bulutunun ölümcül bilançosu tam olarak anlaşılmadan, şimdi de Fukushima’dan yayılan radyasyon yeryüzünü kirletiyor.

Nükleer lobi yıllarca Çernobil’in yarattığı yıkımı küçümsemeye kalktı. Şimdi de Fukushima’yla ilgili gerçekleri gizlemeye çalışıyor.

Türkiye’de hükümet sözcüleri, Rusya’yla yaptığı kirli nükleer anlaşma tehlikeye girmesin diye nükleer patlamayı tüp gazla karşılaştırıyor. Nükleer lobisinin dümen suyundaki politikacılar, Türkiye gibi, deprem riski yüksek bir ülke olan Japonya’da gerçeklenen Fukushima felaketini, zamanında Çernobil’i yaptığı gibi küçümsüyor.

Akkuyu’da aktif deprem bölgesine inatla nükleer santral kurmak istemesinin gerçek nedenini bilmemizi istemiyorlar, nükleerci hesaplarını yine enerji krizi yalanıyla halka yutturmaya çalışıyorlar.

G8, iklim değişikliği, küresel ısınmanın sorumlusudur.

Dünyada iklim değişikliği gün geçtikçe ağırlaşan bir kriz halini alıyor. Son 100 yıl içinde yeryüzünün ortalama sıcaklığı 1 derece arttı. Kutuplardaki buzullar eriyor. Deniz seviyeleri yükselip okyanuslar asitleşiyor.

Denizlerdeki canlı yaşam hızla tükenirken, yeraltı sularının en önemli kaynağı olan dağlardaki buzullar ve kalıcı kar örtüleri eridiği için kuraklık ve su kıtlığı yayılıyor. Toprak verimsizleşiyor, milyarlarca insanın tek gıda kaynağı olan tahıl üretimi düşüyor.

G8 ülkeleri, iklim değişikliğini durdurmak için gerekli önlemleri almayı reddederek gıda krizinin daha da büyümesine, açlığın daha da artmasına neden oluyorlar.

2010’dan günümüze, Avustralya’da ve Güney Amerika’da seller, Rusya’da kuraklık ve yangın, Avrupa’da ve Çin’de kuraklık, Kuzey Yarımküre’de kar fırtınaları ve Hindistan’da şiddetli muson yağmurları yaşanıyor.

Dünyanın farklı bölgelerinde son birkaç yılda yaşanan olumsuz gelişmeler iklim felaketlerinin geleceğin değil, bugünün sorunu olduğunu gösteriyor.

ABD, küresel ısınmadan bile kar elde etmeye çalışıyor. İklim değişikliği konusunda bilim çevreleri uzlaşamamış gibi ağır bir bilgi kirliliğini yaymaya devam ediyorlar.

Türkiye’de hükümet halkına yalan söylüyor. İklim değişikliğini ciddiye almıyor, uluslararası anlaşma zeminlerinden kaçıyor.

G8 politikalarına karşı mücadele

Yeryüzünün egemenleri olan G8 ülkelerinin tasarladığı ve uyguladığı politikalar sonucu ortaya çıkan dünya bir felakete doğru gidiyor. Bu duruma tepki gösteren büyük insanlığın eleştiri, protesto ve karşı mücadeleleri de giderek yükseliyor. Farklı ülkelerdeki mücadeleler, hızla ortaklaşıyor ve yeni mücadele dinamiklerini harekete geçiriyor.

G8 ülkeleri;

Küresel yoksulluk, açlık ve sömürünün kaynağı oldukları, dünyadaki kaynaklara adaletsiz bir biçimde el koydukları için,

Savaşların, işgallerin, darbelerin ardındaki asıl güç oldukları, her türlü askeri ve faşist diktatörlüğü destekledikleri için,

Ülkelerin kaynaklarının önemli bir bölümünün silahlanmaya kullanılmasını tetikleyip, halkları giderek fakirleştirdikleri için,

Irkçı ve göçmen düşmanı politikaları uyguladıkları, halklar arası düşmanlıkları körükledikleri için,

Kendi kültür ve algısını dünyaya empoze ederek, farklılıkları yok saydıkları ve ötekileştirdikleri için,

Geleceğimizi karartan ve tüm dünyayı yok edecek olan nükleerci uygulamaları için,

Küresel ısınmaya yol açtıkları ve buna karşı etkili önlemler almadıkları için,

Dünya halklarının mücadelesinin hedefidir.

SONUÇ VE ÖNERİLER

Bu forumda toplanan bizler;

Yoksulluk ve açlığa karşı dünyadaki tüm kaynakların eşit ve adil bir biçimde paylaşımını istiyoruz.

Açlıktan ölmeme, barınma hakkı gibi en temel insan haklarının tüm dünyada ayrımsız tüm insanlara sunulması gerektiğini söylüyoruz.

Krizlerde ilk kurtarılanların bankalar, şirketler değil, yoksul insanlar olması gerektiğini söylüyoruz.

Savaşlara, işgallere, darbelere karşı çıkıyor, her halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istiyoruz.

Savaşa, neoliberalizme, doğanın yıkımına karşı barışı, dayanışmayı, doğayla uyum içinde yaşamayı savunuyoruz.

Savaşa, silahlanmaya değil, eğitime, sağlığa, halkın temel ihtiyaçlarına kaynak ayrılmasını istiyoruz.

Irkçılığa, göçmen düşmanlığına hayır diyoruz, halkların kardeşliğini, barış içinde bir arada yaşamayı, sınırların kaldırılması gerektiğini söylüyoruz.

Türkiye’de barışın sağlanabilmesi için Kürtlerin anadilde eğitim, bölgesel özerklik, siyasi af, seçim barajının indirilmesi gibi en temel taleplerinin karşılanmasını istiyoruz.

Devletin vicdani redçilere yönelik yok sayma ve görmezden gelme yaklaşımının deşifre edilmesi gerektiğini savunuyoruz.

Geleceğimizi karartacak ve radyasyonla kirletecek Akkuyu’da, Sinop’ta ya da dünyanın herhangi bir yerinde nükleer santral, nükleer silah istemiyoruz.

Daha az enerji tüketerek, doğayla uyum içinde yaşayarak, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelerek, ekolojik bir geleceği inşa etmek istiyoruz.

G8 devletlerinin 37. yıllık toplantısı, 26 – 27 Mayıs ’de Fransa’nın Deauville kentinde yapılıyor. 21 Mayıs’ta Fransa’nın Le Havre kentinde buluşacak Avrupalı G8 karşıtları büyük bir protesto yürüyüşü ve forumu yapmaya hazırlanıyor.

Sesimizi Avrupalı ve dünyanın başka ülkelerindeki G8 karşıtlarının talepleri ve mücadeleleriyle birliştirmek üzere, 21 Mayıs Cumartesi günü saat 11.00’de Taksim Meydanında buluşarak İstiklal Caddesi boyunca Galatasaray Meydanına bir yürüyüş yapacağız.

Savaşın, işgalin, ırkçılığın, darbelerin, açlığın, yoksulluğun, iklim felaketinin, nükleer santrallerin ve sömürünün sorumlusu G8’e karşı çıkan herkesi yürüyüşe katılmaya çağırıyoruz.

G8 devletleri dünyayı bir felakete sürüklüyor.

Başka bir dünya mümkün ve bu geleceği sadece biz kurabiliriz.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Küresel Eylem Grubu, Mazlumder, Barış İçin Sanat, Barış için Vicdani Red, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Durde, Anti Kapitalist Çalışanlar, Anti Kapitalist Öğrenciler, EDP, DSİP, Yeşiller, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, Sol Arayış.

30 Mayıs  – Dünya ve Avrupa Sosyal Forum Aktivistlerinden Sosyal Hareketlere Çağrı: Sokakları Ele Geçirelim! – Paris

Biz, 23–24 Mayıs’ta Paris’te uluslararası seminerde bir araya gelen aşağıda imzası olan kişiler olarak, İspanya’daki Tomalaplaza hareketinde yer alanlar ve dünyanın değişik ülkelerindeki küresel değişimi inşa edenlerle dayanışma duygularımızı ifade etmek istiyoruz.

Sizin mücadeleniz bizim mücadelemizdir.

Biz de rejim değişikliğini istiyoruz: Küresel bir rejim değişikliği. Biz küresel bir demokrasi kurabiliriz. Halkın küresel idareyi ele aldığı, halk için halk tarafından yürütülen bir rejim.

G8, G20, IMF, Dünya bankası, BM güvenlik konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, günümüzün diktatörleridir. Bu kurumlar halkın onayı olmadan onların hayatlarını yönetmemelidir. İnsanlar unutmamalıdır ki, bu kurumlar sadece insanların hayat planlarını etkileme gücüne sahip değiller, aynı zamanda dünya hükümetleridirler.

Bir zamanlar devletlerin elinde olan kararlar şimdi bir avuç uluslar arası örgütün, şirketin kontrolüne geçti. Bu kurumlar, bu kararlarla vatandaşların kendi hayatlarını yönetmelerini ciddi şekilde sınırlıyorlar.

Kadınlar ve erkekler krizin faturasını ödemek zorunda kalıyorlar. Ancak artık yeter! Hareketler dünya çapında büyüyorlar ve seslerini duyuruyorlar.

Hükümetler bu politikaları artık sürdüremeyecekler.

Taleplerimiz:

1.         İktidar Gücü halka verilmeli, yurttaşlara karar süreçlerine tam olarak katılma, öneri yapma ve ret etme hakları tanınmalıdır.

2.         Herkesin ve her bir bireyin temel ihtiyaçlarına yeterli ve sürekli olarak parasız ulaşabilme hakkı tanınmalıdır.

3.         Su, hava gibi ortak malları korumalıyız, gezegenimizi korumak için alternatif enerji modelleri üzerine çalışılmalıyız.

4.         Savaşın, işgallerin, ataerkliliğin, tüm cinsel ayrımcılığın ve şiddetin olmadığı bir dünya istiyoruz. Askeri harcamaların azaltılmasını, elde edilen gelirin hepimiz için, yaşanabilir bir dünya için kullanılmasını istiyoruz.

Bu, mücadelemize katılma, güçlü çalışma ağları oluşturma ve yerel ve küresel düzeyde etkili hareketleri inşa etme çağrısıdır.

Gerçek alternatifleri inşa etmek için mümkün olan yerlerde merkezi alanlarda açık ve kitlesel meclisler ve forumlar düzenlemesi için çağrı yapıyoruz.

SOKAKLARI ELE GEÇİRELİM!

30 Mayıs –  Hrant Dink Davası – İstanbul

Hrant’ın Arkadaşları!

Bizim acımız, bizim tanıklığımız, bizim öfkemiz taptaze; aynı yerde yatıyor! Zaman geçiyor… Hafızalardan acıları silmenin en kolay yolu yeni acılar yaratmaksa, birileri bu işi layıkıyla yapıyor.

Arkadaşımız hakikat anlatıcısıydı.  Onu gözlerinin içine bakamadan vurdular.

Ne bekliyorlardı? Gönüllerince yönetecekleri zifir karanlık bir ülke! Beklemedikleri bir şey oldu!

Hrant vuruldu; vicdan kanadı! Hrant vuruldu; yürek kanadı!

Bu ülkenin vicdan sahibi insanları ellerinin üzerinde belki de ilk kez kendi vicdanlarını taşıdı… 100 bin kişi, 200 bin kişi…

Hatırlasanıza; “Bir Ermeni Vurdum” diye bağırıyordu katil! İşte o büyük kalabalık bu kez bir Ermeni’yi taşıdı ellerinin üzerinde! “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” diyerek…

Kaldırımlar zabıt tuttu, şahidiz hepimiz!

Bizim acımız, bizim tanıklığımız, bizim öfkemiz taptaze; aynı yerde yatıyor! Bu ülkede insanlar hafızalarına ağır gelen herşeyi unutarak yaşar…

1915’ten beri bir kambur gibi çocuklarımıza devrettiğimiz bu karanlık sır, tarihin koskoca bir hafıza deliği olarak durduğu yerde büyüyor.

Şimdi bizden yine unutmamızı istiyorlar.

