1 Ocak 2018 – EDEBİYATTA SAVAŞ VE BARIŞ ATÖLYESİ 2017 YILI ÇALIŞMALARI:

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

EDEBİYATTA SAVAŞ VE BARIŞ ATÖLYESİ 2017 YILI ÇALIŞMALARI:

 

VIII. Dönem (2017 Ocak- 2017 Mayıs) Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi Çalışmaları:

 

4 Ocak 2017 – Oresteia – Aiskhülos

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 4 Ocak Çarşamba akşamki oturumunda Nilüfer Uğur Dalay bize yazar Aiskhülos (M.Ö.525-M.Ö.456) ve üçleme tragedyası Oresteia kitabını tanıttıktan sonra, metni Atölye katılımcılarının değerlendirmelerine açtı.

Aiskhülos, tragedyaya bugün bilinen şeklini, önemli ölçüde veren yazar olarak tanınır. Asker kökenli bir oyun yazarı ve düşünürdür. Doğduğu kent, Atina yakınlarındaki Eleusis’in yazar, şair ve düşünürlerle ilişkideki soylu ailelerinden birinin oğlu olarak doğar. O dönemin ruhuna uygun olarak, erkeklere tanınan tüm eğitim olanaklarından, devlet okulları, özel öğretmenler, yararlanır, askeri eğitim görür. Maraton, Salamis, Pers Savaşlarına katılır.

Yaşadığı dönem, Atina’yı güçlü bir şehir haline getiren Perikles, Kimon, Miltiades gibi önemli politik kişileri yaşadığı dönem olarak bilinir.

Genç yaşlarından itibaren tragedya yazmaya başlar, tragedya yarışlarına katılıp, ödüller kazanır. Koro, tanrılar ile ilgili eserlerinde önemlidir. Koro, bir kahramandan, ikinci kahramana geçişi sağlamıştır. Oresteia’da, tragedyalarda ilk kez, aynı sahnede iki mekanı, Delfoi ve Atina’yı kullanmıştır. Maske, elbise ve yüksek ayakkabılar gibi yenilikler getirmiştir. Dili ağdalı kabul edilebilir. Toplumdaki dini ve ahlaki konuları işler. Karakterlerin derinine pek inmeden kahramanların kin, intikam, gurur gibi duygularını başarıyla aktarmıştır. 90 civarında oyun yazmış, günümüze yedisi ulaşmıştır.

Aiskhülos’un, doğduğu yer olan Eleusis’te temellerini bulmuş, Tanrıça Demeter Tapımı (gizli cemiyet) gizemlerine yönlenenlerden biri olduğu, oyunlarının belli bölümlerinde bu gizemlerden, gizlice söz ettiği Aristoteles tarafından iddia edilir.

Demeter Tapımı ve Dyonisos Kültü, Antik Çağ’da önemli kadın dinsel ritüellerinden sayılır. İngiliz antropolog, felsefeci George Thomson, Tragedyanın Kökeni-Aiskhylos ve Atina isimli kitabında, ‘Bu thiasos’ların (gizli gece ayini katılımcılarının) dikkate değer bir özelliği de, başlarındaki rahip dışında, üyelerinin kadınlarla sınırlı olmasıdır’, der. Yine aynı yazar, Oresteia’da karşımıza çıkan ‘kadından yana’ sıfatlı Erinnülerin, ‘Demeterin kişileşmiş biçimi olduğunu’ söyler.

Thomson, tragedyanın (dolayısıyla bir anlamda tiyatronun) kökeninde yer aldığı düşünülen ditrambo (iki kez doğan anlamı nedeniyle Dyonisos’a gönderme yapılmaktadır) korolarının kökeninde, kabile toplumunun geç evrelerinde içinden geliştiği totemci klanın yapı ve işlevlerinin dönüşmüş erginliğe erme törenleri olduğunu söylemektedir. ‘Bu yüzden öyle görünüyor ki, Ditrambos başlangıçta kadınların Dyonisos törenlerinin thiasos’una aitti. (…) Ditrambos’un bir sanat biçimi olarak evrimindeki ilk aşama, kadınların toplumsal konumlarının çöküşünün ardından thiasos’un çöküşüydü.’

Dyonisos şenliklerinin işlevi toprağın bereketini arttırmak olduğundan başlangıçta yalnızca köylüler arasında sürüp giderken, daha sonraki aşamada toprak sahibi soyluluğa karşı halk hareketiyle yakından özdeş duruma gelir. Yunanistan’ın bazı bölgelerinde erkek ve kadın cinslerin toplumsal ilişkilerindeki değişmelere bağlı olarak tören, erkeklerin kontrolüne geçer ve gizli olmaktan çıkıp dağılmaya başlar.

Aikhylos’un sanatının, tüm sanatlar gibi, toplumsal evrimin bir ürünü olarak incelenmesi doğru olur.

 

Aiskhülos (M.Ö.525-456), Oresteia’yı M.Ö.458 yılında yazar. Yazarın yaşadığı yıllar, Atina’nın politik ve hukuku anlamda çalkantılı yıllarıdır. Toplumsal yaşamın hareketliliği, iktidar ve sınıf savaşları gibi sorunlar yazarın eserlerinde bolca yer alır. O dönemde yaygın olan baskı kaygılarının, incelediğimiz üçlemede, yazarı kaygılı, çekinceli ve çelişik davranmaya ittiği anlaşılmaktadır.

Yazarın döneminde Atina, şu olaylara tanık olur.

M.Ö.683 de Atina’da Monarşi kaldırıldı. Solon Yasalarıyla ilan edilen anayasal reformlar, aristokratik hükümetin uygulamalarını sınırlandırdı,

M.Ö.508’de dünyanın ilk demokratik düzeni ilan edildi,

M.Ö.508 ya da 510 tarihinde Aristokrat Kleisthenes’e karşı arkhon (üst düzey memur) İsagoras’ın, Sparta Kralı’ndan destek alarak giriştiği başarısız darbe girişimi oldu,

M.Ö.462 de demokrasinin kurumsallaşması için girişilen reformlarla, Areopagus’un yetkileri, demosun bütününü temsil eden 500’ler Konseyi, Meclis ve Halk Mahkemeleri arasında dağıtıldı,

M.Ö.458 de Areopagos Konseyi/Mahkemesi’nin ayrıcalıkları elinden alındı, yetkileri yalnızca cinayet davalarına bakmakla sınırlandırıldı,

M.Ö.458 da Sparta, düşmanı Argos’la barış yaptı ve bu durum daha sonra Sparta ile Atina’nın arasındaki savaşa sebep oldu.

Günümüz devlet kuramı ve siyasi düşünce alanında süren pek çok tartışma ve kavramın kökenleri, Antik Yunan’a uzanır. Bu dönemin bir başlangıç noktası oluşturmasının nedeni önemli bir dönüşümde yatmaktadır. Doğanın, tanrının takdiri sonucu gelişen bir olgu değil de, insan zekâsı tarafından kavranabilir ve rasyonel olarak açıklanabilir olduğunun kabul edilmesiyle birlikte, gerek toplumsal, gerekse siyasi tüm fenomenlerin bu çerçevede incelenmesinin yolu açılır. Nitekim bu yıllarda destanlarını yazan Homeros, eserlerinin odağına insanı alan, Batı uygarlığının ve Yunan felsefesinin temel düşüncesini ortaya koyan ilk kişi sayılır.

Atina’nın, yöneten-yönetilen ayrımının olduğu, sınıf farklarının belirginleştiği ve cinsiyete dayalı ayrımcılığın olduğu bir toplum yönetimine sahip olduğu söylenebilir. Yazılı yasalar, tek başına demokratik ya da eşitlikçi bir toplumsal düzenin işaretleri olamamış, yazılı yasaları yorumlama yetkisi demokratikleşememiştir.

Solon’un reformlarının getirdiği en önemli yenilik, ileriki dönemlerde tam anlamıyla kurumsallaşacak olan demokrasinin temelini oluşturacak olan özgür köylülerin, Atina’nın siyasi yaşamına kısmen de olsa dahil olmalarını sağlamasıydı. Solon, Meclis’i (ekklesia) tüm yurttaşlara açar. Tüm yurttaşların katılımıyla oluşturulan Halk Mahkemesi’nin (heliaia) kurulması, demokrasinin gelişim sürecindeki önemli adımlardır. Bu kurumlar, siyasi yaşamın tüm aşamalarını denetlemeye başlar ve böylelikle, radikal olarak tanımlanabilecek demokrasiye geçilmiş olur. Solon’un getirdiği 400’ler Konseyi, Meclis’in gündemini belirler.

Atina’da yargısal faaliyetlerde; vatandaşın hukuk sorunları, özel olarak görevlendirilmiş yüksek memurlar (arkhon) tarafından, site yönetimine karşı işlenen siyasi nitelikteki suçlar ise, Oresteia’da da kararları ve yargılaması tartışılan, Areopagus tarafından sağlanıyordu. Areopagus Konseyi üyeleri eski arkhonlardan, soylulardan oluşuyor ve üyelikleri ömür boyu sürüyordu. Sabit kadrolu, içe kapanık, bürokratikleşmiş bir yapıydı. Demokratik reformlara karşın, Konsey üyeleri en üst iki sınıftan seçilmeye devam etti, önemli magistralıklar, soylu ve mülk sahibi sınıfların egemenliğinde kaldı. Yürütme ve yargı üzerindeki soylu ve mülk sahiplerinin egemenliği devam etti. Hakim sınıf üyeleri dışında bir yurttaşın, Meclis’te konuşma yapabilmesi, Areopagus Konseyi üyesi olması yasal olarak mümkün değildi.

Oresteia’da, Areopagus Mahkemesi’nin yargılamasıyla ilgili kaygılar, isim verilmeden dile getirilir. Bu mahkeme sırasında, izini sürebildiğimiz önemi çatışma noktalarından biri de, altın çağa ait eski kuşak ana tanrıça ve tanrılarla, Olimpos tanrıları, Zeus Kültü ve onun temsil ettiği değerlerin en uç düzeyde uygulanışı olan Atina’daki erkek egemenliğiyle tüm gücünü yitirmiş ana tanrıçalar kültünün mücadelesidir. Oresteia’da karşılaştığımız Erinnüler, işte bu en eski kuşak tanrıçalardır.

Oresteia, çok süzülmüş biçimde, Atina hegemonyasının haklı çıkarılmasıdır. O dönemde Atina’da adalet (Tanrıça Dike) de Atina’nın savaş çıkarlarını ve bu yönde işleyen ‘erkek aklı’nı, İphigenia’nın kurban edilişini ve annesinin onun hıncını almasından daha önde tutmaktadır ki Aiskhylos, kızın katlinin unutulmasına çok sınırlı bir biçimde karşı çıkabilmiştir. Sık sık ‘İyi olan ve açık olan yenmelidir’ der koro ancak bu ‘iyi ve açık’, hep Atina’nın yararına olduğunda önem kazanmaktadır. Oresteia politik, tam da kelime anlamıyla politik yani polis’e (siteye, yurttaşlar topluluğuna) ilişkin, bir dramadır. Antik Yunan toplumunda, özellikle Atina’da kadının durumu, kölelik kadar ciddi bir yara olarak eserde karşımıza çıkar.

Oresteia’da sıkça vurgulanan dönemin değerleridir. Bu değerler, 2.500 yıl sonra bile bugün hala dünyada hükmünü sürüyor, etkisini sürdürüyor olsa da Atölye’miz açısından savaş söylemleri olarak değerlendirildi.

Özgür irade yoktu. Verilmesi gereken zor kararlar, özgür iradenin olmayan kararlarıydı. Agamemnon’un kararı; ‘Ağır kader!’ Her iki halde de kaderi kötüdür. Ancak Agamemnon en ‘az kötü olanı’, kızını kurban etmeyi seçer. Öfkeyi doyur! Yasa yasadır! Agamemnon özgürce bir karar mı almıştır? Başına gelecekleri hak etmiş midir?

Beklenen, başa gelenler hep savaştan, sürgünden, tanrılardandır. ‘Dinmedi mi dinmez mi Zeus’un öfkesi?’

Çekilen eziyetler, acılar hep tanrılardan. Zeus’un iktidarı, düzenin korunması anlamına gelir. Onun yasası acı yoluyla öğrenmedir. ‘Bilgelik acılar yoluyla gelir’. Ahlaki düzen, sonuçlarının korkutuculuğuyla desteklenir. Üçleme boyunca bu ilkenin-yasanın varlığını görürüz.‘Ceza suçtan aşağı kalmadı’, ‘İki katı ceza verildi.’

Kanayan yara kadınların durumudur. Oyun boyunca, kadınla erkek arasındaki toplumsal rollerin sürekli olarak yer değiştirildiği gözlenir. ‘Erkek iradeli kadın Klütaimestra, ‘çok yere (erkeğe) varmış kadın’, ‘bazı erkeklerin kadını’ Helena. Yunan toplumunun kadınların yargılarına karşı güvensizliğini görürüz. Koro’nun Klütaimestra’ya olan tavrı saygılıdır, ancak şüpheci sorularla ince bir alay sezilir. Klütaimestra da ‘İşte bunları benden, bir kadından duyuyorsun’ diyerek iğneleyici bir karşılık verir. Ve Koro onu onaylar ancak bir ‘erkek davranışı’ içine alarak: ‘sophron (sofu/ kontrolü elinde olan) bir erkek gibi iyi düşünerek söz söylüyorsun’ der. Daha sonra koro, şarkısının sonunda, kadına karşı şüpheci düşüncelerini yeniden ortaya koyar, ‘açıkça belli olmayan habere şükür töreni düzenlemek ancak bir kadının asasına yaraşır. Kadın iradesi kandırıcıdır. Çok da çabuk yayılır söylediği. Ama işte o çabuk yayılanla ölür gider kadınların söylemi’. Klütaimestra, kendisine sırf kadın olduğu için inanılmadığını sık sık vurgular.

Erkeklerin unuttuğu, unutturmaya çalıştığı, göz ardı ettiği ilk suçu bir erkek işlemiştir oysa Agamennon kızını tanrılara kurban etmiştir. Klütaimestra galiplerin hubristik davranışlarından çekindiğini ‘boğazlanmışların kanının uyanması’ ve ‘yeni cinayeti’ söyleyerek sevinci yeniden endişeye çevirir. ‘Kötülüğü gizli kalmaz insanın’, ‘aklıma karanlık düşünceler üşüşüp duruyor’, ‘bir ses, kaygıyla kemirir içimi’.

Zenginlikle fakirliğin karşılaştırılmasında, zenginlik hybrisle, fakirlik ise Tanrıça Dike’yle anılır. Dike zengine bakmaz.

Aşk üçgenleri kaygı vericidir; (Agamemnon-Kassandra- Klütaimestra ), (Agamemnon- Klütaimestra-Aigisthos), (Agamemnon- Klütaimestra-Helena)

Primaos’un küçük kızı, Agamennonun Troya’dan getirdiği kölesi Kassandra kehanetlerde bulunur. Geleceğin olduğu kadar söylenendeki geçmişi hatırlatır; ‘Kana bulanmış ev’, ‘öldürülmüş çocukların Thyestes tarafından yenmesi’, Errünnilerin eve musallat olması. Kassandra aynı zamanda olayların sonuçlarını da görmektedir; Klütaimestra kızının, aşığı Aigisthus da (Thyestes’in sağ kalan tek oğlu) babasının intikamını almak istemektedir.

Kassandra karakteri sayesinde Aiskhylos, Agamemnon’un öldürülüşünü olaydan önce anlatabilmektedir. Orestes’in bir gün geleceğini ve intikam alacağını ima eder.

Üçlemede Aigisthos cinayette aktif bir rol alır ancak, bu erkek egemen toplumda Klütaimestra’nın, oyunda Aigisthos’tan daha aktif olması dikkat çekicidir.

Koro krala karşı yapılan bu darbe girişimini Tiranlığın gelişi olarak tanımlar. Koro tiranlık yönetimine dair ipuçları verir. Köle kadınlar korosu, kendi durumlarıyla ilgili de konuşur.

‘Eden bulur’ yasası Zeus’a atfedilir.

Bu erkek egemen toplumda erkeğin de görev ve sorumlulukları vardır ve bunu, Orestes’in açılış konuşmasının içeriğinden anlarız.

(a) Sosyal ve politik durumu: (Polis’ten) Sürgün olma ölümle eşdeğerdir, felaket getiren bir olgudur. Sürgünler, vatandaşlık ve her türlü siyasal haklardan mahrum bırakılır.

(b) Ailevi sorumluluklar: Ataların mezarlarını korumak ve dönemsel olarak mezara ölüler için yapılmış hediyeler sunmak önemli bir zorunluluktur.

(c) Ailevi sorumluluklarla politik statünün kesişmesi: Atina’da resmi vazifeler için adaylara şu soru sorulur: ‘bir aile mezarlığın var mı ve varsa nerede?’ İyi durumdaki vatandaşlardan ailevi zorunluluklarını yerine getirmesi beklenir.

Bu düşüncelerden hareketle Orestes, Agamemnon’un mirasçısı, vatandaş ve ailesinin başı olarak haklarını geri almaya gelmiştir.

Koronun önerisiyle, Elektra Orestes’in dönmesi ve Agamemnon’un katillerinden intikam alınması için dua ederek sunularını döker. Elektra doğrudan Orestes’in annesini öldürmesinden söz etmez. İntikam alacak kişi olarak herhangi birinden söz edermiş gibi yapar. Ve bundan, duaya uğursuz sözler karıştırdığı gerekçesiyle rahatsız olur. Elektra’nın sophron kadın olma isteğini annesiyle kendini kıyaslamasıyla yapar; ‘Anneme benzemeyeyim, ondan daha akıllı, ölçülü ve bilge (sophronos) olayım.’ Elektra’nın bir sophron kadın olarak Klütaimestra’dan farkı vurgulanır; Klütaimestra entrika düzenlemiş ve şiddet kullanmıştır.

Orestes açık bir şekilde anasını öldürmek için Apollon’da ‘emir’ hatta ‘tehdit’ almıştır. Eğer vazifeyi gerçekleştirmezse onu kötü sonuçlar beklemektedir. Ancak diğer tarafta annenin öldürülmesi korkunç bir şeydir. Orestes’in bu eylemi gerçekleştirmek için ‘onaya’ ve güce (yumuşamamaya) ihtiyacı vardır. Orestes durumunu-gerekçelerini- yeniden gözden geçirir, kehanetin doğruluğuna inanmamaktadır, ancak yine de boyun eğmiştir. Çünkü bu Tanrının isteğidir, babasının haince öldürüldüğü gerçeği vardır, onun mezarına sahip çıkamama durumunu yaşamaktadır, hak ettiği iktidardan uzaktır, fakirlik, yaşar, hukuken sahibi olduğu kent bir zorba tarafından ‘iki kadın tarafından’ yönetilmektedir. Aigisthos bir korkaktır. Kendisinin ondan daha cesur olduğunu göstermesi gerekmektedir.

Orestes’in planında Elektra’nın rolüne dikkat: Orestes Elektra’yı saraya gönderir (556) onun rolü yalnızca sır tutmaktır. Orestes Aigisthos’un öldürülmesine odaklanır çünkü o, bir erkektir (ve silahlıdır) onun öldürülmesi daha zordur.

Koro kadınlara özgü şiddet örnekleri verir; Althaia oğlu Melegaer’i, Skyla babası Nisos’u, Lemni Adasının kadınları da kocalarını öldürmüştür. Bunlar Klütaimestra’nın Agamemnon’u öldürmesini anıştırmaktadır. Aile içi cinayetlerin etkileme gücü daha yüksektir. Kadınların şiddete bulaşması diğer taraftan normal toplumsal rollerin de bozulması anlamına gelir. Elektra’nın bu şiddet eylemine karıştırılmaması bu düşünceden kaynaklanmaktadır.

Değişen hukuk anlayışı vurgulanır; ‘Akıllılar (sophronos) ele alsın yönetimi yine’, ‘eskiden akıtılmış kanları yeni bir hukukla yıkayın’, ‘ölüler yaşayanları öldürüyor’, ‘Kanunsuzları Zeus bile korur’.

Erünniler kendilerinin yaşlı (eski) olduğunu ve Apollon’un küstah bir delikanlı (yeni) olduğunu vurgular, bütün olup bitenlerden Apollon’u suçlu sayarlar. Erinnüler ‘Ana-katilinin peşinde’ olduklarını söyler. Apollon, ‘Kocasını öldüren kadına ne demeli?’ dite sorar. Korobaşı, ‘ O kan bağına ihanet etmedi ki’ diye yanıtlar. Apollon’un ilk argümanı ortaya konur. Erinnüler evlilik bağına değer vermemektedirler. Ayrıca, evlilikte edilen sözlere bağlılık, Dike’nin gözetimi altındadır. Dolayısıyla Dike Apollon’un tarafını tutacaktır.

‘Belli değil ne istediğin senin/ Bir celalleniyorsun bir cinayete, bir diğerindeyse suçlu bile görmüyorsun’ diyerek Areopagos mahkemesinin bozuk yargı sistemine bir gönderme yapar.

Delfoi’den Atina’ya mekan değişimi Atinalı seyirciler için de ayrıca bir önem taşır; Yunan tragedyasının Atina-merkezci yanını gösterir. Orestes’in bir kaçak olarak güvenle sığınacağı bir kenttir Atina.

Orestes Atina’ya geldiğinde arınmış mıdır yoksa hala cinayetin kirliliğini mi taşır?

Orestes’in ve Apollon’un iddiaları arındığı yönündedir. Buna karşın Phytia Orestes’in elinde kan izlerini görmüştür. Ayrıca Erünniler onu kan kokusu sayesinde takip ederler ve arınmayı kabul etmezler. Athena arınmayı kabul ederse de Erinnüleri de bir yana atamaz. Bu yüzden bir mahkeme kurulmasına karar verir. Erinnüler mahkeme kurulmasını istemezler. M.Ö.458 yılında Areopagos Mahkemesinin ayrıcalıkları elinden alınarak, yetkiler yalnızca cinayet davalarına bakmakla sınırlandırılmasına gönderme yapılır. Eski düzenle yeni çatışır. Athena tam bir uzlaşmacı olarak işlev görür. Her iki tarafı da dinler. Erünnilerin haklarını tanır, onlara saygıyla yaklaşır. Diğer taraftan da Orestes’i dinler, onun arındığına inanır. Ancak, durum ‘herhangi bir ölümlünün bile çözemeyeceği kadar zordur’.

Erünniler ‘eski düzenin’ savunuculuğunu yaparlar; ‘yeni yasa her şeyi altüst’ edebilecektir, ‘Korku sofu (sophron) yapar insanı’, ‘Bilgeliğe giden yol / Zorluktan geçer… Ne başıboşluktan ne de Kölelikten yana ol. Hep / Orta yolu bul, ki Tanrı kuvvet / İhsan etsin sana. Atasözü der ki: / Hayırsız düşüncenin çocuğudur / Günahlar (hubris) Ancak sağlıklı düşünceden / Bolluk ve refah çıkar.’

Oresteia’nın en önemli tartışmalarından biri de ‘Ana kimdir tartışması’ ve bu tartışmaya eril bakış açısıdır. Erünniler Klütaimestra savunusunda, ‘Öldürdüğü adamla kan bağı yoktu onun’ der. Orestes sorar; ‘Ben anamla aynı kandan mıyım?’. Apollon soruyu, ‘Ana dediğiniz kadın yapmaz çocuğu…’ diyerek erkek merkezli bakış açısının en ilkel yanıtını verir. Apollon Zeus’un sözcülüğünü yaptığını iddia eder, ‘Zeus baba hakkını üstün tutmaktadır’. Erünniler itiraz eder, ‘Zeus da kendi babasını zincire vurmuştur’. Apollon’a göre, zincire vurmak ile kan akıtmak arasında fark vardır. Kendisi de Zeus tarafından doğurulmuş Athena da Apollon gibi düşünmektedir ‘Çocuğu yapan babadır’. Oyunu Orestes’den yana kullanarak beraat etmesini sağlar.

Atölye, günümüz toplumlarında hala tartışılmakta olan ahlaki, hukuki, toplumsal sorunların, savaşı, şiddeti olumlayan görüşlerin, saptamaların kökenlerini 2.500 yıl öncesinde gördü. Bu da Oresteia’yı hala güncel ve evrensel kılan özellikler olarak değerlendirdi.

Şu sözler bugün de söylenmiyor mu? Bu sözlerin bugün de karşılığı yok mu?

‘Zorbalıkta beni alt edersen, buyur yönet!’

‘Dostun kalmadı artık, cinayeti cinayetle ödemek zorunda kalacaksın’,

‘Kanı kanla yıkamak…Bir kötülüğün bedelini kötülükle ödemekte yanlış olan ne?’ ‘Ne var ki, değişmez yasadır: Bir damla kan aktı mı yere, Başka kanlar fışkırır. Cinayet kana kan ister ardından. İntikam, önce öldürülenin yarattığı felakete yeni felaketler katar’

‘Çünkü savaşın hakemi olarak Tanrılarımız, hak hukuk gevezeliğine kulak asmadı’ ‘Adil bilinmek istiyorsunuz ama adil davranmak istemiyorsunuz’

‘Yargıçları toplarım ben de ve Tüm zamanlar için geçerli bir içtihat çıkartırım’

‘Nicedir susmak, tüm sıkıntıların en iyi ilacı oldu’

‘Sana diyorum ki, senin başını yargı değil, halkın lanetleri götürecek, taşlanarak gideceksin sen!’

 

18 Ocak – Antigone ve Kral Oidipus – Sophokles

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 18 Ocak Çarşamba akşamki oturumunda Özlem Güveli ve Yıldız Önen bize Sophokles’i (M.Ö.496-M.Ö.406) ve eserlerinden Antigone ve Kral Oidipus kitaplarını tanıttılar, daha sonra metinler Atölye katılımcılarının değerlendirilmesine açıldı.

 

Sophokles:

Yunan trajedi şairi Sophokles, Aisklyleos’tan sonraki en büyük tragedya şairidir. Sophokles’in eserlerinde insanlar alınyazılarına karşı sürekli mücadele ederler. Sophokles’in yaklaşık 130 oyunundan günümüze sadece 7’si ulaşmıştır. Sophokles’in yaşadığı dönemde Atina’da Perikles’in (MÖ.495-MÖ.429) hükümdarlığı sürmekteydi. Perikles Atina demokrasisinde görülen en demokratik yöneticidir. Atina o dönemde çok zenginleşti, Perikles tarafından yoğun bir imar faaliyeti başlatıldı. Ama imar için yapılan harcamalar çok eleştiri aldı. Perikles dönemini “sözde demokrasi dönemi” olarak eleştirenler oldu. Paranın toplumdaki önemi çok arttı, yeni bir tüccar sınıfı ortaya çıkmaya başladı. Sophokles bu geçişten korkan, bu değişimin ahlaki ve dini değerlere zarar vereceğini düşünen birisidir. Tiyatro eserlerinde hep bu değişimi onaylamadığını ve zararlarını işlemiştir.

Sophokles’in sanatçı kişiliği:

Tragedyaları Aiskhylos’a göre daha insancadır, güçlü kahramanlarının tanrılara karşı isaynını anlatmaktan hoşlanmaz. Asıl anlatmak istediği alınyazısının insan karakterinde nasıl belirdiğidir. Kahramanlarının işledikleri günahların sebebi olarak, tanrıların lanetinden çok, kendi fiillerini öne çıkarır. Dindardır, tanrıların mutlak kudretine inanır, tanrı yasalarını savunur. İktidarların şımarttığı hükümdarları eleştirir.

Sophokles tragedyada bir çığır açmıştır. Aile hayatına önem verir, aile ilişkilerini tragedyalarında ele alır. Her iki tarafın görüşlerini daha iyi belirtmesi için zıt karakterler canlandırır. Koro şarkıları antolojilere lirik şiir örneği olarak girmiştir. İnsanüstü değil insan kahramanları canlandırır, seyirciyi oyuna katar. Olağanüstü duygulara yer vermez. Seyirciyi gerçeklerle karşılaşmaya, düşünmeye ve bu şekilde duygulanmaya zorlar. Aiskhylos terbiyeci, Euripides filozof, Sophokles ise sadece sanatçıdır.