Bu ülkede belki de başka hiç bir duruşmada yapılmayan bir şey yapıldı; ilk günden beri, katlin kronolojisi üzerinden tek tek, isimlerini vererek, adres göstererek, bağlantıları anlatılarak, şimdi içerde tutulan bir kaç tetikçi ile yetinmeyeceğimizi, ağbilerini istediğimizi söyledik. Ağbileri her kimse tek tek adlarını söyledik…

Başından beri, savsaklayarak, alay ederek, yok sayarak, göz dağı vererek tanıklığımızın bitmesine çalıştılar. Mahkemelerde sabrı zorlayan duruşma oyunları oynadılar… Kendi adamlarını kolladılar; yetmedi, şimdi de alenen milletvekili adayı ilan ettiler!

Kanlımız mı, zanlımız mı, nasılsa bir gün gün ışına çıkacak adamlarına, “Geç arkama” deyip kendilerini siper etmecesine korudular, korumaya devam ediyorlar…

Biz biliyoruz; karanfil bir daha korkusuz açmasın istiyorlar..

Hrant’ın Arkadaşları!

Bu 18. duruşma…

Bizim acımız, bizim tanıklığımız, bizim öfkemiz taptaze; aynı yerde yatıyor!

Umudumuz zamana yenik düşmesin, tanıklığımız gücünü kaybetmesin diye, sözün bittiği bugün yine buradayız.

Sokaklarda gelecek vaatleriyle dolaşan seçim arabalarından Hrant’ın katillerine göz dağı verecek tek ses duyamasak da, mahkemenin hükmü yaklaştıkça, gerçek bizden uzaklaşsa da, bir daha yazamasa da kalem kanaya kanaya, biz yine burada olacağız…

Bugün olduğu gibi, her gün acımızın ağacını sulayarak o kocaman yürekli adamın anısını taptaze tutacağız!

Hrant için, adalet için!

Mehmet Esen

Hrant’ın Arkadaşları adına

9 Haziran  – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

“Vicdani Retçi İnan Süver’e Özgürlük!”

İnan Süver askere gittiği 2001 yılında itibaren 2003 yılına kadar pek çok kez firar etti ve yakalandı. Son firarından sonra İzmi Şirinyer askeri cezaevinde hapis yattı. Burada kaldığı süre boyunca birçok işkenceye maruz bırakıldı.

7 ay hapis yattıktan sonra bağlı bulunduğu askeri birime dönmesi için serbest bırakılan İnan Süver, askerlik yapmak istemediği için kaçak olarak yaşamaya başladı. Bu firarından sonra gıyabında 4 yıl hapis cezasına çarptırıldı. İnan, askeri makamlara 2009 yılında gönderdiği bir mektupta, vicdani gerekçelerle askerlik yapmayı reddettiğini ve vicdani retçi olduğunu açıkladı. Vicdani ret hakkının uluslararası düzeyde tanınan bir hak olduğundan haberdar olmadığı için, vicdani reddini daha önce açıklamamıştı.

İnan Süver yazmış olduğu vicdani ret metninde ölmek-öldürmek istemediği için asker olmayacağını, bir insanı öldürmeyi becerebileceği bir eylem olarak görmediğini ifade ediyordu. Vicdani redde ki samimiyetini şu ifadelerinden anlayabiliyoruz:

“23 Temmuz 2001 yılından bu yana ısrarla ve inatla asker edilmek isteniyorum. Oysa ben 3 çocuk babası, inşaat işçisi, kimsenin tavuğuna kış, kimsenin de kedisine pisipisi etmemiş, bilerek ince belli kara karıncayı incitmemiş, hep güçsüzden, hep kaybedenden yana olmuş, futbolda bile hep küme düşme tehlikesinde olan takımları tutmuş, asla kimseye hükmetme derdinde olmayan, aynı zamanda kimsenin de emrine girmeyen, yalnız doğmuş, yalnız gömüleceğini bilen, buna göre yaşamak isteyen biriyim.”

İnan Süver firar dönemindeki sıkıntılarını şöyle ifade ediyor: ‘Tam 8 yıl 2 ay 13 gündür kaçağım bu süre içerisin de hiç bir gün sigortalı bir işte çalışamadım ehliyette alamadım. Araç ta kullanamadım. Hiç bir an bir polis memurunun yüzüne bakamadım, her gördüğümde korktum. Her asker gördüğümde üzüldüm, hüzünlendim. Hiç bir günün gecesinde sokakta turlayamadım, hiç bir gün meyhaneye, kahve haneye giremedim. Her sabah dönmemecesine ayrıldım eşimden, evimden, çocuklarımdan. Dostum düşmanım benim bu açığımı bana karşı koz olarak kullandı. Gün geldi haksızlıklar karşısında sustum.’

İnan Süver, 5 Ağustos 2010 tarihinde evine yapılan polis baskınında tutuklandı. 4 Ekim 2010‘da başbakana yazdığı mektupta 17 bin faili meçhul cinayetin işlendiği, 4000 köyün yakıldığı, köylerinden yurtlarından zorla şehirlere göç ettirilen milyonlarca aç perişan yaşamların olduğu, 50 000 gencin öldürüldüğü, kardeşin kardeşe düşman edilip kinlendirildiği, milyonlarca gencin ruhsal rahatsızlıklara itildiği, binlercesinin de intiharlara sürüklendiği lanet savaş ve savaşma sanatı denen askerliği yapamadığını ve yapamayacağını tekrar beyan etti.

Buca Cezevi’nde tutuklu bulunan vicdani retçi İnan Süver, Aralık 2010’da Ege Ordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, 2007 yılında gerçekleştiği iddiasıyla “izin tecavüzü” ve 2010 Ağustos ayında askeri cezaevinde üniforma giymeyi reddettiği için “emre itaatsizlikte ısrar” suçlarından yargılandı. İnan Süver’e, 26 Kasım’da askeri hastane tarafından “askerliğe elverişli olmadığı”na ilişkin bir rapor verilmişti, Mahkeme bu raporu göz önüne alarak tahliye kararı verdi. Ancak 2003, 2004 ve 2006 yıllarında “firar” suçlarından verilmiş olan toplam 25 aylık bir cezasının olması, verilen raporun ise 2008 yılı 8. ayından itibaren geçerli olması bahane edilerek İnan Süver tahliye edilmedi.Vicdani retçi Süver bu yapılan haksızlıklara daha fazla dayanamayarak 21 Nisan ’de bulunduğu Manisa Saruhanlı Yarı Açık Cezaevi’nden firar etti. Fakat 22 Nisan’da İzmir’de tekrar yakalanıp Buca Cezaevi’ne konuldu. 3 Mayıs’ta da Manisa E Tipi Kapalı Cezaevi’ne nakledildi.

İzmir’de yakalandığı günden itibaren açlık grevine başlayan Süver, açlık grevini sürdürdüğü gerekçesiyle 20 günlük hücre ezasına çarptırıldı, hücre cezası 23 Mayısta başlayan Süver’in 20 gün boyunca görüş ve telefon hakları da yasaklandı.

İnan Süver asker kaçaklığı nedeniyle ceza aldığını, fakat suçlamaları kabul etmediğini ve protestosunun cezanın uygulanış şekline olduğunu belirtiyor. Kaçmasının nedeninin de bu olduğunu ve fırsat bulduğunda tekrar kaçacağını söylüyor. İnan birliğinden birçok kez kaçtığını zira askerlik yapmak istemediğini, vicdani ret hakkını talep ettiği için çok daha fazla cezaya çarptırıldığını ifade ediyor.

27 Mayıs  tarihinde Başbakana 2. mektubunu yazan İnan Süver mektubunda, hapishanedeki zor koşulları, çocuklarına kavuşmak istediği için bir an önce tahliye edilmesi talebini, “her türk asker doğar” ifadesini kabul etmeyen, askerlik yapmak istemeyen biri olarak vatandaşlıktan da çıkmak istediğini belirtiyor.

31 Mayısta İnan’ı ziyaret eden avukatı, İnan’ın açlık grevine devam ettiğini söyledi. İnan, hücre cezası süresince mektupların verilmediğini ama mektup almanın kendisine iyi geldiğini, dışarıdan gelen haberlerin kendisini heyecanlandırdığını söylüyor. İnan’ın 6 Haziran’da iki dosyadan duruşması var.

10 aydır sadece insan öldürmeyi reddettiği için cezaevinde bulunan İnan Süver’in şartları gittikçe ağırlaşmaya devam ediyor. Tüm savaş karşıtlarını, barış yanlılarını bu konu ile ilgili duyarlılık göstermeye davet ediyoruz.

Türkiye, Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne taraf olan bir ülke olarak, vicdani ret hakkını tanımakla yükümlüdür. Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu, Halil Savda davasıyla ilgili 16/2008 numaralı kararında, vicdani retçilerin hapsedilmesinin keyfi tutuklama teşkil ettiğini söylemektedir.

Bizler İnan Süver’in vicdani ret hakkını kullandığı için keyfi olarak tutuklandığını, eziyet gördüğünü biliyoruz. İnan Süver’in derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılmasını talep ediyoruz.…….

Yıldız Önen

Küresel BAK yürütme kurulu adına

24 Haziran  – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

ABD VE NATO, AFGANİSTAN’DAN DEFOL!

ABD Başkanı Obama, bu yılın sonuna kadar on bin, 2012′nin sonuna kadar 23 bin ABD askerinin çekileceğini açıkladı. Geriye kalan 68 bin asker ise eğer ABD Afgan silahlı kuvvetlerinin “kendi ayakları üstünde” durduğuna ikna olursa 2013′te çekilecekmiş. Obama’nın söylemediği bir şey var: İşgalciler, Vietnam ve Irak’da olduğu gibi Afganistan’da da yenildi.   İşgalciler her zaman ve her yerde yenilecek! Tıpkı Vietnam ve Irak’ta olduğu gibi Afganistan’da da halkın işgalcilere karşı direnişi ve ABD’li savaş karşıtlarının inatçı mücadelesi kazandı. ABD’nin Afganistan’daki sonu da, bütün işgalcilerin sonu gibi yenilgi oldu.

George W. Bush ve çetesi, bundan 10 yıl önce 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırının hemen ardından, daha dünya ne olduğunu anlamadan, hiçbir haklı gerekçe ve kanıt olmadan, Usame Bin Ladin’i topraklarında barındırdığı gerekçesiyle Afganistan’ı “şeytan” ilen ederek işgal etti.  Bu on yılda, ABD ordusu ve başta İngiltere olmak üzere müttefiklerinin oluşturduğu NATO güçleri binlerce sivili katletti.

Bush ve çetesinin “terörle savaşı kazanıyoruz” çığlıklar her geçen yıl boyunca daha da azaldı. Obama’nın başkanlık sürecinde ise WikiLeaks Afganistan savaşının gerçeklerini dünyaya ifşa ederken, ölen ABD’li asker sayısı 2500′e ulaştı. Afganistan’dan ülkeye dönen her tabut savaş karşıtı gösterileri tetiklerken ABD yöneticileri iyice köşeye sıkıştı.

Afganistan’a demokrasi geldi mi? Hayır. Afgan kadınları özgürleşti mi? Hayır. Afganistan artık güvenli bir yer haline geldi mi? Hayır.

Geriye işgalden yıkılmış, üstelik Taliban’ın daha da etkili hale geldiği, binlerce insanın hayatını kaybettiği, yakılıp yıkılmış ve tüm varlıklarına el konulmuş bir ülke kaldı.

Üstelik, ABD ordusu Afganistan’daki işgali sürdürmek için hem Amerikan halkından çalınan milyonlarca doları harcadı, hem de devasa bir askeri gücü buraya yığdı. Şu anda Afganistan’da 102 bin ABD askeri bulunuyor.

Peki bu on yılın hesabını kim verecek?

ABD Başkanı Obama’nın açıklaması emperyalizmin ağır bir yenilgiye uğradığının itirafından başka bir şey değildir. Ancak, bunca yıkıma ve ölüme neden olduktan sonra ‘biz çekiliyoruz’ demek yeterli değildir.