Sophokles tragedyada oyuncu sayısını artırmıştır, koroya daha az yer vermiştir. Eski Yunan söylencelerinde yer alan olayları konu almıştır. Kısa bir zaman biriminde birbirini izleyen hızlı olayların içinde yalnızlıktan ve bunalımdan kurtulamayan, karşı çıktıkları güçlerle uzlaşmayan, çatışmaktan ve acı çekmekten korkmayan kahramanlar yaratmıştır. Oyun içinde karakterleri, yaşamları iyice belirginleşen kahramanlar önceden bilinmeyen bir bilginin öğrenilmesi veya bir olayın gerçekleşmesi ile acı çekerek bilinçlenirler. Tragedya türüne önemli yenilikler getirdi, koroyu genişletti, tragedyaya üçüncü oyuncuyu kattı, insanların insanlarla çatışmasını işledi.

 

Antigone:

Antigone, Kreon’un (yani insanların) keyfi yasalarına karşı din ve insanlığın kurallarını öne sürerek karşı çıkan bir genç kızın hikâyesidir. Antigone’de Kral Kreon dediğim dedik, despot bir kişilik. İnsan yasalarını temsil eder. Antigone ise tanrı yasalarının üstünlüğünü savunan dik başlı bir kadındır. Sonunda Kreon başarısız olur, çünkü Sophokles tanrı yasalarının her zaman haklı olduğuna inanır. Oyunda trajik etki Kreon üzerinden gelişir. Kreon, kararından vazgeçtiği halde bile her şeyini kaybedebiliyor, yazarın büyüklüğü buradan geliyor. Seyirci sonunda “iyi ki bunları ben yaşamıyorum” diyor, oyundaki kahramanlara acıyor, başına bunlar gelmediği için de seviniyor.

Antigone’de para ile ilgili bölüm (sf.12):

İnsanlığa para kadar zarar vermiş başka bir icat yoktur dünyada. Para kentleri tutsak eder, yuvaları yıkar. Dürüst insanları baştan çıkararak utanca boğar, insanları kurnazlığa yönlendirerek her hareketlerinde saygısız olmayı öğretir. Ama para karşılığı bu işlere girişenler er ya da geç bedelini öderler.

 

Kral Oidipus:

Oyunun ana temasında kadere karşı gelmenin anlamsızlığı, kişi kaderinden kaçmaya çalışsa bile bunun olanaksız olduğu anlatılmaktadır. İnsanın zekâ ve iradesine karşı tanrı veya kader olarak tanımlanan insanüstü güçler karşısındaki güçsüzlüğünü bir söylence etrafında yeniden anlatır. Yan tema ise Oidipus’un bilmeyerek babasını öldürüp annesiyle evlenmesi ve ondan çocuklarının olması, merak ve öğrenme isteğiyle kaderini araştırıp gerçekleri öğrenmesi ve en sonunda yaşadığı iğrençliklerin bedelini ödemek için gözlerini kör edip sürgüne gitmesidir.

Oyunda verilmeye çalışılan mesaj; kişinin, kendine zarar verse bile adaletten vazgeçmemesi ve kaderinin getirdiklerine katlanmayı bilmesi gerektiğidir.

 

Katkılar:

Her iki kitapta da şiddet içeren ve kadınları aşağılayan pek çok cümle yer almaktadır.

Köleler insan olarak görülmez. Antigone “köle değil, abim” der.

Kitaplarda geçen tanrı yasalarını, keyfi yasalara karşı evrensel yasalar olarak da ele alabiliriz.

Kral Kreon’un oğlu Haimon “barışçı” bir karakter, Sophokles’in ona söylettiği sözler bugün için de çok değerli tespitler: “Hiçbir ülke hiç kimsenin malı değildir”.

Antigone, sevginin önemine vurgu yapıyor: “Nefret için değil sevmek için yaratıldım”.

 

Şiddet içeren cümleler:

Sayfa 26 – Kreon: Her şey feda edilmeli babanın bir buyruğu ile…Şu kızı bir düşmanınmış gibi koparıp at yüreğinden…

Sayfa 31 – Kreon: (Antigone’yi) canlı canlı derin bir mağaraya kapatacağım…Bundan böyle evi olacak orası, yapayalnız kalsın, ister yaşasın, ister ölsün…

Sayfa 10 – Oidipus: emirlerimi dinlemeyenleri dilerim tanrılar topraklarından mahsul almaktan evlat sahibi olmaktan mahrum bıraksın, bizden daha korkunç belalara uğratsınlar!

Sayfa 17 – theiresias: emirler vererek tehditler savurarak Laiousun kanınan giren adamı arıyorsun…

Sayfa 23– Oidipus Kreon’a: hayır sürülmeni değil ölmeni istiyorum.

Sayfa 44 – Oidipus çobana: güzellikle olmazsa zorla cevap verirsin

 

Kadınlarla ilgili aşağılayıcı cümleler:

Sayfa 21 – Kreon: Bir kadına teslim olmamalıyız… Bir kadına yenildi diyeceklerine yüz kez bir erkeğe yenilmeyi tercih ederim…

Sayfa 27 – Kreon: Ben yaşadıkça kadınlar baş olamayacak ülkemde

Sayfa 10 – Oidipus: “aile ocağına, karısına sahibim…

Sayfa 41 – Oidipus: kadınlar kendilerini beğenmiş yaratıklar. Belirsiz bir soydan olduğuma üzülüyor herhalde.

Sayfa 54 – Oidipus: ne de olsa erkektirler nerede olsa yaşamanın yolunu bulurlar. Ama acınacak halde olan o talihsiz kızlarıma bak.

 

1 Şubat – Medeia – Euripides

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 1 Şubat Çarşamba akşamki oturumunda Günay Ertekin yazar Euripides’i (M.Ö.485-M.Ö.405) yaşadığı dönemin düşünce akımlarını ve Medeia kitabını tanıttıktan sonra, metni Atölye katılımcılarının değerlendirmelerine açtı.

Euripides’in yaşadığı yıllar Pers İmparatorluğu ile Yunanlılar arasındaki savaşın son bulması ile başlayan, Yunan uygarlığının en parlak olduğu döneme rastlar. Euripides’in doğduğu yıl başlayan, kardeş kavgası da denilebilecek Peloponnes Savaşı, Atina’nın yenilgisiyle sona erer. Kısa bir süre sonra Yunanlılar Makedonya İmparatorluğunun hegemonyası altına girer ve Helenistik Dönemi başlamış olur.

Yenilgiyle sonuçlansa da bu geçici yükselme dönemi Atina’nın kültüründe kalıcı etkiler bırakır. Sanat, edebiyat, bilim ve felsefe başta olmak üzere pek çok alanda büyük bir gelişme yaşanır. Bu gelişmelerin yaşanmasında, gücü doğru kullanan bir yöneticinin varlığı, Atina’yı M.Ö.461–431 tarihleri arasında yönetmiş olan Pericles’in rolü büyüktür. Demokratik nitelikte bir monarşi kuran Pericles Atina’ya altın çağını yaşatır.

Yaratılan özgür ortam, gelişen ekonomi ve kültüre cömertçe aktarılan kaynaklar, kısa

süre içerisinde pek çok disiplini, bilim, felsefe, din ve sanattı etkiler.

Eski kozmogonialardan (Yaradılış Teorilerinden) vazgeçerek tabiata yönelen ilk filozoflar, evrenin oluşumunu bir ‘ilk madde’ ile açıklayan ‘doğa filozofları’yla gerçek anlamda felsefi düşünceyi başlamış olur. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Diogenes, Herakleitos, Pythagoras bu filozofların en bilinenleridir. Ksenophanes, Parmenides, diyalektiği ve sofistiği kuran Zenon gibi filozoflarıyla Elea Okulu, Leukippos ve Demokritos gibi materyalist filozofların oluşturduğu ‘Atomculuk Okulu’ ve ‘hiçbir şeyin yoktan var olmadığını ve yok olmayacağını’ söyleyen Anaksagoras’ın Eklektizm Okulu, bu dönemin önemli felsefe okullarıdır. Dönemin dikkat çeken bir diğer felsefe ekolü de, ‘Her şeyin ölçüsü insandır’ diyen ve tanrının varlığı konusunda kuşkuları olan Protogoras’ın da bağlı olduğu, sofizm okuludur.

Dönemin en özel ismi, Euripides’i de etkilediği bilinen, ‘Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir,’ diyen Sokrates’tir. Düşünsel çeşitlilik bakımından oldukça zengin olan Yunan Dünyası, Platon metafiziğiyle varlık problemini tartışır. Euripides’ten sonra yaşamış olsa da Antik Yunan Altın Çağı’nın önemli dayanaklarından biri de mantık, metafizik, fizik ve biyoloji alanlarında çalışmalar yapan ve literatüre önemli eserler kazandıran Aristoteles olur. Tiyatro konusunda ilk sistemli düşünce ürünü olan Poetika adlı eseri ile dram sanatı için oldukça değerlidir.

Aristoteles’in ‘tüm ozanların en trajik olanı’ diye söz ettiği, şiir, resim ve felsefeye meraklı olan Euripides, zamanının çoğunu doğduğu Salamis’deki mağarasında çalışarak geçirir ve hayatı boyunca yalnızca tiyatro ile uğraşır. Sokrates ile de arkadaşlık ettiği tahmin edilen Euripides’in, yüze yakın oyun yazmasına karşın, oyunlarının sadece on dokuzu günümüze ulaşır. Düşünce ve davranışları belirlemede, insan aklının önemli bir yer kazandığı entelektüel bir ortamda, Euripides de zamanın ileri gelen düşünürleriyle dostluklar kurar, onlardan dersler alır. Özellikle bütün evrene düzen veren bir akıl olduğunu söyleyen Anaksagoras ve ‘İnsan her şeyin ölçüsüdür;’ diyen Pratogoras’ın öğrencisi olarak

Euripides de bu düşüncelerden, bir düşünce akımına bağlı olmadan etkilenir. Bu etki, oluşan ortamın, Euripides’e o zamana kadar var olan kalıplardan sıyrılıp, yine mitosları konu etmekle beraber, bu konuları sınırsız bir eleştirel bakışla irdeleme olanağı sağlaması bakımından önemlidir. Euripides’in karakterlerinde akıl ve mantığın ötesinde, insan doğası çok önemli bir yer tutar. O, insanı çok iyi anlamış bir yazardır. Özellikle de kadının oldukça karmaşık ve sürprizlerle dolu ruh derinliklerine inip, oradaki en derin gizleri açığa çıkarmayı başarmış, nörotik kişilikleri iyi anlayabilmiş, bu da, çok sevdiği patetik karakterleri işleme olanağını yaratmıştır.

Euripides gerçekçi bir yazardır. İdealize edilmiş insanlar ve yüce unsurlarla dolu tragedyaların yazıldığı Antik Yunan’da gerçekçi bir yazar olmak, bu günkü kadar doğal ve kolay olamaz. Bu nedenle Euripides, ‘Dawn of Realism’ (realizmin şafağı) olarak sıfatlanır. Euripides insanı, Sophokles’in yaptığı gibi idealize ederek, yani olması gerektiği gibi değil, iyi ve kötü taraflarıyla, olduğu gibi oyun kişisi haline getirir. Euripides’in insanüstü kahramanlar yerine gerçek insanı, olağanüstü ve ülkücü düşünceler yerine, olağan ve yararlı düşünceleri, aşırı duygulu tragedyalar yerine, düşünmeyi ön düzeye alan dramı seçmesi, ondan sonra birçok yazarı etkiler.

Euripides konularını mitoslardan seçse de kendi düşünce sistemine ve toplumsal sorunlara değinmeden geçmez. Kölelik-soyluluk, kadın-erkek, tanrı-insan gibi kavramlara yaklaşımındaki farklılığı ve belki de radikalliği, o zamanın alışılmış tragedya üslubuyla karşılaştırıldığında çok sıra dışı bir görüntü sergiler. Soylu olarak doğmaya ve sınıflı toplum yapısına karşı çıkar. Bu nedenle kölelere ve o zamana kadar oyunlarda başkişi olarak pek görülmeyen kadınlara, daha önce hiç olmadığı kadar çok söz hakkı tanır.

Euripides’in kişileri kendi yaşadığı dönemin insanlarıdır ve kendi dönemlerinin sorunlarını tartışır. Tragedyaya getirdiği diğer bir yenilik de koroyla ilgilidir. Oyunlarında koronun ağırlığı oldukça azalır, kişileştirme ön plana çıkar. Koro için çok güzel bölümler yazmış, bunları ana temayla bağlantılamış olsa da, dramatik akışa organik olarak bağlı olmayan arasözler niteliğinden öteye geçmez. Eserleri genellikle, koro ve oyuncuların etkileşim içinde oldukları oyunlar değil de, ana karakterlerin bölümlerinin odağını oluşturacak biçimde kurgular. ‘Aiskhylos’la koroyu sahneden kovan sonraki yazarlar arasında bir köprü olur.’ Ayrıca, oyunlarında günlük konuşma diline yakın olan sade bir dil kullanması da bir diğer özelliğidir. Aiskhylos ve Sophokles ile karşılaştırıldığında biraz daha yüzeysel kalsa da üslubu zarif, akıcı ve nettir. Özdeyişlere bolca yer verdiği eserleri, müzikalite bakımından yaşadığı dönemde büyük beğeni toplar.

Yaşadığı dönemde halk tarafından çok rağbet görmemiş, hatta büyük tepkiler almış olsa da, Euripides kendinden sonraki dönemleri derinden etkiler. Özellikle Roma dönemi yazarlarının hayranlığını kazanır ve tragedya onunla yeni bir yöne girmiş olur.