Bugün Afgan halkının içinde bulunduğu durumun bir numaralı sorumlusu ABD ve NATO işgali iken, ABD’nin Afganistan’dan çekilmek için neden 2013 yılını beklediğini anlamak mümkün değildir. ABD ve NATO işgalci güçlerini 2013 yılında değil, derhal çekmelidir.

ABD yönetimi, işgal ettiği 10 yıl içerisinde Afganistan’da işlediği insanlık suçlarının, öldürdüğü sivillerin ve ülkede yol açtığı yıkımın hesabını mutlaka vermelidir.

Vietnam, Irak, Afganistan

İşgalciler yenilecek halk kazanacak!

Kerem Kabadayı

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına

25 Haziran  – Basın Açıklaması Çağrısı – İstanbul

Barış Örgütlerin​den Ortak Eylem: Tüm Blok Adayları Meclise

30 Haziran Perşembe, 18:30, Taksim Tramvay durağı

Dostlar, Kritik bir dönemden geçiyoruz. Tüm engelleme, yasaklama, baskı uygulamalarına rağmen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku büyük bir başarı elde ederek 36 milletvekili çıkarmış ve barış umutlarını yeniden güçlendirmişti.

Sevincimiz kısa sürdü. Seçimden önce bir yurttaşımızın hayatına mal olmuş kasıtlı ve hatalı yargı kararlarına bir yenisi eklendi. Diyarbakır’da 80 bin yurttaşın özgür iradesiyle milletvekili seçilen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adayı Hatip Dicle, yargı kararı ile meclis dışında bırakıldı. Cezaevinde KCK davasından ötürü tutuklu bulunan beş ayrı milletvekilinin durumu belirsizliğini koruyor. Blokun seçim başarısı, halkın iradesi hilafına yargı kararları ile gölgelenmeye çalışılıyor.

Endişe duyuyoruz. İktidar ve parlamentoda temsil edilen partiler, süreci timsah gözyaşlarıyla izliyor. Ülke yeni bir çatışma ortamına sürükleniyor. Barış umutları yara alıyor. Biz aşağıda imzası olan girişimler, başta Hatip Dicle olmak üzere milletvekili seçilen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarına sahip çıkıyor ve halkın iradesinin meclise taşınabilmesi için tüm engellemelerin ortadan kaldırılmasını talep ediyoruz.

30 Haziran Perşembe günü, 18:30’da Taksim Tramvay durağında kaygılarımızı ve Blok adaylarına desteğimizi kamuoyu ile paylaşacağız. Sizleri, bu etkinliği birlikte düzenlemeye ve katılımı birlikte artırarak barışın sesini yükseltmeye çağırıyoruz. Çağrıcı listesine eklenecek her bir girişim, halkın iradesine karşı sergilenen engellemeleri o ölçüde zayıflatacaktır.

Çağrıcı listesinde olmanız ve kitlesel katılımı çoğaltmak için uğraş vermeniz ricasıyla…

Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İçin Sanat Girişimi, Barış İçin Vicdani Ret Platformu, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, Doğu Güneydoğu Dernekleri Platformu, DSİP, Durde, Küresel BAK, Küresel Eylem Grubu, Yeşiller

Not: Etkinlik sonrası katılacak bütün kurumsal yapılarla, hafta sonu yapılan “Bir arada neler yapabiliriz, bir aradalığımızı nasıl büyütebiliriz?” temalı toplantının ikincisini yapacağız (Nefti, İstiklal cd. Süslü Saksı sk.)

30 Haziran  – Basın Açıklaması, Yürüyüş – İstanbul

Özgürlük, Barış ve Adalet istiyoruz! Hatip Dicle Meclise!!

Değerli basın emekçileri, değerli dostlar,

Yine gergin günlerden geçiyoruz. Yine sinirimizi bozan, öfkelendiren bir dizi yargı kararı ardından siyaseten soruna çözüm getirmesi beklenenlerin vurdumduymazlığına tanık oluyoruz. İstikrar vaadiyle iktidara gelenler ülke açık açık savaşa sürüklenirken kibirli bir aymazlıkla davranıyor. Savaş çığırtkanları kin kusuyor. Sokakların öfkesi ve hayal kırıklığı gaz ile nafile boğulmaya çalışılıyor.

12 Haziran seçimlerinde yüz binlerce kişinin oyunu alarak milletvekilliğine hak kazanan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarının haklarının gasp edildiğine inanıyoruz. Bir yanda “Meclise gelin, siyasetinizi burada yapın” samimiyetsizliği, bir yanda fütursuz bir saldırganlıkla halkın iradesine ipotek koyma çabası… Barışın yolu bu değildir.

Seçimlerden hemen sonra güzel günler görmeye hazırlanırken, barış ve diyalog ortamının gelişmesi için uygun koşulların oluştuğunu düşünürken, yargı kararıyla tüm toplum yeniden derin bir gerilimin içine yuvarlandı.

Özellikle Hatip Dicle’ye yönelik yasaklamanın arkasında, sadece AKP değil, CHP ve MHP de rol aldı. Hatip Dicle’nin milletvekilliği hakkı bu üç partinin koalisyonuyla gasp edildi. Oysaki on binlerce insanın barışın sesini yükseltmek için verdiği oylarla milletvekili seçilen Hatip Dicle, sadece ve sadece düşüncelerini açıkladığı için hapis yatıyor.

Bağımsız milletvekillerinin haklarını gasp edenler, Blok milletvekillerinin katıldığı basın açıklamalarına gaz bombalarıyla saldıranlar, Kürt halkına seçimlerden önce en sert yöntemlerle, göz altılarla, tutuklamalarla saldıranlar barışın sesini kısmak isteyen güçlerdir.

Blok adaylarının seçim kampanyasının bu kadar baskıya rağmen, 36 milletvekili çıkartmasını bir türlü sindiremeyenlerdir!

Hatip Dicle’nin barış yönünde yapacağı çalışmaların etkisinden korkanlardır!

Bir halkın, KCK davası gibi uydurma hukuksal süreçlerle geriletileceğini sananlardır!

Tekrar ediyoruz, bu yol barışın yolu değildir!

Halklar savaş istemiyor, acı istemiyor, gözyaşı, bomba sesleri istemiyor! Barış şarkılarını birlikte söylemek istiyor. Halklar özgürlük istiyor, barış ve adalet istiyor!

Bu yüzden, biz aşağıda imzası bulunanlar, barış için, savaşa hayır demek için, özgürlük ve adalet için; hükümeti, meclisteki diğer partileri ve YSK gibi kurumları, Blok adaylarının gasp edilen haklarını iade etmek üzere süratle adım atmaya davet ediyoruz.

Zira barış ertelenemez, ertelenmesi teklif dahi edilemez insani bir gerekliliktir.

Ayla Yıldırım

Kedkarênçapemeniyê û dostênbirûmet,

Em dîsadirojênhêrsoyîre de derbasdibin. Dîsabiryarênkudozgerdigrin me hêrs dike û me diqehirînin. Siyasetmedar li hemberîvanbiryarên şaş, dengêxwedernaxin û bibêdengmayînaxwe ve piştgirî didin biryarê.

Hikumetakubêlen a aramî hat ser îktîdarê, biawayêkîvekirîwelêtberbi şer ve dibe. Şerxwazênkudengêxwebilind dikin gotinên şer vedireşinin. Kesênkuberteknîşanêvanbiryarê şaş didin jîdixwazinbi gaz û ava şidyayîbifetisînin.

Em vêbaweriyê de ne kuendamên Bloka Ked, Demokrasî û Azadiyê, bigirtinadengênsedhezaranmirovî ve 12′e Hezîranê de parlementerhatinehilbijartin. Lêmixabinmafênwanhatiyexesp kirin. Bialiyek ve bêsamîmîyeti ye kî “werinmeclîsêsiyasetaxwe li virbikin” jialiyê din ve jîdixwazinbizimanekîtûnd, nebaş û êrîşkaripotekêdaynin ser vînagelan… emjîdibêjinku ev rê riya aştiyênîn e.

Hemansaziyadadgeriyê, berî hilbijartinêjîxwestkumafênçendberendamênBlokêxespbike.

Dihilbijartinê de AKP’ênêzîsedîpêncîdenggirt. Lêdîsabizimanêxweyêtuj ve atmosferekhêrsoyîbilind dike. AKP kubiryaraYSK’yêgirtiye pir kêfxweşdixuye. Kesênku li hemberîbiryaraYSK’yêderdikevin kolana û berteknîşanêbiryarê didin, rastê gaz, jop, binçavkirin û şîddetapolêsan ve rûbirûdimînin.

Em vêbaweriyêdenekubitaybetîpiştaqedexekirinaparlementeriyaHatîp DÎCLE de ne tenêrola AKP, rola CHP û MHP’êjîheye. Her sêpartiyanbikooalisyonekî ve mafênDîclexesp kirin.

Yênkumafênberendamênxweserxesp kirin, daxuyaniyênkuparlementerênBlok’êtevlê dibin jîpolêsbibombeyêngazêerîş dikin. Erîşkarênku berî hilbijartinêhemûrê û rêbazên ne baş xwestindengêgelêkurdbifetisînin, bigirtin, binçav kirin û birîndarkirinêjîdixwazindengêaştiyêbifetisînin.

Lihemberîhemûêrîşan, kampanyaya hilbijartinê de xebatekîxurthatemeşandin û encamênxebatan ve jî 36 wekîlhate dest xistin. Ev serkeftîbûnjialiyêdesthilattaran ve nehatehezm kirin.

BandoraxebatênkuHatîpDÎCLE’yê riya aşt*iyê de bikira, nexwestin û tirsiyan!

Em mirinênaxwazin, şer naxwazin, rageşînaxwazin! Azadîdixwazin! Jibohemûkesanazadî, aştî û edeletêdixwazin!

Dijayetiyekçawayeku, hem dixwazinparlementerên Bloka Ked, Demokrasi û Aştiyêwerinparlementoyê, hem jîjialiyê din ve êrîşêgelêkujiboparlementerênxweyêngirtînederdikevinqadan dikin.

Kesênku ,jiboçareseriyênîşaneyeknîşannadin,jiboçareserî û hevdîtinêgaveknavêjin, dengêbihezarankesantunedihesibîne, mafêhilbijê/hilbijêriyê bin pê dikin, axaftinênwanên li hemberîbiryaraendamêneniyêêdîsînorêntirûşêdiqedîne.

ParlementeriyaHatîpDîcle ya kuwexespkiriyeîadebikin! Piştrebiaxivin!

Mafênpartemenlerên me yênkunihadi doza KCK’ê de girtîneîadebikin! piştregotaranbibêjinjiboqutsiyetameclîsê!

HatîpDîclejiboku fikir û ramanênxwegotinenihadigirtîgehê de ye. Demagirtîgehê de bûjîbidengêhezarankesî ve hatêhilbijartinjoboparlementeriyê.

Jibervê, em kesênkunavîşên li jêr de ne, jiboaştiyê, li hemberî şer, kuştinna, jiboçareseriyê, bang dikin kuhukumet, meclîs û saziyênYSK’yêbilajibokumafênnamzetênEniyêbipaşvebêdayînbilezgînîgavbavêjin.

Yıldız Önen

20 Temmuz  – Basın Açıklamasına Çağrı – İstanbul

BARIŞALIM YETER!!!

Türküleri Değil, Silahları Susturalım…

Hatip Dicle Meclise…

Yine zor günler yaşıyoruz.

Endişe duyuyoruz. Ülke yeni bir çatışma ortamına sürükleniyor. Irkçı, milliyetçi naralar kulaklarımızı tırmalıyor. Barış umutları yara alıyor.

Bizler, demokrasiden, özgürlükten, adaletten, kimsenin bir diğerinin hamisi, abisi olmadığı bir kardeşlikten yana olanlar inat ediyoruz.

Her dilde şarkı söylemek için… Özgürlük için… Demokrasi için… Adalet için… BARIŞ İÇİN…

inat ediyoruz. İnat edeceğiz.

Tüm engelleme, yasaklama ve baskılara rağmen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu büyük bir başarı elde ederek 36 milletvekili çıkarmış ve barış umutlarını yeniden güçlendirmişti. Sevincimiz kısa sürdü. Yargı ve siyasetin 12 Eylül yasalarını bile zorlayan ve geçmiş pozitif içtihatları yok sayan işbirliği ülkeyi tekrar kaotik bir iklime soktu.