Euripides tiyatroya getirdiği pek çok yenilikle çağının çok ilerisinde bir oyun yazarı olur. Yarattığı çarpıcı karakterlerle iki bin yıldan uzun bir süre varlığını korumayı başarmıştır. İşte bu çarpıcı karakterlerden biri de Medeia’dır. ‘Medeia’ ilginç efsanesiyle Euripides’ten önce ve sonra pek çok sanatçıya ilham verir.

İlk kez M.Ö. 431’de oynanan Medeia, Antik Yunan tiyatro seyircisi için son derece yadırgatıcı bir oyundur. Eylemleri göz önüne alındığında, hele de Antik Yunan gibi kadının sosyal rolünün oldukça pasif olduğu bir toplumda Medeia pek sevimli, hoş görülecek bir karakter değildir. ‘Atina seyircisi Medeia’nın psikolojik gelişmesine alışkın değildi.’ Bu oyunundan dolayı Euripides büyük tepkilerle, özellikle kadın düşmanlığı suçlamasıyla karşı karşıya kalır. Euripides Medeia’yı yazarken mitolojiye tamamen bağlı kalmaz, eklemeler yapar.

Medeia karakteri, öncelikle, kadının kölelik durumunun reddi olarak nitelendirilir. Euripides’in Medeia’sının dramatik eylemi son derece haklı, akla yakın dayanaklara/retoriğe bağlı, ağabeyini öldürmesi bir erkeğin iktidarına karşı geldiği söylense de, cinayetin gerekçesinin evliliğin/aşkın bir özgürlük alanı olarak algılanışı olarak gösterilse de, daha sonra işlediği cinayetler de özgürlüğüne/aşkına kasteden her şeyi ortadan kaldırışının, kadının özgürlüğünü ketleyen unsurların işaretlenmesi olarak da alınabilse de, Atölye’mizce böyle algılanmamış, şiddet gösterisi olarak değerlendirilmiştir.

Medeia’nın çocuklarıyla birlikte sürgün edilme kararına isyanı, kocası İason tarafından cinsel bir kıskançlık olarak basitleştirilir. Medeia’nın kendisini ölümden kurtardığı için hak ettiklerini fazla görür, bir Asya’lı (barbar) olduğunu söyleyerek onu aşağılar, barbar kızı olarak damgalar, evleneceği yeni karısının babasının mensubu olduğu Yunan diyarını uygarlığıyla, yasalarıyla, adaletiyle över, yeni evliliğe çocuklarına daha iyi olanaklar sağlamak için adım attığını iddia eder. ‘Barbar’ Medeia İason’un ihanetini haklılaştırma/rasyonalize etme çabalarına isyan ederek eyleme geçer. Eyleme geçme kararlılığı Atölyemizce haklı bulunsa da eylemin şiddeti, Medeia’yı savaşçıl kılar.

Çok güçlü, sevgisini de nefretini de çok derinden yaşayan yapıya sahip bir karakter olan Medeia, hem çok fedakâr, hem de çok yıkıcı, sevdiği zaman her şeyini verebilir, ihanete uğradığı zaman çok acımasız olabilir. Zeki ve kurnaz bir kadın olarak, zaman zaman fevri çıkışları olsa da beklemeyi, sabretmeyi ve susmayı bilir. Yalancı olmasa da durum gerektirirse, düşündüğü ya da hissettiğinin aksi şekilde davranabilir. Gururludur, hak ettiğinden azına tenezzül etmez, kaderine boyun eğmez, haksızlığa uğradığında adaleti kendi sağlar, kendisine yapılan ne iyilik, ne de kötülük karşılıksız kalır. Canı acıtıldığında, hele buna hakaret de eklenince, intikamını mükemmelleştirecek her şeyi yapabilir. Zararı kazancından fazla olsa da, ona kötülük yapan, gururunu çiğneyen, gülünç duruma düşüren ve aşağılayan hiç kimseyi cezasız bırakmaz. Çocuklarını seven bir anne, sorumluluklarını bilen bir eştir. Kocası İason, kendi başına hayatta kalmayı bile beceremeyecek durumda olan, gücün yanında yer alan bir yapıdadır. Onun başarısı gibi gözüken aslında Medaia’nın gücünden ileri gelir. Gerektiğinde kendi kardeşini bile çekinmeden parçalayabilen, bir babayı (Pelias) kendi kızlarına öldürtebilecek kadar kurnaz olan bir kadındır Medeia. Üstün meziyetlere sahip olsa da kocası tarafından ‘barbar bir ülkeden’ olması nedeniyle aşağılanır.

Medeia’nın sütninesi Medeia’yı seven ve ona sadık olan bir kadındır. Medeia için üzülmekte ve gelişen olaylarda onu haklı bulmaktadır. Akıllı bir kadın olarak olayları analiz edebilmekte ve mantıklı öngörülerde bulunabilmektedir. Ama köledir ve olacakları tahmin etse de bazı şeyleri değiştirebilecek etkiye sahip değildir. Sütnine olanları bir türlü kabullenemez. Oysa Lâla, erkek merkezli Yunan Uygarlığını iyi tanımaktadır. Olanlara üzülse de yaşananları hayatın gerçekleri olarak algılar ve kabullenir.

Koro Medeia’yı sevmekte, başına gelenlerden dolayı üzülmekte ve ona acımaktadır. İason’u cezalandırmak isteyen Medeia’ya -aktif bir şekilde olmasa da- en azından susara yardım etmektedirler. Kadın olarak Medeia kadar güçlü değildirler ve kaderciliğe düşerler. Medeia’yı haklı bulsalar da tasarıları onları ürkütür, özellikle de çocukları öldürmek istemesine karşıdırlar ve onu fikrinden caydırmaya çalışırlar. Ama engellemek için bir girişimde bulunacak kadar etkin değildirler.

Başkişisi kadın, korosu kadın, yan karakterleri, Sütnine kadın olan bu metinde, savaş söylemleri ne yazık ki eksik değildir.

Kadınlar, kendi çaresizliklerinin, edilginliklerinin farkındadır; ‘Yaşayan ve düşünebilen bütün varlıklar içinde en acınacak halde olanı biz kadınlarız. Önce, açık arttırmaya girercesine kendi paramızla bir koca, bedenimize bir efendi satın alırız. Kötülük üstüne daha beter bir kötülüktür bu yaptığımız. Aldığımız adam iyi mi kötü mü tamamen şansa kalır. Boşanmak kadının kusuru gibi görünür, hayır diyemez hiç kocasına. Başka bir ortamda, farklı geleneklerle karşılaşan, erkeğine nasıl davranması gerektiğini babasının evinde öğrenmeyen kadın ise kahin olsa yeridir. Büyük zahmetlere katlanarak bunları başarır, Kocamıza evlilik bağlarının baskısını hissettirmezsek ne mutlu bize, başaramazsak ölsek evladır.’ Ama kendilerini aşağılamaktan da uzak kalmazlar; ‘Biz Kadınlar kararsız kalırken iyilikler hususunda, yaratıcı ustasıyız her türlü kötülüğün’, ‘Kadın her zaman korku içindedir, gücü yoktur savaşmaya, bakmaya bile dayanamaz silahlara. Ama evliliğinde ihanete uğradığını fark ederse, bulamazsın ondan vahşi kan dökücüyü’.

Sütnine de erkek merkezli genel değer yargısını kabul etmiştir; ‘Zaten doğrusu da budur, erkeğine karşı gelmemesi gerekir kadının.’

İason, karısı Medeia’yı, Asya’dan geldiği için ötekileştirerek aşağılar; ‘Beni kurtarmana rağmen çoktur benden aldıkların. İlk olarak, barbar bir ülkede değil, Yunan toprağında yaşıyorsun. Adaletin ne olduğunu öğrendin ve hayatını kaba güç değil adalet yönlendiriyor. Bilgeliğini tanıdı tüm Yunanlar, namın aldı yürüdü. Anılmazdı bile adın, bir ucunda yaşasaydın dünyanın’, ‘Bir barbarla evli kalmak yaşlandıkça yıpratacaktı saygınlığımı.’

İason, karısı Medeia’yı ve tüm kadınları, kadınlık durumunu, Yunan Uygarlığında (!) yaygın olarak görüldüğü biçimde, en ilkel, en ataerkil yorumla, çocuk sahibi olmaya indirger; ‘Öyle bir hale geldiniz ki siz kadınlar, cinsel hayatınız iyiyken havalara uçuyorsunuz mutluluktan, bozulunca da nefret ediyorsunuz bütün güzelliklerden. Başka bir şekilde çocuk sahibi olmalıydı insanlar, var olmamalıydı hiç kadın cinsi. Hiçbir kötülük kalmazdı dünyada o zaman’, ‘Kadınla değil, Tyrheneli Skylla’dan da vahşi dişi bir aslanla evlendim sanki. Ama insanlıktan öyle çıkmışsın ki, hiçbir hakaretim işlemiyor sana. Yıkıl gözümün önünden iğrenç canavar, lanetli evlat katili. Bana sadece kaderime ağlamak kaldı, yeni evliliğimi kutlamak, can verip yetiştirdiğim oğullarımın yanında olmak, onlarla konuşmak mümkün olmadığına göre’, ‘Dilerim seni de çocuklarımızın Erinys’i ve döktüğün kanın laneti öldürür.’

İntikam dürtüsü Medeia’nın ağzından şiddete çağrıdır; ‘Bütün tanrılardan daha çok saydığım, ocağımızın köşesine oturttuğum, destekçim Hekate adına yemin ediyorum. Kalbimi kıran hiç kimse cezasız kalmayacak. Acıklı ve acılı yapacağım düğünlerini. Ağır olacak evlenmelerinin, beni sürgüne yollamalarının bedeli’, ‘İyi biliyorum nasıl bir kötülük yapacağımı, ama öfkem aklımdan daha güçlü ve odur insanlara en büyük kötülükleri yaşatan.’ Koro uyarır; ‘Nasıl da merhametsiz bir öfke yönlendiriyor ruhunu cinayetten cinayete. Ölümler akraba kanı akıttıklarında toprağı kirletirler ve tanrılar ağır cezalar yağdırır suçluların ocağına. Ah!’

Kadınlar korosu, kadınların onurunu kurtarmak adına erkekleri ötekileştirir; ‘Yalandır erkeklerin yeminleri, kalmadı artık tanrılara inanç. Yeni yaklaşımlarla hayatım değişecek, şöhret kazanacağım. Onura kavuşacak kadın cinsi, çamur atamayacak kimse bundan böyle kadınlara.’

Göç etmek ya da sürgüne gönderilmenin insan ruhunda yok açtığı yıkımdan söz edilir; ‘Ah vatanım, ah yuvam Yazılmamış olsaydı keşke kaderimde yersiz yurtsuz sürünmek. Girmeseydim hiçbir yere varmayan engebeli yollara, tatmasaydım acısını kaderlerin en dayanılmazının. Ölüm alsın beni o günleri görmeden, ölüm söndürsün gözlerimin ferini. Bütün acılar içinde en ağırıdır baba toprağından yoksun yaşamanın acısı.’

Kalbine söz geçiremeyen, kalbi kırık bir kadının, toplumsal konumuna isyan eden kadının/kadınların dile geldiği bir esedir Medeia. Belki ‘Tanrılar ve kötü düşüncelerim düşürdü beni bu duruma’ ama ‘Vazgeç her güzellikte tatsızlık aramayı ve mutluyken hiç düşünme mutsuzluğu’ ve gel sözümüze; ‘Dostluğumu sevdiklerimden esirgemek istemem’, ‘Keşke bütün insanlar, eşitleriymiş gibi davranabilse birbirlerine’ çünkü aksi halde ‘Şimdi her yerde nefret hüküm sürüyor, sevilen her şey hastalıklı.’

 

15 Şubat – Lysistrata – Aristophanes

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 15 Şubat Çarşamba akşamki oturumunda Yalçın Akyıldız yazar Aristophanes’i (MÖ 450 ya da 446-MÖ 385 ya da 388) yaşadığı dönemi ve Lysistrata kitabını tanıttıktan sonra, metni Atölye katılımcılarının değerlendirmelerine açtı.

Aristophanes’in yaşadığı, eserlerini verdiği yıllar, Atina’nın emperyalist emeller taşıdığı, dönemi için dünya savaşı sayılabilecek, Peloponnes Savaşı (431-404) yıllarıdır.

Atina’nın Yunanistan topraklarında, içerde ve dışarıda egemenliğini kurduktan sonra, Yunan Dünyasını kendi yönetimi altında birleştirmek ve tek bir devlet kurmak için çalışması, bölgede tam bir gerilim yaratmış ve demokrasiyle yönetilen Atina ile oligarşiyle yönetilen Sparta arasında kıyasıya bir güç mücadelesine dönüşmüştü. Bu gerilim 30 yıl süren Peloponnes Savaşlarını doğurur. Bölgedeki şehir devletler, Atina ya da Sparta’yı desteklemek için bölünürler. Atinalıların sonunu hazırlayan savaşlar Sicilya seferleriyle başlar. Atinalıların Sicilya’ya seferler düzenlemesini fırsat bilen Spartalılar Argos’a saldırılar düzenler. Savaşın ilk zamanlarında Atinalılar kazanır gibi olmuşlarsa da savaşların on yedinci senesinde Atinalılar yenilir. 18. Yılın sonrasında da Spartalılar Attika’ya saldırarak Atinalıları iki ayrı savaşı sürdürmek zorunda bırakarak, hem ekonomik hem de siyasi alanda zayıflamalarına sebep olur. Savaşın galibi Sparta’dır. Atina savaş sonucunda daha despotik bir yönetime geçer ve Spartalılar yönetimde söz sahibi olurlar.

Bu dönemlerde, yeni bir tür olarak ortaya çıkan komedya dinsel törenlerden, özellikle de erginleşme törenlerinden esinlenmiştir. Mevsimsel döngünün ölüp dirilme motifini esas alan bu törenler, erginlenecek insanların çocuk olarak öldüğü̈ ve ergin olarak dirildiği düşüncesini yansıtır. Üç bölümden oluşur; pompe, tören alayının şehirden çıkışını, agon bir yarışma, bir acıya dayanıklılık gösterisi ya da bilmece sorma gibi şekillerde ortaya çıkabilecek sınamayı, kômos ise erginliğe erişenlerin muzaffer bir alay şeklinde şehre dönüşlerini temsil eder. Müzik eşliğinde dans ederek, açık saçık sözleri olan şarkılar söyleyerek, seyirciler arasındaki kişilere ya da Atina’nın ünlü kişilerine alaycı bir yaklaşımla söz dokundurarak, maskaralık yaparak yol boyunca ilerleyen coşkulu ‘komos’ koroları, M.Ö. 501 yılında Dionisos Şenlikleri’nin yasal bir parçası olur. Komoidia sözcüğü ‘kômos şarkısı’demektir ve törenin bu aşamasında söylenen şarkı ya da anlatılan hikâyeyi tanımlar.

Savaş Dönemi yazarı olarak konumlandırılan Aristophanes’den günümüze gelmiş on bir yapıtla Eski Komedya türünü yansıttığı söylenir. Eski Komedya Atina’nın Altın Çağı’nın (M.Ö. 480—430) ürünüdür. Ardından gelen ve yine Atina’da doğmuş olan Yeni Komedya ise günümüz tiyatrosunun öncüsü̈ kabul edilir.

Atina, Peleponnes Savaşları’nda kesin olarak yenilgiye uğrayıp toplumsal, politik, ekonomik açıdan yoğun bir kargaşanın yaşandığı karanlık bir döneme girince, Altın Çağ’da yaşanmış olan ‘demokrasi’ den de söz edilemez olur. Eski Komedya bu dönemle birlikte birçok özelliğini yitirir; düşünce ve söz özgünlüğünün yitirilmesiyle ‘toplumsal eleştiri’ve ‘taşlama’ ortadan kalkar, ekonomik sıkıntı nedeniyle, büyük parasal yatırım gerektiren korolar küçülür, oyun yazarı için bir ‘serbest kürsü’ olan ‘Parabasis’ bölümü işlevini ve varlığını yitirir, politik ve ekonomik zorluklar içinde Dionisos’un esinlediği yaşama sevinci yok olduğundan, komedyanın, ‘ritüel’ kökeniyle olan bağları kopar, Atina’nın yaşamında artık Plato ve İsokrates’ten eğitim görmeye gelen varlıklı gençler, iş adamları gibi yabancıların da etkin olmasıyla seyirci profili değişir, seyirci-koro-oyuncu-yazar bütününün ‘ortak bilinci’ yok olur.

Aristofanes, Atina’nın parlak devri bittikten sonra, Atina’nın 17 mil güney batısındaki küçük ama önemli bir ticaret merkezi olan Aegina’da doğar. Aristokrasiye eğimli, büyük toprak sahibi, zengin bir aileden gelir. Tragedya yazarlarından en çok Aiskhylos’u ve Sofokles’i sever, Euripides’i yerden yere vurur. Aristofanes geleneklere bağlı ve her yeniliğe tepki gösteren bir yazardır. Düşüncelerinde tutucuydu. Edebiyatta ve sanatta yapılan yenilikleri pek beğenmezdi. O nedenle her yönüyle yeni olan Euripides’ibeğenmez ve komedyalarında onunla alay eder. Yazar, Sophistlere ve doğal olarak Sokrates’e de, gözünde tehlikeli ihtilalciler, gelenekleri yıkan, töreleri saymayan düşünürler olmaları nedeniyle karşıdır.

Aristofanes, Pelepones Savaşı dönemi Atina’sını tüm yönleriyle dile getirir. Yaklaşık elli yıl süren Altın Çağ boyunca elde ettiği değerleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya gelen Atina’yı anlatır. Demokrasi yozlaşmaya başlamış, yönetim ‘demagog’ların eline geçmiş, savaş, güvensizlik ve yoksulluk getirmiştir. Aristofanes, bir yurtseverdir; Atina’nın Altın Çağı’na dönebilmesi için, dolaylı ya da dolaysız olarak tüm oyunlarında, Atina’yı ‘kurtarma’ kaygısını dile getirir. Eğitim gibi, hukuk gibi, kamu yaşamını doğrudan doğruya ilgilendiren konuları sürekli olarak irdeler. Bu nedenle de yapıtları ‘düşünce ve tartışma güldürüsü’ özelliği taşır. Aristofanes’in oyunlarında, toplumsal taşlama yanında bireysel taşlama ve yergi de ağırlıklı olarak yer alır.

Öncesinde birbirinden bağımsız parodiler şeklinde meydana gelen komedya Aristofanes’le birlikte tek bir hikâyenin çevresinde dönen sanatsal bir yapıya bürünür. Bayağı farslar yerine oyunlarına bir kurgu çatısı getirerek onlara edebi bir eser niteliği kazandırır. Böylelikle kaba saba sözler ve kişisel taşlamalardan öteye gitmiş, komedya metnine sanatsal bir değer kazandırmış olur. Aristoteles de Poetika’da başta dramatik bir tür olarak sanatsal değeri olmayan komedyaya Aristofanes’in bir öykü, çatı ve nitelik kazandırdığını belirtir. Onun komedileri anlamak için dönemin Atina yaşamındaki gündelik olayları ve dili bilmek gerekir. Sık sık yöresel şivelere oyunlarında yer verir, kelime oyunları yapar. Çevirilerde yansıtılması oldukça güç olan kelime oyunları, komedyalarında önemli bir yer tutar. Aristofanes yeni kelime üretimlerine açık olan Yunancanın olanaklarından sonuna dek faydalanır. Komedyalarında özel isimlerin hemen hepsi kendi komik buluşlarıdır.

Aristofanes’in yarattığı komiğe bugün de güleriz. Bu oyunlar o günün Atina’sında, herkesin her gün haşır neşir olduğu kişiler, konular ve tarihsel olayları anlatmaktadır. Atina’nın günlük yaşamı, özellikle orta kesim esnaf ve çiftçiler oyunlarına olanca canlılığıyla yansır. Çeviride yiten kelime oyunları bir yana, güncel kişi ve olaylara değinildiği, Atinalı olmayanların şive taklitlerinin yapıldığı, herkesin tanıdığı kişilerin taklit edildiği düşünüldüğü zaman, bizim aldığımız komedya zevkinin kat kat üstünün yaşandığını tahmin etmek zor değildir. Bu gündelik detayları kaçırıyor olsak da, eserlerinde insanın evrensel sorunlarını işlemesi, ele aldığı karakterlere bugün de aynı şekilde rastlıyor olmamız, olayları ele alış biçimi ve barışçıl bakış açısı onu bugün bile böyle değerli kılar. Bugün de Aristofanes’in o zaman karşı durduğu, isyan ettiği ne varsa geçerli olduğu için bu eserler değerlidir. Bu nedenle hala oynanır ve okunur.

Lysistrata orduları terhis eden anlamına gelir. Lysistrata’nın yazılışı ve sahnelenişi Atina’nın geçici ve pamuk ipliğine bağlı Nikias barış dönemine denk gelir. İdareciler gizlice savaşa hazırlanırken, demokrasi yerini yavaş yavaş oligarşiye bırakmaktadır. Fakat bu barışın geçici olduğunu bilen Aristofanes, bu oyunda da barışın savunuculuğunu yapar. Lysistrata’da yazar halkını bir kez daha barışa çağırır. Ama bu laf anlamayan halka bu kez kadınlar üzerinden derdini anlatmaya karar vermiştir. Oyun, Atinalı bir kadın olan Lysistrata’nın Atina, Sparta ve diğer bölgelerden kadınları toplayıp onları barışı getirmek için cinsel greve davet etmesiyle açılır. Lysistrata koronun ikiye ayrılması ve karşıt karakterleri oynaması bakımından farklı bir komedyadır.

Kadınların direnişi, bugün de olduğu gibi, hep bir düşmana yüklenir; Sparta’lıların bir tezgâhı olarak görme eğilimi ortaya çıkar; ‘Allahın belası kadınları kışkırtmışlardır’. Atina’nın rüşvetçi yöneticisi adıyla sanıyla eleştirilir; ‘Peisandros ancak parayla doyar.’ Uzlaşma ve diplomasi kültürü, kadınların günlük hayatlarından, yün eğirme eğretilemesi kullanılarak anlatılır. Barış söylemi yaygındır ancak üslup yine de erkek dilinde ve savaş söylemiyle, araç ve gereçleri kullanılarak yapılır; ‘Barış söz konusu olduğuna göre, yemin kalkan üstüne olmaz.’

Kadınlar için kullanılan betimlemeler aşağılayıcıdır; ‘Azgın hayvan… Canavar yaratık… Aşağılık yaratık… Utanmaz yaratık… Ayrıca zevk, konfor ve şehvet düşkünü.’ Kadınları yüceltmek için mi yoksa yurttaş bile olmayan kadınlara barışı kurtarma görevini vererek onlara inancını mı göstererek, anlaşılmaz bir dille uyarır; ‘Bari şu kadınlardan örnek alın!’ ‘Şu kadınlar bile sizden akıllı davranıyor, siz böyle yaparsanız ülkeyi yönetmek onlara bile kalabilir.’

Evet barış söz konusu olduğunda, yemin silah üzerine yapılamayacağı gibi, kadınları dışlayıp, onlar adına konuşarak da yapılmaz. Hele kadınlar, ‘Savaş, kadınların işidir!’ diyemez. O kadın, ‘parayı güvence altına almak istedik, sizleri savaşa kışkırtmasın diye,’ diyerek savaşın kökenini vurgulasa da barış hep birlikte söylenecek bir türkü olursa kalıcı olur. Çünkü ‘Burada parmaklığa değil…hayır, anlayışa ihtiyaç var!’

 

1 Mart – Sokrates’in Savunması – Platon

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 1 Mart Çarşamba akşamki oturumunda Görkem Yeltan Platon’u (MÖ 447 ya da 428 – MÖ 327), yaşadığı dönemi tanıtıp Sokrates’in Savunmasını irdeledikten sonra, metni Atölye katılımcılarının değerlendirmelerine açtı.

İslam dünyasının Eflatun adıyla tanıdığı Yunan filozofu Platon, Atina’da soyları bilinen bir ailenin çocuğu olarak doğar. Annesinin, küçük yaşta ölen babasının ardından evlendiği demokrat siyasetçi sayesinde, politikanın içinde büyür.

Günümüzde üniversitenin başlangıcı kabul edilen Atina Akademisi’nin kurucusudur. Hocası Sokrates ve öğrencisi Aristotales ile birlikte Antik Yunan’da bilim ve batı felsefesinin temellerini atan üçlü olarak bilinirler. Hocasıyla arasında kırk yaş fark vardır; tarihin en meşhur öğrenci ve öğretmen ilişkisini kurarlar. Sofistlerin halkın yerleşmiş değer yargılarına kuşkuyla baktığı, güzel konuşma sanatını geliştirerek her şeyi tartışmaya açtığı, Perikles’in ölümünün üzerinden yirmi yıl geçmesine karşın Altın Çağ’ın etkileri sürdüğü bir dönemde yaşar.

Toplumu, bireyselleşememiş insanı, toplumda zihnin özgürleşmesini engelleyen, insanı sınırlayan, zincire bağlayan dogmaları, çoğunluğun sorgulamadığı doğruları, bağnazlığı, sürü psikolojisini, aydınlığın ardındakini, zincirlerini kırıp çekecekleri acıyı göze alıp gerçeği arayanları anlatan mağara alegorisiyle bilinir. Bu alegoride, yer alan zincirlenmiş insanlar, ışığa yürüyenlerle Tanrı, onun yarattığı ve onu yansıtan dünya ve dünyayı yansıtmaya çalışan sanatçı anlatılır.

Gerçek bir ahlakçı olarak tanımlanır. Sokrates ve Platon’a göre felsefenin amacı insanın mutluluğu ve yetkin hayatın teminidir. Yetkin bir hayat ancak erdemli yaşamakla edinilebilir. Erdemin temeli bilgi, özü idealar kavramı, gerekçesi evrene doğum, güvencesi ölümsüzlük, hayati sığınağı, devlettir.

Eserlerini, genellikle Sokrates ile olan diyaloglar biçiminde yazar. Sokrates, bu diyaloglarda, sorular sorarak insanların görüşlerini tartışır ve bu görüşlerdeki tutarsızlıkları ortaya koyar. Platon kendi görüşlerini de çoğunlukla Sokrates’in ağzından açıklar.

İlk doğa filozofları doğada mutlak ve değişmez olanı ararken Platon hem doğada hem de ahlak ve toplum hayatında mutlak ve değişmez olanın peşinde koşar. Bu gençlik döneminde, Sokrates’in yoğun etkisi altında olduğu dönemdir. Geçiş dönemi çalışmalarında sofistlerin hazza dayalı tezlerini tartışmaya açarken olgunluk döneminde idealar kuramı anlayışına ulaşır.

İdealar dünyasından gelerek, insani beden ile birleşen ölümsüz ruhun amacı asıl yurduna tekrar kavuşmaktır, yeryüzü idealar dünyasına benzer. ‘İyi ve güzel kavramları, insanoğlunun doğuştan sahip olduğu özelliklerdir,’der.

Sevgi, güzele yönelmektedir. Güzel, idealar dünyasındaki gerçekliğin hatırlanmasıyla sevgiyi yaratmaktadır. Sevgi, bütün ölümlülerde rastlanan bir ölümsüzlük çabasıdır ve en basit haliyle, bütün insanlarda, kendilerini yaşatacağına inandıkları bir nesil yetiştirme iç güdüsü olarak görülür. Kimlerinde, ideaları tamamıyla hatırlama yetisine, (aklına) sahip seçkin kişilerde sevgi kavramı, güzelliklere ulaşmak tutkusu biçiminde kendini gösterir. Bu arzuyu gerçekleştirebilecek bilgilerin eksikliğini hisseden seçkinler, bilgisizlikten kurtulmak için, sevgiyi dünyaya çocuk getirmekle sınırlamaz, idealara ulaşarak erdemli işler yapmak ve yeryüzünde devamlı bir isim, ebedî bir şeref bırakmak çabası ve aşkı içinde olurlar.