Bu yol barışın yolu değildir! Halklar savaş istemiyor, acı istemiyor, gözyaşı, bomba sesleri istemiyor! Barış şarkılarını birlikte söylemek istiyor. Halklar özgürlük istiyor, barış ve adalet istiyor!

Biz aşağıda imzası olan girişimler, başta Hatip Dicle olmak üzere milletvekili seçilen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu adaylarına sahip çıkıyor ve halkın iradesinin meclise taşınabilmesi için tüm engellemelerin ortadan kaldırılmasını, Hükümetin derhal demokratik siyasetin yolunu açacak bağlayıcı, ikna edici adımlar atmasını talep ediyoruz.

Aydın, sanatçı, akademisyen, işçi, işsiz… her kesi, her kesimi barışa, barış diline, barış şarkılarına sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Barış İnisiyatifleri:

Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İçin Sanat Girişimi, Barış İçin Vicdani Ret Platformu, Blok Akademi Grubu, Doğu Güneydoğu Dernekleri Platformu, Durde, Evrensel Kültür Dergisi, İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi, Küresel BAK, Küresel Eylem Grubu, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası

Destek Veren Siyasi Yapılar:

Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, DSİP, Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP), Sol Arayış, Yeşiller Partisi

29 Temmuz  – Hrant Dink Davası Basın Metni – İstanbul

Tetikçiye verilen ceza yetmez, “ağabeyleri”nin peşini bırakmayacağız

“Cinayetin işlendiği tarihte İstanbul Emniyet’indeki görev ve sorumluluk sahipleri hakkında İçişleri Bakanlığı’nın sorşturma izni vermesinin üzerinden geçen sürede ne oldu?

Celalettin Cerrah’a soru soran var mı!

Kimse unutmasın; bu dava böyle bitmez!

O dönemin İstanbul Valisi milletvekilliğine sığındı da, er ya da geç bir gün yüzleşmek zorunda kalacağı gerçeğin karabasanından paçayı kurtarmış oldu mu?

İhmali olanları araştırsın diye Cumhurbaşkanlığı tarafından görevlendirilen Devlet Denetleme Kurulu’ndan niye ses çıkmıyor?

MİT’in soruşturulması için Başbakanlık’tan izin çıktı!

Peki ne oldu?

Kimler soruşturuldu?

Ne bulundu?

Sanıyorlar ki vazgeçeceğiz; sanıyorlar ki Hrant’ın davası da diğerleri gibi hafıza çöplüğünde yok olup gidecek bir dava…

Yanılıyorlar!

Biz sonuna kadar gideceğiz.

Dedik ya; bu dava böyle bitmez!

Bugün mahkeme kapılarında, yarın nereden sesimiz daha güçlü duyulacaksa orada!

Tükenen sabrımızı teskin etmeye çalışmaktan ne zaman vazgeçeceksek o güne kadar hala ve inatla;

Hrant için adalet için!”

Metin Eray

Hrant’ın Arkadaşları adına

13 Eylül  – Hrant’ın arkadaşlarından Başbakan’a mektup…

15 Eylül Hrant Dink’in doğumgünü. Yaşasaydı, 57 yaşına basacaktı. 19 Ocak 2007′de, bebeklerden katil yaratan o karanlık Hrant’ı aramızdan almasaydı, muhtemelen yarın akşam torunları, ailesi ve dostlarıyla birlikte rakısını yudumlayacaktı.

İzin vermediler.

19 Eylül Pazartesi günü, katillerinin yargılandığı davanın yeni bir duruşması var.

Artık sayısını anımsamadığımız, bir arpa boyu yol alınamayan duruşmalardan biri daha…

Böyle bir günde, Hrant’ın arkadaşları olarak Başbakan Erdoğan’a hep birlikte aşağıdaki mektubu yazdık.

Sayın Başbakan,

Arkadaşımız Hrant Dink’i öldürdüler.

Beşinci yılına yaklaşan adalet arayışımız kadük kalmıştır.

Dilekçe verdiğimiz topyekun devlet, kendini katile yakın gördü.

Zaten; katil, polis, bayrak ve muzaffer gülümseme kahramanlık posterinde poz vermişti.

Bir türlü ilamını malum edemediğiniz o kalabalık güruh, elbirliği ile kıstırmışlar, hain pusuda kurşun sıkmışlar, kaçmışlar, saklanmışlardı.

Şikayetçiyiz.

“Adalet, namus sözümdür” diye ölü evinde ant içtiğiniz halde, Hrant Dink’i işaret parmağıyla gösterip “Bunu” diyen yardımcınızı “Meclis Başkanı”, resmi makamda adamları resmen, “Yakarız canını bak” diyen valinizi vekil, emanet edilen canı kollamayan Emniyet Müdürü’nüzü vali, 17 yaşındaki O.S.’yi kocaman Ogün Samast ettiniz.

Kan adaletle susar, şikayetçiyiz.

İsim verdik soruşturun diye, İçişleri Bakanı’nız, olmaz onlar bizim çocuklar dedi.

Dışişleri Bakanı’nız AİHM savunmasında bu toprakların yiğit evladına Nazi dedi.

Çevik kuvvetleriniz Rakel Dink önlerinden geçerken katillere yazılan methiye türkülerini mırıldanarak Beşiktaş Adliyesi’nde koro yapıverdiler .

Katillerimizi adalet evine getiren Jandarma, cezaevi aracına “Ya sev ya terk et” diye yapıştırma asmıştı.

Sayın Başbakan,

Nedir daha derine inmeyi engelleyen o “büyük kasabanın sırrı”?

Azınlıklardan gasp edilenin birazını geri vermeniz sebebiyle seslendirdiğiniz nutukta, “Bu ülkede hiç kimse ruh tedirginliğiyle yaşamayacak artık” diyordunuz Hrant’ın veda mektubuna atfen…

İnanın, tedirginliğimiz her zamankinden büyüktür.

Sayın Başbakan,

Mala gelenin telafisi bulunur.

Cana gelene de davranınız.

Anadolu toprağından Hrant Dink’in payına bir metrekare toprak düştü.

O da mezarıdır!

Kamera denilen vaka nüvis silinmiş, bize kalan 19 Ocak 2007 seyirliğinde 5 kişi saydık, Hrant’a pusu kuranlardan…

Kim bunlar Sayın Başbakan?

Görüneni, görünmeyeni, katillerimizi istiyoruz, adalet olsun, hak hakim olsun diye.

Bizim hakkımız bizde saklı duruyor, helalleşmekten başka çarenin kalmadığı savaş yorgunu memleketimizde…

Suallerimiz cevapsız!

Adalet nöbetçisi “Hepimiz Hrant’ız” diyen yüzbinlerin eli hâlâ vicdanında…

Cevaplarımızı almadan susmayacağız.

Sormaya devam edeceğiz.

Hrant için, adalet için!

Hrant’ın Arkadaşları

19 Eylül Pazartesi saat 10.00′da adalet için Beşiktaş İskele Meydanı’ndayız!

14 Eylül  – Hrant Dink Mahkemesine Çağrı – İstanbul

BU DAVA BOYLE BITMEZ!

20. DURUSMA!

Arkadasimizi oldurduler.

Karanlikta adalet arayisimizin 20. bulusmasi.

Goruyoruz ki giderek sonuna yaklasilan bu

dehlizin cikisinda bizleri bekleyen bir isik yok.

Adalet duygumuz, ofkemiz ve acimiz taptaze…

Adalet nobetimizin sonuna dek sureceginden emin

olmayanlara sesleniyoruz; siz savsaklasaniz da,

alay etseniz de, gecistirmeye calissaniz da biz bu davanin

pesindeyiz… Suca bulasmis, sucu tesvik etmis kim varsa,

isaret edenler, tehdit edenler, pusu kuran, tetik cektiren,

tetik ceken kim varsa; pesindeyiz!

Adalet nobetimizi tutmak, davamiza sahip cikmak icin

yine ayni yerde;

Besiktas’ta, Iskele Meydani’nda 19 Eylul Pazartesi,

sabah saat 10’da bir araya geliyoruz!

HRANT ICIN ADALET ICIN

Hrant’in Arkadaslari

1 Ekim  – 4 Ekim Barış Nöbeti Çağrısı – İstanbul

Barış İnisiyatiflerinin BARIŞ NÖBETİ

4 Ekim  Salı 19.00′da Taksim Gezi Parkı

Silahlar Sussun, Barış Konuşulsun! Savaşma! Müzakereye başla! Biz barış istiyoruz! Barış istiyoruz ve hemen, şimdi istiyoruz! Onurlu bir barış ve eşit koşullarda kardeşlik istiyoruz! “Çözüm demokraside, çözüm diyalogda, çözüm müzakerede!” diye haykırıyoruz…

Şarkılarımız, şiirlerimiz ve performanslarımızla haydi Barış Nöbetine diyoruz!

(Kardeş Türküler ve birçok sanatçı dostumuz da bizlerle olacak…)

Barış İnisiyatifleri: Antikapitalist Öğrenciler, Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İçin Sanat Girişimi, Barış İçin Vicdani Ret Platformu, Bir Göz de Sen Ol İnisiyatifi, Blok Akademi Grubu, Doğu Güneydoğu Dernekleri Platformu, Durde, Evrensel Kültür Dergisi, İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi, Küresel BAK, Küresel Eylem Grubu, Kürt Yazarlar Derneği, Lambda İstanbul LGBTT Dayanışma Derneği, Özgürlük İstiyoruz İnisiyatifi, Sosyalist Feminist Kolektif, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası.

Destek Veren Siyasi Yapılar: Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, DSİP, Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP), Sol Arayış, Yeşiller Partisi

1 Ekim  – 8 Ekim Miting Çağrısı – Ankara

Silahlar Sussun, Barış Konuşulsun!

Savaşma! Müzakereye başla!

Barış istiyoruz ve hemen, şimdi istiyoruz!

Onurlu bir barış ve eşit koşullarda kardeşlik istiyoruz!

“Çözüm demokraside, çözüm diyalogda, çözüm müzakerede!” diye haykırıyoruz…

Barış İnisiyatifleri

7 Ekim akşamı otobüslerle Ankara’ya gidiyoruz. İletişim: Özdeş, 05334479709

8 Ekim  Cumartesi 11:00 Ankara Sıhhiye Parkı

Umutlarımız bir kez daha kırıldı. Savaş yeniden başladı.

Hava puslandı. Barışın sesi kısıldı. Savaş çığırtkanları medyada, mecliste,

sokakta sahnelerini aldı. Atılan savaş naraları kulaklarımızı tırmalıyor. Saçı-

lan nefret tohumları beyinlerimizi, kalplerimizi, vicdanlarımızı hızla kirletmeye

çalışıyor.

Oysa biliyoruz ki ölen her insanla, boşalan her köyle, yanan her ağaçla, uçak-

ların gürültüsünü duymasak da, bombalar yanı başımızda patlamasa da hepi-

mizin bir parçası yok oluyor. Hepimizden bir şeyler kopuyor.

Savaş işçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, Kürtlerden, Türklerden, azınlık-

lardan, dindarlardan, sanatçılardan, en başta yaşamı, ama mutlaka bir şeyleri

alıp götürüyor.

Savaşa, savaş tacirlerine, savaş kışkırtıcılarına karşı barışın sesini yükselt-

meye, barış iklimini daim kılmaya çalışıyoruz. Bombardıman gürültülerini bas-

tırmak, çatışmaları sona erdirmek, çocukların ölmesini, daha fazla kan akma-

sını engellemek için feryat ediyoruz.

Biz barış istiyoruz!

Barış istiyoruz ve hemen, şimdi istiyoruz!

Onurlu bir barış ve eşit koşullarda kardeşlik istiyoruz!

“Çözüm demokraside, çözüm diyalogda, çözüm

müzakerede!” diye haykırıyoruz…

Barış isteyen, ölüm değil çözüm isteyen, hangi ne-

denle olursa olsun savaşa hayır diyen, çatışmala-

rın tek bir canı bile bizden kopartıp almasına izin

vermemeye kararlı insanlar olarak bir araya geldik.