Platon’un, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunup, insan ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına ulaşacağını söylemesiyle İslam ve Hıristiyan felsefesinde derin etkiler bırakır. Görüşleri ortaçağda İslam filozofları tarafından korunur ve İslam düşünce dünyasındaki Yeni Eflatunculuk akımına neden olur. Rönesans sonrasında Batı Avrupa’da Antik Yunancadan çevirileri yapılır.

Sokrates (MÖ 469 – MÖ 399) ahlak felsefesinin kurucusu olarak bilinir. Yaşamının en önemli olaylarından biri MÖ 399 yılında, ‘şehrin tanrılarına inanmaktansa yerlerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle’ suçlandığı ve sonunda ölüme mahkûm olduğu davadır. Platon tarafından kaleme alınan Sokrates’in Savunması, onun felsefi yaklaşımına uygun sürdürdüğü yaşamını, düşüncelerini sergiler.

Sokrates bir şey bilmediğini bildiğini sanan insanlarla, gerçek bilginin tek sahibi olan tanrılar arasında aracı durumundadır. Buradan filozof kelimesi doğar. Filozof, Yunanca philei ve sophia kelimelerinin yan yana gelen önce ‘bilgi ve bilgelik dostu’ sonra da ‘bilgiye can veren, onu sorgulayan’ anlamına gelen kelime türer; ön koşul bilgisizliğin bilincinde olmaktır.

Sokrates öldükten sonra ‘Sokratik Diyaloglar’ edebiyatı ortaya çıkar. Platon’un Diyaloglar’ı ilk sırayı alır; Sokrates’in Savunması Kriton, Phaidon, Şölen (Symposion), Theaitetos, Timaeos, Lakhes, Euthyphron,. Ardından Ksenophon Apomnemoneumata’yı Aristophanes Bulutları yazar.

Atölye, Sokrates’in Savunması özelinde, seçkinci bir bakış açısı olarak görüldüyse de, felsefe dilini genel olarak barışçıl buldu. ‘ Hiçbir şey bilmedikleri halde, biliyormuş gibi davrandıkları gerçeğini dile getirmek istemiyorlar sanırım. Alıngan, saldırgan ve çok sayıda olduklarından ve ısrarla ikna edici şekilde aleyhime konuştuklarından, eskiden olduğu gibi bugünlerde de kulaklarınızı ağır iftiralarla dolduruyorlar2, ‘Erdemi paranın getirmediğini, tam aksine, parayı ve kamusal ya da kişisel bütün nimetleri erdemin getirdiğini biliyorum’, ‘Doğru konuştuğuma dair yeterince inandırıcı bir şahidim var sanırım, o da yoksulluğum!’

Bir savaş söylemi olarak intikam duygusu vardı, ‘Yoldan çıkardığım gençlerin kendileri değilse de akrabaları, yakınlarının benden kötülük gördüğünü hatırlayarak intikam almak istemeliydiler.’

Erkekler dünyası olan antik Yunan’ın bir eserinde, Savunma’da ilk kez kadınlar görüldü o da aşağılama nesnesi olarak, ‘Bana kalırsa böyleleri kente utanç getiriyor. Yabancılar bunlara bakarak…yüksek mevkilere ve ayrıcalıklı konumlara getirtilen Atinalıların, kadınlardan hiç farklı olmadıklarını söyleyebilirler.’

Barışçıl gibi gözüken ‘Mahkemelerde ve savaşta, ne ben ne de başkaları, ölümden sakınmak için her şeyi yapmayı göze almalıdır,’ cümlesine karşın, Sokrates yaşamı değil ölümü tercih eder çünkü mağrurdur; ‘Sokrates gibi bir bilgeyi ölüme mahkum ettiğiniz için suçlanacaksınız.’

‘İyi, doğru bir yaşamın kesin ölçütü ve amacıdır’. İyi, yaşamdadır, ölümden sakınmaktadır; sorarak, öğrenerek, bilerek. ‘Sınanmamış bir hayat, yaşamaya değer değildir.’ Ve doğru bildiğini konuşmada, susmamadadır. ‘Konuşmak için para almadım, para almadığım için de susmadım.’ İyi ve doğruyu, gördük, sorduk, öğrendik, bildik, konuştuk ve susmadık. Diyoruz ki; ‘İnsanları öldürerek, sizi doğru yaşamamakla suçlayacak birilerinin ortaya çıkmasını engelleyeceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz!’

 

15 Mart – Retorik – Aristotales

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 15 Mart Çarşamba akşamki oturumunda Evren Ergeç, Aristotales’in yaşamını (MÖ 384 – MÖ 322), günümüze dek süren etkilerini anlattıktan sonra, ders notları Retorik’i Atölye katılımcılarının değerlendirmelerine açtı.

Aristotales, Batı retorik düşüncesinin gelişimine en büyük katkıyı verenlerden biri, gerçekçiliğin babası, mantığın öncüsü kabul edilir. M.Ö. 367 yılında, henüz 17 yaşındayken Platon’un Atina’daki Akademia’sına gönderilir. 20 Yıl Platon ile birlikte felsefe diyaloglarında bulunur. Daha sonra, Büyük İskender’in hocalığını yapar. Çanakkale Behramkale’de bir Akademia, Atina’ya dönüşünde de Atina dışında da Lykeion’u kurar.

Aristoteles’e göre insan, sosyal-siyasal bir varlıktır. Akla sahip olma ve yaşamını akla göre yönlendirme, insanı diğer canlılardan ayırt edici özelliktir. Politika’da ‘Doğa, bütün hayvanlar arasında yalnız ona dile ve anlamlı konuşma yetisi vermiştir’ diyerek bu ayrıcalığa konuşma yetisini ekler. ‘İnsan nasıl tam gelişme durumuna ulaştığı zaman hayvanların en iyisiyse, yasa ve kurallardan ayrılınca da en kötüsü olur….Doğal bir topluluk biçimi olan devletin amacı iyi yaşamı sağlamaktır,’ der. Aristoteles için iyi yaşam, amacı erdem olan yaşamdır ve iyi yaşamı gerçekleştirdiğini söylediği ‘polis’ de hedefi erdem olan bir topluluktur. ‘… Politik etkinlikte insan kendi mükemmelliğine ulaşacaktır. En yüksek toplumsa erdem durumundaki adalet uyarınca eyleyendir. Bu durumda insan etkinliğinin yol gösterici erdemi adalet olacaktır,’ diyerek adalet kavramını, erdemler hiyerarşisinin en üstüne koyar ve politika ile etiği birbiriyle bağıntıya sokar. ‘Daha iyi bir hayat tarzı onuru amaçlar; bu, politik hayatın hedefidir.’

Aristoteles, Platon gibi, felsefenin gerçekleştiği, yani filozofların kral ya da kralların filozof olduğu bir yaşamı iyi yaşam olarak nitelendirmek yerine, her türlü kural dışılıklarıyla birlikte insansal bir yaşamı iyi bir yaşam olarak görür, insanı herhangi bir aşkınlığa başvurmadan, sosyal, politik ve doğal bir varlık olarak ele alır. ‘Toplum bireyden önce gelir. Çünkü konuşmanın/tartışmanın/sözlü iletişimin olmadığı bir toplumda tekil varlık olarak birey, insan değildir. Ve bir toplumun parçası olmak isteyen, ona katılma arzusundan vazgeçen biri ya bir canavardır/hayvandır veya tanrıdır; ama asla insan değil.’

Aristoteles, felsefeci/öğretmen yaşamının ilk yıllarında, Platon gibi Sofistlere karşı bir duruş sergiler. Atina’da önceleri öğrenci, sonradan öğretmen olarak, retorik sanatına ilgi duyar. Başlarda, Platon’un da etkisiyle bir retorik eleştirmenidir. Daha sonra sanat bölümüne daha fazla ilgi göstermeye başlar, retoriği bilim anlayışı çerçevesinde inceler.

550’Den fazla kitap ve 6.000 sayfadan fazla çalışması olmasına karşın, bunların yalnızca üçte biri günümüze ulaşır. Bu çalışmalarından en önemlisiyse, M.Ö.330’da yazdığı söylenen Retorik kabul edilir. Eserde bazı tutarsızlıklar, üslup değişikliği gözlenmesinin nedeni eserlerinin günümüze ulaşırken karşılaştığı zorluklar olarak görülür. Eserin bazı bölümlerinin öğrencileri tarafından yazıldığı, bazı bölümlerinin da kayıp olduğu belirtilmektedir.

Aristotales’in M.Ö.322 de ölmesinden sonra, düşüncesi, Lykeion’un yöneticiliğini sürdüren öğrencileri tarafından yaşatılır. LYkeion’un kitaplığının kaybolmasıyla okul etkisini kaybetse de Aristotelesçi okula dahil edilebilecek düşünür ve bilim insanları yaşamaya devam eder. Elyazmalarının elden ele dolaşmasıyla düşünce yayılır. Elyazmaları, M.Ö.1.yüzyılda, M.Ö.84 yıllarında farklı ellerde, edite edilerek, dilbilgisi düzeltilerek yeniden gün ışığına çıkar ancak bir bölüm diyaloglar kaybolmuştur. Bu Roma döneminde ilk Aristotelesçi uyanışa yol açar.

İkinci Aristotalesçi uyanış, M.S.9. ve 11.yüzyıllarda, Süryani, İslam, Musevi ve Bizans dünyasında ayrı ayrı yaşanan karanlık bir çağ sonrası yaşanır. Çevirileri yapılır, aktarım ve yorumları yanı sıra bugün elimize ulaşacak olan yeni el yazmalarına dönüşür.

M.S. 11. Ve 13. Yüzyıllarda, Aristotales’in külliyatının neredeyse tamamı ve yorumcuları Latinceye çevrilir. Bu çeviriler doğa bilimlerini yakından etkilerken tanrıbilimde büyük tartışmalara yol açar. 1270 yılından itibaren yasaklamalar başlar. M.S.16. ve 17. Yüzyıllarda Avrupa’da Aristotalesçilik farklı biçimlerde ortaya çıkmakla birlikte, dogmatik Aristotalesçiliğe ağır eleştiriler yöneltilir. Ortaçağın sonuyla Avrupa’da yeniden filizlenme gücünü yitirse de Osmanlı’da yapılan çevirilerle yeniden serpiliyor. 19.Yüzyılda ise Alman felsefesinde, felsefeyle bilim arasındaki ilişkilerde, Aristotales’e yeniden dönüş başlar. 20 Yüzyılda, gelişimci ve genetik okuma, pratik felsefe, analitik felsefe, çokanlamlılık çözümlemeleri gibi alanlarda potansiyeller görülür ve yeniden yaşam bulur. Aristotales mültidisiplinerci. Bilim dallarının ayrıştırılması düşüncesi nedeniyle çağımızda da etkileri sürmektedir.

Antik Yunan toplumu hem siyaset etkinliğini hem de mahkeme tartışmalarını seven, düşünsel (theoria) merakı yüksek bir toplumdur. Bu durumda retorik önemli bir sanat olarak ortaya çıkar. Aristoteles eserinde, konuşmanın/hitabetin bir sanat(ustalık) olarak özelliklerini vurgular. Konuşma sanatının, kararlar vermeyi etkilemek için var olduğunu düşünür.

Aristoteles’in üç kitaptan oluşan Retorik eserinin birinci kitabında retorik tanımı yapılar, üç çeşit retorikten bahseder, ikinci kitabında karakter ve duygudan türeyen retorik kanıtlar tartışılır, üçüncü kitabında ise biçem ve düzenleme konularına yer verilir.

Aristoteles, Retorik eserinin ilk kitabında retoriğin faydalarıyla ilgili dört nedenden söz eder; gerçek olan şeylerle doğru olan şeylerin karşıtlarına üstün gelecek doğal bir eğilime sahip olacakları için, yararlı olmasından, en temel bilgiye sahip olmak bile, bazı dinleyiciler önünde, söylediğimiz şeylere inanılmasını kolaylaştırmayacağından, inandırma ve kanıtlama tarzı olarak kullanılabileceğinden, yansız karşıt sonuçlar çıkaran iki sanatın diyalektik ve retorik olduğundan, mantıklı konuşmanın kullanılmasıyla en iyi yararın sağlayabileceğinden. Böylece Retoriğin belirli bir tek konu sınıfına bağlı olmayıp, diyalektik kadar evrensel olduğu ortaya çıkar, yararlıdır, inandırıcıdır.

Aristoteles’e göre, bir konuşma üç unsurdan oluşur; konuşmacı (hatip), konu ve seslenilen kişi (dinleyici). Konuşmanın amacını ve hedefini dinleyici belirler. Dinleyici, ya geçmiş ya da geleceğe ait şeyler üzerinde bir karar verme durumunda olan bir yargıç ya da gözlemci olmalıdır. Meclisin bir üyesi gelecek olaylar üzerine, bir jüri üyesi geçmiş olaylar üzerine kararlar alır: oysa yalnızca hatibin ustalığı üzerine, şimdiki zamanda karar veren kişiler gözlemcilerdir.

Aristotales bu unsurların ardından üç tür retorik olduğundan bahseder; Politik (Müzakereci) Hitabet, Adli (Hukuki) Hitabet ve Törensel (Epideiktik) Hitabet. İkna Araçları ise, örnek, örtük tasım, sözde örtük tasım olarak belirlenir.

Aristoteles’e göre örtük tasım tüm retoriğin özüdür. Örtük tasım, az sayıda, çoğunlukla da normal tasımı meydana getirenlerden daha az sayıda önermeden oluşmalıdır. Çünkü eğer bu önermelerden herhangi biri bilinen bir olguysa, adını anmaya gerek yoktur; işiten bunu kendisi ekleyebilir. Retorik anlayışında konuşmacı ve dinleyicinin paylaştığı bir argüman ve düşünce inşasından söz etmek mümkündür. Örtük tasım da bu bağlamda ‘zihinlere yerleşmiş’ olması dolayısıyla hem konuşmacı hem de dinleyici üyelerinin ortaklığına işaret eder. İki tür örtük tasımdan bahseder; birbirine uygun önermelerin birleşmesiyle oluşan tanıtlayıcı örtük tasım ve birbirine uygun olmayan önermelerin birleşmesiyle oluşan çürütücü örtük tasım.