Kurumlar, sendikalar, sanatçılar, gazeteciler, aydın-

lar, kadınlar, eşcinseller, dindarlar, demokratlar, ço-

cuklar, yaşlılar, Kürtler, Türkler, Ermeniler…

Barışın basit bir formülü olduğunu düşünüyoruz:

“Müzakereler yeniden başlasın! Demokratik bir

anayasa ile Kürt halkının haklarının garanti altına

alınacağı taahhüt edilsin”.

Barış için bir araya geldik ve Ankara yürüyüşünü

başlatıyoruz:

8 Ekim’de Ankara’da büyük miting ile “Barışalım, Yeter!” diyeceğiz.

Sizleri, etkinlikleri birlikte düzenlemeye ve birlikte barışın sesini yükseltmeye

çağırıyoruz.

Barış İnisiyatifleri:

Antikapitalist Öğrenciler, Barış İçin Gençlik Girişimi, Barış İçin Kadın Girişimi,

Barış İçin Sanat Girişimi, Barış İçin Vicdani Ret Platformu, Bir Göz de Sen

Ol İnisiyatifi, Blok Akademi Grubu, Doğu Güneydoğu Dernekleri Platformu,

Durde, Evrensel Kültür Dergisi, İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi,

Küresel BAK, Küresel Eylem Grubu, Kürt Yazarlar Derneği, Lambdaİstanbul

LGBTT Dayanışma Derneği, Özgürlük İstiyoruz İnisiyatifi, Sosyalist Feminist

Kolektif, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası

Destek Veren Siyasi Yapılar:

Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, DSİP, Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP),

Sol Arayış, Yeşiller Partisi

BARIŞIN SESİ OLMAYA GİDİYORUZ

4 Ekim  – Barış Nöbeti – İstanbul

Umutlarımız bir kez daha kırıldı. Savaş yeniden başladı.

Hava puslandı. Barışın sesi kısıldı. Savaş çığırtkanları medyada, mecliste, sokakta sahnelerini aldı. Atılan savaş naraları kulaklarımızı tırmalıyor. Saçılan nefret tohumları beyinlerimizi, kalplerimizi, vicdanlarımızı hızla kirletmeye çalışıyor.

Oysa biliyoruz ki ölen her insanla, boşalan her köyle, yanan her ağaçla, uçakların gürültüsünü duymasak da, bombalar yanı başımızda patlamasa da hepimizin bir parçası yok oluyor. Hepimizden bir şeyler kopuyor.

Savaş işçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, Kürtlerden, Türklerden, azınlıklardan, dindarlardan, sanatçılardan, en başta yaşamı, ama mutlaka bir şeyleri alıp götürüyor.

Savaşa, savaş tacirlerine, savaş kışkırtıcılarına karşı barışın sesini yükseltmeye, barış iklimini daim kılmaya çalışıyoruz. Bombardıman gürültülerini bastırmak, çatışmaları sona erdirmek, çocukların ölmesini, daha fazla kan akmasını engellemek için feryat ediyoruz.

Biz barış istiyoruz!

Barış istiyoruz ve hemen, şimdi istiyoruz!

Onurlu bir barış ve eşit koşullarda kardeşlik istiyoruz!

“Çözüm demokraside, çözüm diyalogda, çözüm müzakerede!” diye haykırıyoruz…

Barış isteyen, ölüm değil çözüm isteyen, hangi nedenle olursa olsun savaşa hayır diyen, çatışmaların tek bir canı bile bizden kopartıp almasına izin vermemeye kararlı insanlar olarak bir araya geldik.

Kurumlar, sendikalar, sanatçılar, gazeteciler, aydınlar, kadınlar, eşcinseller, dindarlar, demokratlar, çocuklar, yaşlılar, Kürtler, Türkler, Ermeniler…

Barışın basit bir formülü olduğunu düşünüyoruz:

“Müzakereler yeniden başlasın! Demokratik bir anayasa ile Kürt halkının haklarının garanti altına alınacağı taahhüt edilsin”.

Barış için bir araya geldik ve Ankara yürüyüşünü başlatıyoruz:

8 Ekim’de Ankara’da büyük miting ile “Barışalım, Yeter!” diyeceğiz.

Sizleri, etkinlikleri birlikte düzenlemeye ve birlikte barışın sesini yükseltmeye çağırıyoruz.

Feryal Öney

Barış İnisiyatifleri adına

27 Ekim  – Kardeşlik, Adalet, Barış Yürüyüşü Çağrısı – İstanbul

Umutlarımız bir kez daha kırıldı. Savaş yeniden başladı. Hava puslandı. Barışın sesi kısıldı. Savaş çığırtkanları medyada, mecliste, sokakta sahnelerini aldı. Atılan savaş naraları kulaklarımızı tırmalıyor. Saçılan nefret tohumları beyinlerimizi, kalplerimizi, vicdanlarımızı hızla kirletmeye çalışıyor. Savaş işçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, Kürtlerden, Türklerden, azınlıklardan, dindarlardan, sanatçılardan, en başta yaşamı, ama mutlaka bir şeyleri alıp götürüyor.

Savaşa, savaş tacirlerine, savaş kışkırtıcılarına karşı barışın sesini yükseltmeye, barış iklimini daim kılmaya çalışıyoruz. Bombardıman gürültülerini bastırmak, çatışmaları sona erdirmek, çocukların ölmesini, daha fazla kan akmasını engellemek için feryat ediyoruz.

Biz kardeşlik istiyoruz!

Biz adalet istiyoruz!

Biz barış istiyoruz!

Eşit koşullarda kardeşlik, mutlak adalet, onurlu barış istiyoruz!

“Çözüm demokraside, çözüm diyalogda, çözüm müzakerede!” diye haykırıyoruz…

“Barışın formülü çok da karmaşık, çok da belirsiz değil” diyoruz. Birçok mecrada, birçok kesim uzun süredir dile getiriyor, biz tekrarlıyoruz:

Kürtlere sivil siyaset alanını iyiden iyiye daraltmaya çalışan KCK tutuklamalarına son verilsin. Tutuklu siyasetçiler serbest bırakılsın.

Terörle Mücadele Kanunu yürürlükten kaldırılsın.

Yeni anayasayı hiçbir baskı ile karşılaşmadan özgürce tartışabilmek için, mutlak ifade özgürlüğü yasalarla güvence altına alınsın.

Bu adımların yaratacağı pozitif dalga ile yeni anayasa gerçek bir barış anayasası olabilir. Çok geniş kesimler sürece katılabilir, sahip çıkabilir.

Bu talepleri tekrar ve tekrar gündeme taşımak, “Kardeşlik, Adalet, Barış!” diye haykırmak için sizleri bir araya gelmeye, seslerimizi birleştirmeye, büyük ve renkli bir barış korosu yaratmaya çağırıyoruz.

Gelin adaletin hükmünü, kardeşliğin kokusunu, barışın sesini dağlarımıza-şehirlerimize yayalım; demokratik anayasa talebimizi cümle aleme duyuralım!

Barış İnisiyatifleri

26 Kasım  Cumartesi saat 15:00, Tünel-Taksim Yürüyüşü…

10 Kasım  – Hrant Dink Davası Çağrısı – İstanbul

14 Kasım  Pazartesi sabah saat 10.00′da Beşiktaş İskele Meydanı’nda!

Savcı mütalaasını verdi,

SIRA HRANT’IN ARKADAŞLARI’NDA

Hrant Dink davasını 5. yılını tamamlamadan bitirmeye karar verdiler.

Son duruşmada savcı mütalaasını verirken; “Hrant Dink’i öldüren devlet içindeki çetedir, ama delil bulamadım” dedi.

Yani yine, gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar.

Sanıyorlar ki vazgeçeceğiz.

“Derin adaletin tecellisi”ne boyun eğeceğiz.

Oysa bütün vicdanlar biliyor ki,

ağbilerine dokunulmadan bu dava bitmeyecek!

Şimdi sıra bizde!

Mütalaamızı seslendirmek için,

“bu dava böyle bitmez” diye haykırmak için,

14 Kasım Pazartesi günü saat 10.00‘da

yine tanıklık ve inat alanımız

Beşiktaş İskele Meydanı‘nda

biraraya geliyoruz!

HRANT İÇİN ADALET İÇİN

Hrant’ın Arkadaşları

14 Kasım  – Hrant Dink Davası Basın Metni – İstanbul

“Müsamerenin Son Perdesini Kapatma Talimatı”

Hrant Dink suikasti davasının geçen duruşmasında, savcı mütalaasını açıkladı. Dedi ki: ‘Bu sadece milliyetçi duyguları kabarmış gençlerin işlediği bir cinayet değildir, Ergenekon örgütünün Trabzon’daki bir hücresinin işidir.’ Hemen ardından da şunu belirtti: ‘Bu hücrenin üst yapı ile örgütsel irtibatları ortaya çıkarılamamıştır.’

Elbette çıkarılamadı, çünkü ne araştırdılar ne soruşturdular.

4,5 yıllık mahkeme sürecini, hakikat ortaya çıkmasın diye canla başla uğraşarak geçirdiler.

Arkadaşımızı öldürtenlerin yargılanması ve cezalandırılması amacıyla 4,5 yıldır mahkeme kapısındayız. Mütalaa diye önümüze konan şey, bir müsamerenin son perdesini kapatma talimatından başka bir şey değil. Karşısına, kendi mütalaamızı koyuyoruz.

1. Hrant’ın katilleri, suikastin çok öncesinden beri devletin kontrolu altındaki kişilerdir. Onları kullanan, yönlendiren devlet görevlilerinin cinayette katkısı, rolü, vardır. Ancak araştırılmamıştır.

Cinayetin nasıl işleneceğini ayrıntısıyla bilen Trabzon Emniyeti görevlileri ve amirleri bile doğru dürüst sorgulanmamıştır.

Cinayet ihbarını örtbas eden Trabzon Jandarması hakkında, bizzat jandarma görevlilerinin itiraflarına rağmen, gülünç bir görevi ihmal davasından öteye giden bir soruşturma yapılmamıştır.

Cinayete dair bilgi sahibi olan, bunu önlemeyen, cinayetten sonra delil gizleyen İstanbul Emniyeti hakkında da hakiki bir derinlemesine soruşturma yapılmamıştır.

2. Bütün bunların birarada ve derinlemesine, ayrıntılı soruşturulması, bunun için özel bir savcı ekibinin görevlendirilmesi gerekirken buna gerek görülmemiştir.

3. Bölük pörçük ve üstünkörü yürütülen davalar birleştirilmediği gibi, yargıçlar ve savcılar, avukat taleplerini reddetme konusunda yarışa girmişlerdir. Böylece, resmî görevliler hakkında bütün soruşturma taleplerini reddeden yerel yöneticiler, savcılar ve yargıçlarla aynı safta yeralmışlardır. Hepsinin birden adalete karşı çalışması, hayatın doğal akışına uygun değildir, örgütsel irtibata işaret etmektedir.

4. Cinayet ertesindeki süreç, suça devlet görevlilerinin katılımını açıkça ortaya koymuştur. Katille birlikte kahramanlık pozları veren polis ve jandarmaların hiçbir ceza görmeyişi, bu sürecin şüphe götürmez bir sembolüdür. Örgütsel irtibata işaret etmektedir.

5. Cinayetten sonra bizzat devletin müfettişleri, polisin delilleri karattığını, tahrif ettiğini rapor etmişler, bu yüzden de kimse hiçbir ciddi soruşturmaya uğramamıştır. Yapılan soruşturmaların hepsi geçiştirmecedir. Tam da cinayet saatinde cinayet mahallinde olup bitenleri gösteren kamera kayıtları ilk günden beri polisin elindedir, mahkeme bunları almamış, bakmamış veya bakmış, görmememiz gerekenleri görmüş, bu yüzden gizlenmesini devlet açısından faydalı bulmuştur. Açıkça yardım ve yataklık faaliyetidir.

6. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, davanın başından beri, cinayetin aydınlatılmasından çok soruşturmanın bir noktada durması, daha derine gitmemesi için çalışmıştır. Kimse ondan hesap sormamıştır.