Uygulamalı felsefe çalışmalarına kaynaklık edebilecek Retorik, günlük yaşamda, çoğunlukla kişilerarası ilişkilerde ortaya çıkan sorunlara ışık tutabilecek, bu sorunların çözümüne yardımcı olabilecek bir felsefi yaklaşım ortaya koyar.

Aristoteles’in retorikte/konuşma sanatında istenen etkinin olabilmesi için iki noktaya önem verdiği görülür; konuşmacının kendi karakterinin doğru olarak görünmesiyle dinleyicilerine karşı dürüst duygular taşıdığının düşünülmesi ve dinleyicilerin de doğru bir düşünce tarzı içinde olmaları. Ona göre bir konuşmacıya güven duymayı sağlayan üç şey; sağduyu, iyi bir karakter ve iyi niyettir.

Aristoteles’in insan tutum ve davranışlarıyla ilgili çok sayıda duygulanımı ve karakter özelliğini ele aldığı, bunların yapı özelliklerinin belirtildiği Retorik’inin ikinci kitabı, dostluk-düşmanlık, sevgi-nefret, korku/korkmak- güven/güvenmek, utanç-utanmazlık, sevecenlik-zalimlik, acıma ve acımaya en doğrudan zıt bir duygu olarak hiddet, kıskançlık ve gıpta/imrenme gibi duygulanımlardan söz ederken, bir psikoloji kitabı niteliğine bürünür. Gençlerin karakter özelliklerini, yaşlıların karakter özelliklerini, olgunluk çağındaki insanların karakter özelliklerini, bazı etkenlerin (zenginlik, erk, baht açıklığı vb.) karakter üzerindeki etkilerini yine aynı yaklaşımla ele alır ve bunlarla ilgili önemli bilgiler ortaya koyar.

Atölyemiz, Retorik’i, sınıflı bir toplum, kadınlara ve vatandaş olmayan erkeklere kapalı demokrasi anlayışı olan Antik Yunan ışığı altında değerlendirdi. Felsefe dilini yine barışçıl buldu. Retorik sanatını, her ne kadar Aristotales ders notlarında ‘İnsanları yanlış olan şeylerle inandırmamamız gerekir,’ dese de, gerçeği arama, ahlaki misyon yüklenme özelliği olmayan, ikna etme sanatı olarak değerlendirdi. Socrates ve Platon’un Academia’sını daha statükocu, Aristotales’in Lykeion’unu daha özgür bir üniversiter eğitim olarak değerlendirdi. ‘Kendisinden daha güçlü ülkelerle barışın sürdürülmesi’yaklaşımını barışçıl değil, pragmatik değerlendirdi. Yazar, ‘Kadınların durumunun kötü olduğu yerlerde insan yaşamının hemen hemen yarısı çürümüş, bozulmuştur,’ dese de ‘Kendi rahatı, huzuru için kötülük yapan kadınsıdır,’ ‘Bir nitelik ya da eylem, doğal olarak daha üstün bir şeye aitse, bir başkasından daha soyludur. Örneğin bir erkeğin isteği, bir kadınınkinden daha soyludur,’ demekten de çekinmez.

Yine de, Retorik’i okuyup tartışmak bize şunu hatırlattı; ‘Mutlu ve dostluk duygularıyla dolu olduğumuz zamanlardaki yargılarımız, sıkıntı içinde ve düşmanlık duygularıyla dolu olduğumuz zamanlardakilerin aynı değildir.’ ‘Kahramanca ölmek, soyluca bir şey olsa da, uygun olan, yaşamayı sürdürmektir.’ ‘Cesaret savaşta başkalarına yararlıdır, doğruluksa hem savaşta hem de barışta.’

 

29 Mart – Ezop Masalları – Aisopos

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 29 Mart Çarşamba akşamki oturumunda Şengül Çiftçi, Aisopos’un yaşamını (MÖ 620 – M.Ö.560), genel olarak masal olarak adlandırılan ancak fabl, öykünce, söylence, mit gibi de tanımlanan anlatı biçiminin özelliklerini, günümüzde onlara atfedilen önemini anlattıktan sonra, Ezop Masalları’nı Atölye katılımcılarının değerlendirmelerine açtı.

Fabl ya da öykünce, sonunda ders verme amacı güden, güldüren, düşündüren manzum öykülerdir. Burada anlatılan öyküden çok, bundan çıkartılan ders açısından önemlidir. İnsana ait bir özellik insan olmayan bir varlığa, genellikle hayvanlara yüklenir. Bu hayvanlar insanlar gibi düşünür, konuşur ve insanlar gibi davranır. İnsana özgü davranış biçimleri, sıfatlar bu kahraman hayvanlar tarafından dillendirilir. Çocuklara hitap ettiği söylense de aslında büyükleri daha çok ilgilendiren, büyüklerin daha iyi anlamdırabileceği bu eğlendirme ve öğüt amaçlı, genellikle didaktik olan anlatılar hayal ürünü gibi gösterilse de, yaşadıkları dönemin, o dönemde ya da öncesinde yaşamış kişilere, mekanlara gönderme yapar.

Antik Yunan’da gücün demos içindeki halka (erkek ve yerel halk) dayandığı söylenen bir yönetim anlayışı vardır. Yöneticiler, halk adına ‘ideal’ yaşam biçimini, ‘bir arada en iyi yaşama’ biçimini gerçekleştirmekle yükümlüdür. Kadınların, kent devletinin dışından göçmüşlerin ve kölelerin temsil edilmediği demokrasi adı verilen bu yönetim biçiminde, yöneticiler, temsil edilmeyenler tarafından, bu söylence, öykünceler yoluyla, komedi formunda, kapalı olarak eleştirir ve itiraza konu olurlar. İşte baskı dönemlerindeki mizahın yerini, Antik Çağ’da bu söylenceler doldurur.

Ahlaki değerlere dayanan bu fabllar, bu özellikleri nedeniyle, sorunludur; kimin ahlakı? Kıssadan hisse çıkartılması istenir. Söylencelerde bu hisselerin gelecek kuşaklara aktarılması hedeftir.

Aisopos’un hayatı hakkında çok fazla bilgi olmamakla beraber Heredot, Aristophanes, Platon, Aristoteles, Platon, Aristoteles, Ksenophon, Diodorus, Plutarhos, Lukianos, Maksimos Planoudis, Georgios Aitolos gibi tarihçi ve filozofların eserlerinde, onun varlığından söz edilir.

Aisopos’un hayatının çok fazla detayı bilinmez. Trakyalı ya da Frigyalı olduğu söylenirse de, gerçekten yaşayıp yaşamadığı, daha Antik ve Orta Çağ’da bile tartışma konusu olmuştur. Kimi yazarlar böyle bir kimsenin yaşadığını kabul etmezler.

Yine de hakkında birkaç farklı bilgi vardır. Samos’lu İadmon’un, bedensel engeli olan bir kölesi olduğu, efendisi tarafından özgürlüğü bağışladıktan sonra, rahiplerce haksız yere suçlandığı, ölüm cezasına çarptırıldığı, Delphi’de kayalıklardan aşağı atılarak öldürüldüğü söylendiği gibi, Delphililer tarafından, kentte çıkan bir veba salgını nedeniyle öldürüldüğü söylenir. Bir diğer söylence, Peisistratus’un yönetim yıllarında Atina’ya geldiği, vatandaşları bu ‘hükümdarı değiştirmeye kışkırtmak için’ «Kral Arayan Kurbağalar» masalını söylediği rivayet edilir. Diğer yandan Aisopos isminin de, hayvanlar çevresinde gelişen sözlü öyküleri, bir yazara dayandırmak kaygısıyla uydurulmuş bir isim olduğu da söylenir.

Aisopos fablları eski sözlü gelenekle söylenmiştir. Çoğu Antik Yunan kültürünün birikiminin ürünüdür. Yabancı köleler ve gezgin masalcılarca Anadolu ve Yunanistan’a getirilir. Platon, onları Sokrates’in cezaevindeyken bu masalları şiirleştirerek yazmaya çalıştığını söyler.

Bilinen en eski yazılı derleme, İ.Ö. 4. yüzyılda Atinalı devlet adamı İskenderiye Kütüphanesi’nini kurucusu Atinalı filozof Dimitrios Falireas’ın düzyazı olarak kaleme aldığı yapıttır (MÖ 345-280). Bu eser günümüze ulaşmamıştır.

Aisopos’a dayandırılan bir başka derleme M.S 1. yüzyılda Roma’da Phaedrus tarafından gerçekleştirilendir. Phaedrus öncesinde Aisopos öyküleri birer edebiyat ürünü olarak değerlendirilmez. Öyküleri ele alışı, sonraki yazarların bu öyküleri kullanma biçimini, özellikle de MS I ve II yy. da Yunan asıllı Babrias’ın, yunan dilinde iambik vezinle yazılan Aisopos masallarına mit ve iambos kelimelerinden türettiği mythiambos adını verdirir. Sonrasında Minas Mioisid isimli bir araştırmacı, 1843 yılında bu masalların olduğu bir tirşe keşfeder. Babriuas indeksi Vatikan kütüphanesi Palmyra tabletlerinde bulunan değişik kaynaklarla tamamlanıp çevirisi yapılır. Bundan sonra da Avrupa’ya yayılır. O tarihten sonra Aisopos Masalları birçok defa toplanır, Latinceye çevrilir ve basılır. Sonrasında yine birçok kaynaktan bulunan masallar Aisopos Masalları olarak derlenir,y eni eklemeler yapılır, üslup farklılaşır, Hıristiyanlık öğretileri karışır.

Aisopos Masalları, Nasrettin Hoca Masalları gibi, halk arasında yayılmış, kendisine ait olmayanlar bile ona yakıştırılmıştır.

Kısa ve özlüdürler. Dili yalın ve süssüzdür. Bütün masalların sonunda bir ana fikir vardır. Bütün öykülerde hayvanlar değişmeyen bir karaktere sahiptir. Bu da onların değişik tipte bireylerin simgesi gibi alınmasına yol açar.

Hayvanlar belirli karakter özellikleriyle tanımlanır. Aslan güçlüdür, kraldır, yılan kötücül, tilki kurnazdır, kartal gururlu, eşek alıktır, kuzgun çirkin, geyik kendine hayrandır…Bu sıfat ve özellikler, Aisopos sonrası masal ve fabllarda da klişe olarak kullanılarak günümüze kadar gelir.

Masallar da insanlar da karşı karşıya gelir. Olaylar da eleştirilir. Onu yargılayan Delphoi rahiplerini ‘Yolcularla Çalı’ masalında küçümser, ölüme mahkûm ettiklerinde de ‘Fareyle Kurbağa’ masalında lanetler.

Aslana atfedilen güç ve iktidar, krallık yüceltilir. Yazarın onu hep aradığını, arzu ettiğini görürüz. Hep bir öç alma, intikam peşinde koşma teması vardır. Huzura ermenin yolu olarak intikamın gösterilir. Yapılan kötülükler için mutlaka bir ceza verilir ve bu genellikle ölümdür. İyi ve kötü hep karşı karşıya geliyor. İyilik yapanlar hep kötülük bulur. Bir kez kötü olan hep kötüdür ve ceza alması gerekir. İyi arkadaş seçmek zordur.

Masallarda kadın karakterler yok denecek kadar azken, erkek karakterler bolca kullanılır. Kadın ‘saygısızlık’, erkek ‘savaştır’. Kadın yani saygısızlık nereye giderse, erkek de yani savaş da onun arkasından gider. Kıssadan hisse; saygısızlığın hüküm sürdüğü ülkelerde daima savaşın baş göstereceğidir.

Kölelik bir kader olarak görülür ve bu kadere itiraz edilmez. Başkaldırmazlar. Homofobiktir. Pragmatiktir. Hayvanlar üstünden aslında yapılan, insanların sınıflandırılmasıdır. Bu sıfat ve sınıflandırmalar değişmez kabul edilir. Siyasiler tarafından da bu ebedi ezeli sınıflandırmalar, bugün bile kullanılacak kadar kabul görüp kullanılır. Alt ve üst tabaka, zenginliği (altını) olan olmayan ayrımı yapılır. Daha büyük çıkar ve kar elde etmenin peşinde olanlar sıklıkla anlatılır. Dışlama ve aşağılamaya (Arap halkına yapılan hırsızlık suçlaması gibi) sıkça yer verilir. Hayvanlar arası çıkar ilişkileri, şiddet uygulama, dostluk, arkadaşlık kuramama, yalan söyleme yaygındır.

Ters, öfkeli, vahşi olmayan, adil bir aslanın yönetiminde kurt koyundan, pars keçiden, kaplan ceylandan, köpek tavşandan özür diler. ‘Bu günü görebilmek için çok bekledim. Nihayet güçsüzlerin de güçlülere karşı haklarının olduğu anlaşıldı.’

 

26 Nisan – Aeneas – Vergilius

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 26 Nisan Çarşamba akşamki oturumunda Didem Arslanoğlu Vergilius’u (MÖ 70 – M.Ö.19) tanıttıktan, yaşadığı dönemi anlattıktan sonra, Antik Roma İmparatorluğunun destanı Aeneas’ı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.

Homeros’un, Antik Yunan Çağı’nda, M.Ö.9.yüzyılda sözlü gelenekle söylediği İlyada ve Odissesa destanlarından sonra, Vergilius Aeneas destanını M.Ö.31-19 yılları arasında yazmış. Yunan halkını da egemenliği altına almış olan Roma İmparatorluğunu, İmparator Augustus’u, Romalı değerleri yücelten ‘ısmarlama’ bir eser olduğu ve imparatorun aynı zamanda dini bir lider olduğunu ima ederek, din propagandası yaptığı söylense de, 2000 yıldır okunan büyük bir yapıt olarak kabul edilir Aeneas.

Latin şair Aurelio Properzio (M.ö.47-M.S.15) bir eserinde, ‘Geri durun Romalı yazarlar, Yunanlı şairler, İlyada’dan daha büyük bir şey doğmak üzere,’ diyerek Aeneas destanının doğuşunu müjdeler.