7. Cinayetin yolunu açma, katilleri kollama, yönlendirme, cinayete göz yumma, cinayet sonrasında delil karartma, sorumluların sorgulanmasına izin vermeme, davaların yüzeyde kalması için özel çaba gösterme… Bütün bunların koordineli bir şekilde yürütülmesine, Hrant’ın susturulması için tehdit bildirisi yayımlayan Genelkurmay’ı, Hrant’ı söylemediği sözden ötürü mahkûm eden ve hedef haline getiren Yargıtay’ı, delil gizleyen ve karartan polisi, belge tahrif eden jandarmayı ve cinayet davasını kadük hale getiren mahkemeleri eklerseniz, suikastin üstündeki tam teşkilatlı devlet şemsiyesini kolayca görebilirsiniz.

8. Hrant’ın valilik makamında iki MİT görevlisi tarafından tehdit edilmesinden sorumlu valinin bugün iktidar partisinden milletvekili, suikastten hemen sonra “bu örgüt işi değil” açıklamasıyla tam bir skandal yaratan eski İstanbul emniyet müdürünün şu anda vali oluşu, yeterince açık işaretlerdir. Bunlar aynı zamanda suçu örtme operasyonuna hükümetin katılımının kanıtlarıdır. Tıpkı şu ana kadar MİT’ten suikaste ilişkin tek satır bilgi çıkmayışı, başbakanın buna rağmen MİT’in bu olaydaki rolünü merak etmeyişi gibi.

9. Somut ayrıntılarını size kısa zaman sonra tek tek hatırlatacağımız, cinayet sonrası süreç, mütalaamızın haklılığını şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyacaktır.

10. Cinayet davasında yargılanan sanıkların, sadece Ergenekon örgütü de değil, pek çok devlet görevlisiyle irtibatlarının olduğu, Hrant’ın öldürülmesinin ve cinayet ertesinde hakikati gizlemek için sürdürülen örgütlü çabanın sorumlularının devlet görevlileri olduğu, onları koruduğu için polis, jandarma, il  yöneticileri, hükümet ve yargının, yani topluca devletin bu cinayetten doğrudan doğruya sorumlu olduğu açıktır.

11. Hrant’ı hedef haline getirme sürecine katkıları nedeniyle, birçok gazete ve televizyon yöneticisinin de, cinayetten sorumlu devlet görevlileriyle birlikte soruşturulması, yargılanması gerekiyor.

Sonuç: Hrant’ı öldürtenler devlet içindendir ve ortada bunun sayısız kanıtı vardır.”

Ümit Kıvanç,

Hrant’ın Arkadaşları Adına…

15 Kasım  – “Kardeşlik, Adalet, Barış” yürüyüşü basın toplantısına çağrı – İstanbul

Basın toplantısına davet- “KARDEŞLİK, ADALET, BARIŞ!” yürüyüşünün basın duyurusu

Yer: Cezayir Restoran toplantı salonu,

Adres: Hayriye Cad. No:12 Galatasaray Beyoğlu

Tarih: 16 Kasım Çarşamba, saat 11.00

Savaş işçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, Kürtlerden, Türklerden, azınlıklardan, dindarlardan, sanatçılardan, en başta yaşamı, ama mutlaka bir şeyleri alıp götürüyor.

Savaşa karşı barışın sesini yükseltmeye, barış iklimini daim kılmaya çalışıyoruz. Bombardıman gürültülerini bastırmak, çatışmaları sona erdirmek, çocukların ölmesini, daha fazla kan akmasını engellemek için feryat ediyoruz.

Biz kardeşlik istiyoruz!

Biz adalet istiyoruz!

Biz barış istiyoruz!

26 Kasım’da “Kardeşlik, Adalet, Barış!” diye haykırmak için düzenleyeceğimiz büyük yürüyüşün duyurusunu yapacağımız basın toplantısında siz değerli basın mensuplarını aramızda görmek istiyoruz.  Seslerimizi birleştirerek yaratacağımız büyük ve renkli bir barış korosunun basın toplantısına sizleri de çağırıyoruz.

Barış İnisiyatifleri

16 Kasım  – Kardeşlik, Adalet, Barış için Sokağa Basın Toplantısı Metni – İstanbul

KARDEŞLİK, ADALET, BARIŞ!  Silahlar Sussun, Barış Konuşulsun!

Umutlarımız bir kez daha kırıldı. Savaş yeniden başladı.

Hava puslandı. Barışın sesi kısıldı. Savaş çığırtkanları medyada, mecliste, sokakta sahnelerini aldı. Atılan savaş naraları kulaklarımızı tırmalıyor. Saçılan nefret tohumları beyinlerimizi, kalplerimizi, vicdanlarımızı hızla kirletmeye çalışıyor.

Savaş işçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, Kürtlerden, Türklerden, azınlıklardan, dindarlardan, sanatçılardan, en başta yaşamı, ama mutlaka bir şeyleri alıp götürüyor.

Savaşa, savaş tacirlerine, savaş kışkırtıcılarına karşı barışın sesini yükseltmeye, barış iklimini daim kılmaya çalışıyoruz. Bombardıman gürültülerini bastırmak, çatışmaları sona erdirmek, çocukların ölmesini, daha fazla kan akmasını engellemek için feryat ediyoruz.

Biz kardeşlik istiyoruz!

Biz adalet istiyoruz!

Biz barış istiyoruz!

Eşit koşullarda kardeşlik, mutlak adalet, onurlu barış istiyoruz!

“Çözüm diyalogda, çözüm müzakerede!” diye haykırıyoruz…

“Barışın formülü çok da karmaşık, çok da belirsiz değil” diyoruz. Birçok mecrada, birçok kesim uzun süredir dile getiriyor, biz tekrarlıyoruz:

KCK adı altında tutuklanan siyasetçiler serbest bırakılsın.

Terörle Mücadele Kanunu ve özel yetkili ağır ceza mahkemeleri yürürlükten kaldırılsın.

Yeni anayasayı hiçbir baskı ile karşılaşmadan özgürce tartışabilmek için, mutlak ifade özgürlüğü yasalarla güvence altına alınsın.

Bu adımların yaratacağı pozitif dalga ile yeni anayasa gerçek bir barış anayasası olabilir. Çok geniş kesimler sürece katılabilir, sahip çıkabilir.

Büyük acılar yaşadığımız Van Depreminde yüzlerce yurttaşımızı kaybettik; binlercesi yaralandı. Van Depremi, yıllardır süren savaşın toplumsal, ekonomik, psikolojik etkilerinin yoğun bir biçimde hissedildiği bir bölgede meydana geldi. Savaşın enkazına, depreminki eklendi.

Daha yapacak çok iş olsa,  zor günler henüz geride kalmamış olsa da; yurdun dört bir yanında yurttaşlarımız Vanlı kardeşleriyle dayanışma gösterdi. Bugün acıları paylaşmak ve dayanışmak, insan olmanın gereğini yerine getirmek olduğu ölçüde, barış için atılan bir adım olma anlamını da taşıyor.  Her adım barıştan yana olanlara, barışın sesine güç katıyor.

Bu yüzden “daha fazla gecikmeyelim” diyoruz. “Şimdi tam zamanı” diyoruz. “Kardeşlik, Adalet, Barış!” diye haykırmak istiyoruz.

Gelin adaletin hükmünü, kardeşliğin kokusunu, barışın sesini dağlarımıza-şehirlerimize yayalım; demokratik anayasa talebimizi cümle aleme duyuralım!

Barış İnisiyatifleri

26 Kasım  – “Kardeşlik, Adalet, Barış” Yürüyüşü Basın Açıklaması Kürtçe – Türkçe

DAD, AŞTÎ, BIRATÎ!

Bila dengê çekan sar bibe.  Bila li ser aştiyê were axaftin.

Em careke din hêvîşikestî bûn. Şer ji nû ve dest pê kir.  Mij û moranê her der dagir kir.  Dengê aştiyê kêm bû. halan û navtêdanên şer li kuçe û kolanan, di çapemenî û meclisê de cihekî diyar wergirt.  Halanên şer guhên me ker dikin.  Tovên şer û nifrînan ên ku têne çandin dixwazin bi lez û bez dil, mêjî û wîjdanê me qirêjî bikin.

Şer ji karkeran, ji xwendekaran, ji jinan, ji kurdan, ji tirkan, ji kêmaran, ji oldaran, ji hunermendan berî her tiştî jiyanê distîne, lê heke jiyanê nestîne jî teqez tiştekî ji wan kêm dike.

Em hewl  didin ku li dijî şer, şerxwazan û  bazirganên şer  dengê aştiyê bilind bikin, mercên aştiyê serwer û domdar bikin. Em dikin qîrîn û hawar ji bo ku dengê bombebaranan sar bibe, şer û lêkdan bi dawî bibin, zarok neyên kuştin û hê zêdetir xwîn neyê rijandin.

Em biratiyê dixwazin!

Em dad û edaletê dixwazin!.

Em aştiyê dixwazin!

Em di mercên wekheviya teqez û biratiyê de aştiyeke birûmet dixwazin!

Em diqîrîn û dibêjin, “Çareserî di diyalog û muzakereyê de” ye.

Em dibêjin rê û rêbazên aştiyê zêde ne dijwar û tevlihev in.   Ev demeke dirêj e ku gelek kom û kes, li gelek cihan riya çareseriyê nîşan didin, em jî dubare dikin:

Bila siyasetmedarên ku di bin navê KCK’ê de hatine girtin werin berdan.

Bila qanûna li dijî terorê û dadgehên cezaya giran ên bi rayeya taybet werin rakirin.

Mafê azadiya derbirîna bîr û ramanan bila bi awayekî mitleq were mîsogerkirin da ku mirov karibin bêyî pest û pêkutî, bêyî astengî makeqanûna nû nîqaş bikin.

Bi hêvî û hêza ku ev gav derxin holê dê makeqanûna nû bibe makeqanûna aştiyê.  Derdorên cur bi cur dê karibin beşdarî vê pêvajoyê bibin û lê xwedî derkevin.

Di erdhêja Wanê de bi sedan hemwelatiyên me jiyana xwe ji dest da,  bi hezaran kes jî birîndar bûn. Ev ji bo me hemûyan êş û janeke mezin e.  Erdhêj li herêmeke wisa pêk hat ku lê bandora civakî, aborî û derûnî ya vî şerê ku bi selan e didome, serdest e.

Her çiqas karên ku em bikin hê pir bin û hê rojên dijwar û giran li pey nemabin jî; ji çar aliyên welêt mirovan piştgiriya xwişk û birayên xwe yên wanî kir.  Îro hevgirtin û hevpariya êş û janê bi qasî ku bicihanîna peywira mirovbûnê be,  ew  qas jî ji bo aştiyê gavek e. Her gava bi vî rengî hêzê dide aştîxwazan û dengê aştiyê berz û bilind dike.

Ji ber vê yekê em dibêjin, bila em zêde dereng nemînin. A niha dem dema wê ye. Em dixwazin banga “Aştî, Biratî û Dadê” berz û bilind bikin.

Werin em biryara dadê, bêhna biratiyê, dengê aştiyê li çiya û banî, li gund û bajarên xwe belav bikin, daxwaza xwe ya makeqanûna demokratîk ragihînin her kesî!

Yıldız Önen – Küresel BAK

KARDEŞLİK, ADALET, BARIŞ!

Silahlar Sussun, Barış Konuşulsun!

Umutlarımız bir kez daha kırıldı. Savaş yeniden başladı.

Hava puslandı. Barışın sesi kısıldı. Savaş çığırtkanları medyada, mecliste, sokakta sahnelerini aldı. Atılan savaş naraları kulaklarımızı tırmalıyor. Saçılan nefret tohumları beyinlerimizi, kalplerimizi, vicdanlarımızı hızla kirletmeye çalışıyor.

Savaş işçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, Kürtlerden, Türklerden, azınlıklardan, dindarlardan, sanatçılardan, en başta yaşamı, ama mutlaka bir şeyleri alıp götürüyor.

Savaşa, savaş tacirlerine, savaş kışkırtıcılarına karşı barışın sesini yükseltmeye, barış iklimini daim kılmaya çalışıyoruz. Bombardıman gürültülerini bastırmak, çatışmaları sona erdirmek, çocukların ölmesini, daha fazla kan akmasını engellemek için feryat ediyoruz.

Biz kardeşlik istiyoruz!

Biz adalet istiyoruz!

Biz barış istiyoruz!

Eşit koşullarda kardeşlik, mutlak adalet, onurlu barış istiyoruz!

“Çözüm diyalogda, çözüm müzakerede!” diye haykırıyoruz…

“Barışın formülü çok da karmaşık, çok da belirsiz değil” diyoruz. Birçok mecrada, birçok kesim uzun süredir dile getiriyor, biz tekrarlıyoruz:

KCK adı altında tutuklanan siyasetçiler serbest bırakılsın.

Terörle Mücadele Kanunu ve özel yetkili ağır ceza mahkemeleri yürürlükten kaldırılsın.

Yeni anayasayı hiçbir baskı ile karşılaşmadan özgürce tartışabilmek için, mutlak ifade özgürlüğü yasalarla güvence altına alınsın.

Bu adımların yaratacağı pozitif dalga ile yeni anayasa gerçek bir barış anayasası olabilir. Çok geniş kesimler sürece katılabilir, sahip çıkabilir.

Büyük acılar yaşadığımız Van Depreminde yüzlerce yurttaşımızı kaybettik; binlercesi yaralandı. Van Depremi, yıllardır süren savaşın toplumsal, ekonomik, psikolojik etkilerinin yoğun bir biçimde hissedildiği bir bölgede meydana geldi. Savaşın enkazına, depreminki eklendi.

Daha yapacak çok iş olsa,  zor günler henüz geride kalmamış olsa da; yurdun dört bir yanında yurttaşlarımız Vanlı kardeşleriyle dayanışma gösterdi. Bugün acıları paylaşmak ve dayanışmak, insan olmanın gereğini yerine getirmek olduğu ölçüde, barış için atılan bir adım olma anlamını da taşıyor.  Her adım barıştan yana olanlara, barışın sesine güç katıyor.

Bu yüzden “daha fazla gecikmeyelim” diyoruz. “Şimdi tam zamanı” diyoruz. “Kardeşlik, Adalet, Barış!” diye haykırmak istiyoruz.

Gelin adaletin hükmünü, kardeşliğin kokusunu, barışın sesini dağlarımıza-şehirlerimize yayalım; demokratik anayasa talebimizi cümle aleme duyuralım!

Barış İnisiyatifleri: Antikapitalist Öğrenciler, Barış Hareketi, Barış İçin Gençlik Girişimi, Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İçin Sanat GirişimiBir Göz de Sen Ol İnisiyatifi, Blok Akademi Grubu, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, Doğu Güneydoğu Dernekleri Platformu, Durde, Emek ve Adalet Platformu, Evrensel Kültür Dergisi, İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi, Kalplere Sevinç Bırakanlar İnisiyatifi, Küresel BAK, Küresel Eylem Grubu, Kürt Yazarlar Derneği, Mavera Gençlik Hareketi, MAZLUMDER, Özgürlük İstiyoruz İnisiyatifi, Sol Arayış, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası.

Mehmet Ali Devecioğlu – MazlumDer

5 Aralık  – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

Suriye’ye askeri müdahaleye hayır!

ABD ve Fransa’nın destek verdiği, başını Suudi Arabistan’ın çektiği Arap Birliği ve Türkiye, Suriye’ye müdahaleye hazırlanıyor. Buna karşılık Akdeniz’deki tek üssü Suriye’nin Lazkiye limanında olan Rusya savaş gemilerini Baltık üzerinden Suriye’ye yolluyor.

Ortadoğu’da halkları yine acı ve ızdırap dolu günler bekliyor. Emperyalistler bir kez daha Ortadoğu’da kendi planlarını hayata geçirmeye çalışıyor. Hem de halkların en doğal hakkı olan Özgürlük ve Adalet talebi ile sokağa çıkmasını istismar ederek.

Suriye’deki Esad Yönetiminin, halklarını ezen diktatörlük olması, bu konuda ikincil planda kalıyor. Çünkü yıkmaya çalıştıkları Esad ailesi yeni değil, 41 yıldır Suriye’yi diktatörlükle yönetiyor, ayrıca Suriye’deki diktatörlüğü yıkmaya soyunan Arap Birliği üyesi ülkelerin hemen tamamı diktatörlük yönetimleri.

Suriye’ye özgürlük getirmek gerektiğini söyleyen ülkeler bugün bile her türlü barışçı talebi silahla bastırmakta birbiriyle yarışıyor. Bahreyn’de barışçı gösterileri silahla ezen askerleri Suudi rejimi gönderiyor. Türkiye’de AKP iktidarı yasal Kürt muhalefetinin siyasi temsilcilerini sözde nedenlerle cezaevlerine dolduruyor.

Elbette diktatörlüğe karşı ayaklanan Suriye halkının mücadelesi onurludur ve desteklenmelidir. Arap Baharı’yla birlikte baskıcı Esad rejimine karşı ayaklanmaların başladığı Suriye’de, devlet güçleri Nisan ayından bu yana 4 binden fazla göstericiyi katletti.

Muhaliflerin bir bölümü barışçıl gösterileri sürdürmek istese de, Hama ve Humus gibi şehirlerde devletin yaptığı katliamlar nedeniyle halkın kendini her türlü araçla savunması meşru hale geldi. Esad’ın gitmesi, Suriye’de halkların Özgürlük mücadelesinin başarıya kavuşması gerekir. Ama bu başarı emperyalist bir müdahale ile sağlanamaz.

Suriye’deki muhalefetin önemli bir kesimi emperyalist müdahaleyi istemiyor. Bu müdahalenin yanı başlarındaki Irak’ta 1 milyon ölüm ve 10 yıldır süren işgal olduğunu biliyor.

Yalnızca Batılı büyük emperyalist güçler değil, Türkiye, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi bölgesel güç olma çabasındaki alt emperyalist ülkeler de Suriye’deki halkın en doğal hakkı olan özgürlük talebini gasp etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan’ın muhaliflere maddi yardımda bulunduğu söyleniyor. Kendi ülkesindeki ayaklanmalara saldırmak üzere ordusunu kullanan Ürdün Kralı, Esad’a istifa çağrısı yapıyor. Kürt halkını ezen AKP, Esad’a “sivil öldürmeme” çağrısı yapıyor

ABD, Rusya, NATO, Arap Birliği ve AKP iktidarı ülkemizi adım adım bölgesel bir savaşa sürüklüyor. Bu savaşa engel olmamız gerekir.

Ortadoğu halklarının kardeşliği, özgürlüğü, adaleti ve barışı için, barış yanlısı tüm güçlere çağrıda bulunuyoruz;

Suriye’ye Emperyalist, alt emperyalist vb. ülkeler tarafından yapılacak her türlü dış müdahale meşru değildir, karşı çıkılmalıdır.

Özellikle Türkiye’nin Suriye veya başka bir ülkeye müdahalesine kesinlikle karşı çıkılmalıdır.

Suriye’deki ve Ortadoğu’daki diktatörlükler yıkılmalı, yerlerine halkın demokratik yönetimleri kurulmalıdır, ama bu dönüşüm tümüyle o ülkelerdeki halkların kendi eserleri olmalıdır.

Ortadoğu’daki ABD, Rusya, NATO vb. kaynaklı tüm üs ve tesisler başta İncirlik olmak üzere derhal kapatılmalıdır!

Ortadoğu, silahsız, nükleersiz, barış içinde kardeşçe bir arada yaşadığımız bir bölge olmalıdır.

Kerem Kabadayı

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına

5 Aralık  – Hrant Dink Davası Basın Metni – İstanbul

Hrant’ı öldürmelerinin üstünden dört yıl ve on buçuk ay geçti. Siz beş deyin. Adalet adına ortada ne var?Bir müsamere ve kötü niyet gösterisi.Hatırlarsınız, katil iki günde, şu içeride yargılanan öbürleri de hemen peşinden yakalandı.Bunların baştan gözden çıkarılmış ayakçılar olduğundan şüphe duyan var mı aranızda? Şüphe duyanlar, Yasin Hayal’in babasının ifadesini hatırlasın: “Trabzon Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürü Yahya Öztürk bana ‘Yasin devlet için çalışıyor’ dedi.”

Polis böyle demişti. Jandarma istihbaratçısı bir binbaşı da tebriklerini göndermişti Yasin Hayal’in babasına. Hrant’ı öldürtmeye karar verenleri nerede aramalıyız? Elebaşı konumundaki sanıkları Trabzon McDonalds bombalamasından itibaren avucunun içine almış Emniyet’te mi? Cinayet ihbarını hasıraltı eden, kullanılacak silahın özelliklerini henüz cinayet işlenmeden bilen jandarmada mı? Yoksa hepsinin üstündeki biryerlerde mi?

Başından beri iki vahim durum, adaletin yolunu tıkıyor.

İlki şu: Cinayetin işleneceğini bildiği ortaya çıkmış resmî görevliler, bırakın yargılanmayı, her türlü soruşturmadan korundu. Yetmedi, terfi aldı.

İkincisi, bunlar hakkında pek sınırlı bazı soruşturmalar yapıldı, dava da açıldı, ama sanki bunların cinayet davasıyla ilgisi yokmuş gibi davranıldı. Olaydaki rolü gayet şaibeli olan jandarma komutanı Ali Öz hakkındaki dava bile buradaki esas cinayet davasıyla birleştirilmeden bitti. Albay Öz’e ödül mü verildi, ceza mı, bilemedik.

Bugüne kadar edindiğimiz bilgilerle, tek merkezden kapsamlı bir soruşturma yürütülse her şeyin açığa çıkacağı, inanın, görülebiliyor.

Duyduğumuz şüpheyi akıl ve vicdan sahibi herkesin paylaştığından eminiz: Hrant Dink cinayetinin aydınlatılmasını istemeyen birileri var ve bunların gücü adaletin yolunu tıkamaya bugüne kadar yetti. En başta adaletten yana saf tutacağını iddia eden hükümet de bir adım sonra onlara katıldı.

Toplumumuza hafızasız demek her dönemde modadır. Hayır, hiçbirimiz hafızasız değiliz. Aksine, hafızalarımız gayet güçlü olduğu için neler döndüğünü gayet iyi anlayabiliyoruz. Ama ne yazık ki savcıların elindeki imkân ve güç bizde yok. Yoksa, sorulacak sorular, üstüne gidilecek durumlar, kişiler, hepsi belli. Sadece İstanbul Emniyeti’ne, yok ettiği kamera kayıtlarını ısrarla ve sahiden sormak belki de her şeyi aydınlatmaya yetecektir.

Şu içeride yargılananları örgütleyen, onlara “öldür!” emri verenler her kimse, polis de asker de savcı da yargı da hükümet de, bunların ortaya çıkmasından çok korkuyor. Tâ en başta Rakel demişti: adalet için cesaret gerekir. Bizde cesaretten anlaşılan şey, savunmasız bir insana arkadan yaklaşıp ensesinden vurmaya yarıyor, anladık. Adaletten anlaşılan ise, Hrant’ı tam aksini yazdığı şeyi yazmış gösterip mahkûm etmek, hedef haline getirmekti, bugün de, cinayete karışmış devlet görevlilerinin ne pahasına olursa olsun korunmasıdır. Budur. Bu kadardır. Yargıtay, vaktiyle bizzat yaptıkları yetmiyormuş gibi, Hrant’a çamur atan Kahramanmaraş katliamı davasının bir numaralı sanığı Ökkeş Şendiller’i korumakla meşgûldür.

Bu memleketin vicdanlı insanlarının, adalet deyince ‘devleti koruma teşkilatını’ değil hakkı hukuku anlayan insanların gönlü bizimledir. Biliyoruz. Ne yazık ki yetmiyor. Kendine yalan söylemekten utanan, cesur yargıçların, savcıların ortaya çıkması lâzım. Devlet ve hükümet içerisinde, kendine yalan söylemekten utanan, vicdan ve adalet duygusu sahibi birileri varsa ortaya çıkmaları lâzım.

Bu davayı bu şekilde bitirmeye kalktıklarında alınlarına sürülecek şeyi sadece kurban kanı sanıyorlar. Halbuki o, ne yapsalar kazıyıp atamayacakları bir utanç lekesi olacak.

Banu Güven

Hrant’ın Arkadaşları adına

9 Aralık  – Hükümet Savaşa Değil, Barışa Yatırım Yapmalı! – İstanbul

HÜKÜMET SAVAŞA DEĞİL, BARIŞA YATIRIM YAPMALI

Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da nice insanlık suçuna yol açan ‘insansız hava aracı’ predatörler, sonunda bizim ülkemize de getirildi. Bizzat Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, geçen ay yaptığı açıklamada “ABD’nin Irak’ta kullandığı 4 Predatörün İncirlik’e getirildiğini” belirtmişti.

ABD’nin sözde “kitle imha silahlarını” imha etmek için 2003 yılının 20 Mart gecesi başlattığı Irak işgalinde ve daha sonra başka yerlerde kullanılan predatörler, yoğunlaştırılmış şiddet araçlarıdır. Savaş teknolojisinin son ürünü olan bu araçlar sadece insansız değil, aynı zamanda insafsızdırlar…

Irak işgalini meşrulaştırmaya yönelik küresel yalanları ve predatör gibi araçları da kullanarak Irak halkı üzerinde estirilen şiddet, bu ülkeyi yakıp yıktı. 1 milyon Iraklının öldüğü, yaklaşık 4 milyon Iraklının ise ülkeyi terk ettiği biliniyor.

Irak’ta işlenen insanlık suçlarının aracı predatörler şimdi Türkiye’de ve İncirlik Üssü’nde. İncirlik Üssü, Küresel BAK ve Türkiye’deki savaş karşıtı muhalefet tarafından yıllardır protesto ediliyor. İncirlik Üssü önünde defalarca eylem yaptı, üssün kullanımına dair gizli kararname hakkında bilgilenme hakkımızı kullanmak için girişimlerde bulunduk ve yargı süreçlerine başvurduk.

Bütün bu girişimlerimizin ne kadar önemli olduğu, bugün bir kez daha açığa çıkıyor. Daha İncirlik Üssü’nde dönen dolapları örten karanlık perde kaldırılmadan, Hükümet, kanlı predatörleri, üstelik de ‘Kürt sorununun çözümü için’ kullanmaya karar verdi (!) Predatörler için en uygun merkezin ise İncirlik Üssü olduğunda ABD ile anlaşmış vaziyetteler.

Bizler, yani savaşın sesinin susmasını, barışın sesinin yükselmesini isteyenler bir kez daha vurgulamak istiyoruz: Daha çok insan öldürerek, Kürt sorununda olumlu hiçbir adım atılamaz. Kürt sorununu bir güvenlik sorununa indirgeyerek, çözüm yönünde ilerleme kaydedilemez.

ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinin merkez üssünde kullanılmaya hazır bekletilen insansız hava araçlarının Türkiye’de kullanımı, bütünüyle bir siyasi sorun olan Kürt sorununun çözümüne değil, kangrenleşmesine neden olur. Predatörler Irak’ta sadece daha çok insan öldürmeye yaradı. ABD’nin hiçbir planı Irak’ta hayata geçmedi.

Siyasi iktidarın yapması gereken savaşı ve çözümsüzlüğü derinleştirmek değil, barışı ve diyalogu geliştirmektir. Bu yüzden bize gerekli olan predatörler değil, demokratik adımları atmaktır. Kürt halkının ve siyasi temsilcilerinin üstündeki baskıyı artırarak değil, haklarını tanıyarak ve özgürlüklerini sağlayarak barışa ve çözüme ulaşabiliriz.

İncirlik Üssü, içinde gizlediği nükleer başlıklarla, ABD’nin işgal politikalarında oynadığı rolle, Irak ve Afganistan halkının maruz kaldığı küresel zorbalığın en önemli merkezi üssü olduğu için derhal kapatılmalıdır.

İncirlik Üssü’nde kaç işgalci asker olduğu, kaç nükleer başlığın olduğu, ABD askerlerinin Irak’tan geri çekilme planında hangi kapsamda kullanıldığı tüm dünyaya açıklanmalıdır. Predator: Yırtıcı kimse ya da hayvan, yağma eden kimse demek. Biz, ‘Kendi topraklarımızda ve bölgemizde kimseye saldırıp parçalamak, yağma etmek istemediğimiz için predator’ları da istemiyoruz.‘

Nilüfer Uğur Dalay

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına

20 Aralık  – Hrant Dink Davasına Çağrı – İstanbul

26 Aralik, Pazartesi,  saat 10.00′da,Beşiktaş’ta, biraraya geliyoruz!

Hrant Dink’in katledilisinin uzerinden 5 yil gecti. 23′uncu kez sahnelenen temsilde bir arpa boyu yol katedilemedi. Biz yine bu davanin tanigiyiz, takipcisiyiz, inadina nobetcisiyiz. Tehdit eden de, isaret eden de, pusu kurup tetik cektiren de,ceken de, butun suc ortaklari tek tek yargi karsisina cikana dek bu dava bizim icin bitmeyecek!  Adalet nobetimizi tutmak, davamiza sahip cikmak, “Bu dava boyle bitmez!” demek icin,

26 Aralık  – Hrant Dink Davası Basın Metni – İstanbul

“Beş yıldır aynı yerdeyiz

Beş yıldır bizde biriken anılardır, acılardır ve tükenmez sabrımızdır… Beş değil doksan beş yıl geçse de bu sabrı besleyen öfkemizdir; adalet inancımızdır! Biz adaleti sizlerin kurduğu binaların duvarları arasında mı, yoksa kırıntısına bile değer verdiğimiz vicdanlarda mı arıyoruz; bunu geçmişte öğrenemediyseniz bile şu son beş yılda iyice öğrenmiş olmanız lazım…

Bizimle alay etmeyi bırakın artık! Cevap verin;

Katillerimiz nerede?

Katillerimizi nereye sakladınız?

Jandarma karakollarında, istihbarat raporlarında, medya plazalarında, meclis koridorlarında, adalet saraylarında, kozmik odalarda mı sakladınız onları?

Peki niye sakladınız? Hep yaptığınız gibi katilleri koruma refleksiniz nereden geliyor?

Yoksa sizi büyük devlet yapan bu mu?

Bütün bu sırlarla yaşamak zorunda bıraktığınız bu ülkenin vatandaşları bir gün sizden hesap sormaz mı sandınız?

Yoksa “ya sorarlarsa” diye mi telaştasınız?

Arkadaşımız Hrant’ı yargılayıp ölüm fermanını astığınız 301 sakın bu sırrı saklamak için icat edilmiş olmasın? Size hiç bir hesap soramasınlar diye yasalar çıkardınız.

Sizin yasalarınız cinayetleri, pisliği, cesetleri örtmek için mi yazılıyor?

Buna biz de hep bir ağızdan adalet mi diyoruz?

Biliyoruz, sizin hukuk dediğiniz şey önüne çizilen kırmızı çizgiden bir gıdım oynayamayacak kadar kadük, cılız ve biçare… Ama işte tam da böyle zamanlarda aportta bekleyen resmi gazeteleriniz devreye girer; örnekleri çoktur. Daha üç dört gün önce Hürriyet “Azgın Azınlık” manşetini atarken hep bir ağızdan ne çok sevinmişsinizdir kimbilir; “İyi ki zor zamanlarımızda böyle bir gazetemiz var” diye…

Yeni cinayetler için yeni nişangahlar kurmanın ilk adımını hep böyle atmadınız mı?

İnkar mı ediyorsunuz?

Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, “Dünyanın neresinde bir Ermeni varsa bulup gönlünü almaktan” bahsediyor.

Nereden başlayacaksınız sayın bakan?

Belki bundan sonraki ilk duruşmaya gelip ön sıralarda oturanlardan başlayabilirsiniz… Geride kalanlar artık burada değil…

Nereden başlayacaksınız?

Kan adaletle susar.

Yüz bin vicdan sahibinin elleri üstünde taşıdığı arkadaşımızın o son uzun yolculuğu bu ülkenin çürümüş adalet duygusunu, köhne, karanlık ve yalanlarla dolu geçmişini gömmek içindi. İşte bu yüzden o denli dik ve onurluydu… İşte bu yüzden hala kulaklarda yankılanıyor “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” sözü…

Sizi kendi karanlığınızdan koruyacak o insanlara, bizlere, vere vere iki üç tetikçiyle birlikte oynadığınız rezilliklerle dolu şu temsili mi verdiniz? 23 duruşmadır sabrımızı sınıyorsunuz… Unutmayın, inkâr ettiğiniz adaleti yerine getirme sorumluluğunuz geleceğe barış dolu, umut dolu bakabilmemizin önündeki tek engeldir! İnkârınızın taşıdığı suç, iklimimizi her gün biraz daha hırpalıyor, hoyratlaştırıyor, zehrediyor.

Başlayın artık! Bir yerden başlayın ve gerisini getirin! İsterseniz bize katillerimizi vererek başlayabilirsiniz! Üstelik onlar o kadar yakınınızda ki…

Hrant İçin Adalet İçin!”

Gülten Kaya

Hrant’ın Arkadaşları adına

29 Aralık  – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul

Uludere’de insanlık suçu işlendi!

Sorumlular istifa etmeli, yargılanmalı

Bu sabah uyandığımızda, çocuk bedenlerinin F-16 tarafından bombalandığını, paramparça edildiğini öğrendik. Uludere’de 36 insan, savaş uçakları tarafından bombalandı. Yaşamlarının baharında apaçık bir devlet şiddetiyle öldürüldü. ’in son günlerinde, savaşın, militarizmin, şiddetin ne anlama geldiğini bir kez daha gördük. Uludere’de gerçekleşen devlet eliyle işlenmiş bir katliamdır! Ne hükümetin sessizliği ne de Genelkurmay’ın yapay açıklaması, bu gerçeği gizleyemez.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, insansız savaş uçakları, Predatörlerin Türkiye’ye geldiğini müjdelediğinde, bizler, “Görmüyor musunu, Predatörlerinizden kan damlıyor!” demiştik. ABD’nin Irak işgalinde kullandığı ve yüz binlerce masum Iraklının ölümünde kullanılan Predatörler, Kürt sorununun adil, demokratik ve barışçıl çözümünde hiçbir işleve sahip olamazdı. Olamadı da. Genelkurmay, Peradtörlerin sınıra doğru bir hareketlilik gözlediğini ve bombardımana bu bilginin yol açtığını söylüyor.

Ve onlarca çocuk, bombalanarak öldürülüyor! Bizler, barış duygusunun hakim olması için çabalayanlar, bu katliam karşısında ne diyebileceğimizi bilemiyoruz. Ölü genç bedenler, katırların sırtında, battaniyelere sarılı olarak taşınıyor.

Kardeşlerimiz artık konuşamayacak, gülemeyecek, değişen mevsimleri göremeyecek… devlet şiddetiyle çekilip alındılar aramızdan. Ama şunu biliyoruz: barış mücadelimize ara vermeyeceğiz. Ve şunu biliyoruz: bu katliama katılan, onay veren, katliamın siyasi sorumluluğunu yapanlar hesap vermeden, görevlerinden istifa edip de yargılanmadan,  yılı bizim açımızdan asla bitmiş olmayacak.

Bu yüzden, hükümet derhal bir açıklama yapmalıdır! Irkçı, savaşı tırmandırmayı hedefleyen açıklamalar yapan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin istifa etmelidir. Açıklamasında 36 sivilin öldürüldüğüne hiç değinmeyen ve bu katliamı teröre karşı mücadele azmine bağlayan Genelkurmay Başkanı istifa etmelidir!

F-16’lara sivillerin üzerine bomba yağdırma emrini veren Hava Kuvvetleri Komutanı istifa etmelidir! Biz, küresel barış ve adalet mücadelesi verenler, ne yazık ki bu yıl sonunda, yeni yıl dileklerinde bulunamayacağız.

Bir kez daha söylüyoruz: katlimanın sorumluları hesap verene kadar bu yıl bizim için sonlanmayacak!

Kerem Kabadayı

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu yürütme kurulu adına

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.