Publius Vergilius Maro, Antik Roma’nın büyük bir şairidir. Dante’nin İlahi Komedya’da rehberidir. Dante bu rehberlikle günümüze kadar yaşayacak bir sima yaratır; ‘Yüce şair ve usta, şairlerin şanı ve ışığı.’ Dante onu, geçmişin bütün büyük adamları arasında kendine cehennemde kılavuz ve mürşit olarak seçer; yeraltı dünyasında, Homeros, Horatius, Ovidius ve Lucânus gibi büyük şairler onu hürmetle selâmlar.

Vergilius, Kuzey İtalya’nın Mantova yöresinde tarım işçisi bir baba ile Cremona’nın Magius soyundan bir anneden dünyaya gelir. Çocukluğunu canlı bir doğada babasının çiftliğinde geçiren Vergilius, ilköğretimini Cremona’da tamamlayıp, on beş yaşlarında Milano’ya, oradan da Roma’ya gider.

Hellenistiğin Epicurusçuluk, Orpheusçuluk, Stoacılık gibi türlü akımlarını, başta Cato, Lucretius, Varrius, Varro olmak üzere Roma ozanlarını tanır. Diğer bütün önemli yazar ve şairlerin kaderinde olduğu gibi Maecenas’ın himayesine girerek İmparator Augustus ile tanışır. Augustus ile tanışması onun edebi yaşamının dönüm noktasını olur. Onun yardımıyla Sibylla kitapları’nı okur. Homeros’u ve Apollonius Rhodius’u öğrenir. Öğrenimini tamamladığında sıkılgan mizacı yüzünden hukukta ve devlet işlerinde kendini gösteremez. Tek bir davaya bakıp kaybedince mesleğinden vazgeçer ve şair olarak hayatını sürdürme kararı alır. MÖ 19’da Aeneas destanının geçtiği İlion şehrini görmek üzere çıktığı yoldan hastalanarak geri dönerken, Brindisi’de ölür.

Antik Çağ destanlar çağıdır. Yunan ve Latin Uygarlıkları’nın bu üç destanı arasında önemli farklılıklar olduğu gibi önemli benzerlikler de vardır. Vergilius, büyük usta Homeros’a saygı göstererek destanını oluştursa da, artık dönem değişmiştir, üç kıtaya egemen olacak bir imparatorluk kurulmaktadır ve onun kültürünü, uygarlığını, görkemini yansıtacak bir destana gereksinim vardır.

Aeneas hem Doğu’yu hem de Batı’yı içine alan kentlerde geçer. İlyada için söylendiği gibi, Antik Çağ’ın Doğu ve Batı’nın uygarlık farklarını gözümüzün önüne getirir. İlyada bir olayın destanını, Odisseas bir kişinin yurduna dönüş serüveninin destanını söylerken, Aeneas, yıkılmış kentini arkasında bırakarak, bilinmeze doğru giden, yeni bir vatan kurma ülküsüyle yola çıkmış bir kahramanın destanıdır. Homeros’un destanlarından farklı olarak önce bir serüvene çıkılır, sonra edinilen yeni vatan için savaşılır. İlyada bir ‘yok etme’ savaşıdır; Batı’nın Doğu’yu, uygar Anadolu kenti Troya’yı yok etme savaşı. Oysa Aeneas, yeni bir kent, yeni bir yurt, yeni bir uygarlık kurmanın savaşıdır. İlyada Troya’nın yıkılmasıyla sonlanır. Odisseas, Troya’yı yıkanlar arasında yer alan, ‘zafer kazanmış’ Odisseas’ın, savaş ganimetleriyle yurduna dönüş yolculuğunu anlatır ve yurduna varışıyla son bulur. Aeneas, Troya’nın, Hektor’dan sonra en güçlü komutanlarından Aeneis’in, bir mağlubun, yeni bir Troya uygarlığı kurma ülküsüyle yola çıkışını, bir vatan bulmasını, onun için savaşmasını, dolayısıyla yurdunu kaybedenlerin yeni bir uygarlık kurarak bir ‘zafer’e ulaşarak ‘yüceltilmesini’ destanlaştırır.

Aeneas destanı, Antik Roma’nın, çok önemli siyasi ve sosyal değişiklikler yaşadığı bir dönemde yazılır. Cumhuriyet düşmüş, ülke içindeki iktidar savaşları toplumu hırpalamış, barış ve huzur, refah ve başarı uzak bir düş gibi görünür olmuş, ülke bir kaos ortamına savrulmuştur. Bu dönemde İmparator Augustus, geleneksel değerler kategorilerine, kültürel alışkanlıklara, Roma’nın ahlaki değerlerine dönmeyi bu karanlıktan çıkış yolu olarak görür. Aeneas’ın bu niyetlerin, edebiyata yansıyan ürünü olduğu söylenir. Eserde Aeneis, kişisel tercihlerinden çok ailesinin, atalarının, toplumun, tanrıların ve devletin, ilke ve kurallarına saygılı, tanrıların biçtiği görevleri yerine getirmekte şüpheye düşmeyen, ülkü sahibi, dürüst bir misyon adamı olarak anlatılır. Değerlidir ama savaş arayışında değildir. Achilleus ve Odisseus (Ulysseus) gibi kadere baş kaldırmayı değil, onu ileriye götürecek kaderin peşine düşer. Savaşta yenildikten sonra bir yolculuğa çıkar, bir ülke kurar ve bu ülkeyi zaferlere, başarılara götürür.

Aeneis’in destanda betimlenen bu özellikleri, o dönemde Roma vatandaşlarından beklenen özellikleri, ‘La pietas’ ile örtüştürülür; Tanrıları tanıma ve itaat etme, insanlara (vatandaş olmaları kabul edilen sınıfa!) saygı duyma, kurallara uyma, görev bilinci ve bir misyon üstlenme.

Aeneas destanıyla, Sezar ve onun yetişmesinde büyük katkısı olan ‘oğlu’ Augustus ve ondan sonra gelen hanedan savunulur ve meşrulaştırılmaya çalışılır. Aeneas’ın İulius (kelime kökenindeki İlio Troya’nın bir diğer adıdır) diye de çağrılan oğlu Ascanius’u, Vergilius İulius diye adlandırarak, Julius Sezar ve ailesinin mirasçıları olarak tanıtır.

Aeneis’in ölümlüler ülkesine yaptığı ziyarette, ona, gelecek kuşakların büyük bir imparatorluk kuracağı müjdesi verilir. Tanrı Vulcanus tarafından silah ve zırhlarla ödüllendirilir. Roma topraklarını yüceltecek, onu büyük bir görkeme ulaştıracak Roma büyüklerinin, başta da Augustus’un süslemeleri bulunan kalkanı verilir. Destan bu ve buna benzer, yaşanan dönemin gücünü simgeleyen kadın ve erkeklerin adlarıyla doludur.

Destan, Aeneis’in sığındığı Kartaca’da, Kraliçe Dido’nun ısrarlarıyla, ‘Depreştirdin acılarımı, yeniden ey kraliçe, sorunca Troya’nın yıkımını, Danaosların acımasız saldırılarını,’ serzenişlerine karşın, neler anlatılacağını bildiren bir girişle başlar. Konu;’Ben ki bir zamanlar…Silah ve insanları anlatacağım…Bir yiğidin savaşlarıdır anlattığım’ olacaktır. Ana çatışma; ‘Nice yıllar süresince azgın Juno’nun kışkırttığı tanrılarla uğraşmış denizde, karada, nice yıllar savaşmış…’olan Aeneis’in ana vatanı Troya’yı ve Troyalıları hileyle mağlup etmiş olmaktan artık büyük bir üzüntü duyan tanrıça Juno’nun pişmanlığıdır. Daha sonra Juno iyi niyet gösterir ve Aeneis’e ‘Sen 3 yıl, oğlun Ascanius İulio 30 yıl, soyun, Romus ve Romulus’a gelinceye dek 300 yıl Roma’da hüküm süreceksiniz,’sözü verecektir. Ne kadar yüceltilirse yüceltilsin, ‘savaşların ülkeleri felakete sürükleme’ tarihi gerçeğini iyi bilen Vergilius, Aeneis’e yine destan’ın başında, esin tanrılarından (musa) yardım dilendirir, ‘Anımsa, söyle bana nedenlerini bunun ey ‘musa’, nedir azdıran, böyle kızdıran tanrıçalar ecesini, o yiğidi sıkıntılara sokan, yoran, yıpratan, nedir göksel varlıklarda bu öfke, bu hınç?’

Destanda Troyalılar, Romalıların atalarıymış gibi anlatılır. Yunan ordusu Troya’yı yıkmış ve yağma etmiştir. Destanın yazıldığı dönemde, Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında olsalar da, kurdukları kültür ve uygarlıkları nedeniyle saygı ve kabul gören bir ulustur Yunanlılar. Vergilius destanında bu durumu, Yunanlıların (Akha’ların) Troya’yı, savaş meydanında değil de, hileyle, tanrıların verdiği akla uyarak, ahşap bir atla kente girerek yendiklerini anlatarak, herkesin, Romalıların da Yunanlıların da onur ve itibarlarını korumuş olur; savaş meydanında olsalar yenerlerdi.

Destanın ilk bölümlerinde, Anadolu’nun jeopolitik konumu, Troyalılar üstünden Anadolu kültürü anlatılır. Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasındaki merkezi konumuyla tarihsel ve kültürel bir öneme sahip olduğu gibi, üzerinde yerleşen ya da gelip geçen kavimlerin sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yapılarını derinden etkilemiş ve onlardan etkilenmiş bir toprak parçasıdır. Bu topraklar, Roma İmparatorluğu’nun da dikkatini çekmiş, Anadolu sayesinde, bilinen üç kıtaya da hükmetmiş, yeraltı kaynaklarından imparatorluğu boyunca yararlanmış, yayılmacı politikasına hizmet etmişti. Tarih boyunca sürecek olan Doğu ve Batı egemenlik savaşları üç destanda da yer almış olur böylelikle.

İkinci bölümde, Aeneis ve yanındakiler Latinium toprağına ulaşmış, Tiber nehri yakınlarına yerleşmişlerdir. Bu bölümlerde Tiberius öncesi merkezi yönetim, Roma’nın cumhuriyet adı altında, nasıl aristokrat ve zengin sınıfın idaresine girdiği, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Roma’da vatandaşlık hakkının nasıl bir sınıfa tanındığı, sınıflı toplum, toplumdaki katmanlar anlatılır ve bu yapı Vergilius tarafından da desteklenir, yüceltilir.

Actium Savaşı (M.Ö.31), Roma için olduğu kadar Augustus için de bir milat kabul edilir. Bu savaşın meydanlarda kazanılması edebi hayata da yansır ve bunun bir propaganda aracı olarak dönemin şairlerine kullandırılması aslında Roma’nın yeni dönemi hakkında fikir verir. Büyük inşaat faaliyetleri ve edebi yazılar Actium’da Roma kültürünün ve Roma ruhunun galip geldiğini vurgular. Bütün bu yurtsever düşüncelere Roma’nın Troya gerçeğinin yanı sıra aslının yanında Iulius ailesinin, destanda annesi Afrodite olan Aeneis üzerinden anlatılarak, tanrısal kanı da eklenir; tanrı soyundan gelen, dini lider de sayılan bir imparator.

Destanda Aeneis ünlü kâhin Syblla ile tanışır, kâhin ona Apollon’a dua etmesini ve onun için bir tapınak yaptırmasını salık verir. Roma’da dindar atanın buyruğuna uyarak Augustus’un bu tanrı adına tapınak yaptırmasının sebeplerinden biri böylelikle destanda işlenmiş olur.

Mitolojinin Roma toplumuna bir kimlik ve bir geçmiş hazırlamada önemli olduğu bilinir. Roma için önemli mitolojik olaylardan biri Roma’nın Truvalı geçmişiyle ilgiliydi. Aeneis’ın mitolojide ki yeri Sezar’ın ve Augustus’un atası olması nedeniyle de önemlidir. Aeneis’in tanrısal babaları ve dindar kimliği bu imparatorlara dini alanda yardım sağlar. Truvalı gelenek ve geçmiş Iulius soyunun politik anlamda ilgisini çeker ki böylece Roma tarihini şanlı Yunan geçmişi ile birleşir. Vergilius’un M.Ö. 20 yılında yazdığı ulusal destanda Augustus’un Aeneis ile aynı aileden geldiğini ilan etmiş olur. Aeneis Roma’nın dindar atası, bir çeşit ‘pater patria’dır (vatanın atası). Augustus da onun torunu olduğuna göre senato ona böyle bir sıfat verse de vermese de o ‘pater patria’dır.

Gaius Iulius Caesar Augustus, edebiyat ve sanat tarihinin belli bir dönemine ismini verebilme ayrıcalığına erişmiş hükümdarlardan biridir. Ancak ‘Augustus Edebiyatı’ adını alan bu dönemin yaygın olarak tanınması biraz da tesadüf olarak kabul edilir çünkü Augustus yanlısı olarak bilinen şairlerin birçoğu, ‘devlet işlerinin tüm kontrolü toplumun ortak rızası ile İmparator’un eline geçmeden önce’ isim yapmış ve rüştlerini ispatlamış kişilerdir. Yine de sanatçıyla iktidarın yakın ilişkisi, ‘sarayın sanatçısı’ durumu günümüze kadar sürmektedir.

Nitekim Aeneas’ın, M. Ö. 29 yılında Augustus’un (genç Sezar) isteği üzere, Vergilius, kendisini dönemin şairleri arasında birincil konuma yükseltecek on iki kitaplık eserini, yani Aeneas’ı, yazmaya başladığı bilinir. Yunanistan seyahati esnasında ağır hastalanan yazar Augustus’dan, ölümünden sonra, kendisinin halka arz etmediği metinlerinin basılmaması doğrultusunda ricada bulunsa da İmparator, daha tamamlanmamış yazarın son arzusuna uymaz çünkü okuduğu eser kendi ailesinin Roma tarihine ince ince dokunarak yazılmış bir efsanesidir. Şair, Romalıları Helenistler’in mirasçısı ilan ederek, Roma’nın dünyaya hükmetme iddiasını tekrar ortaya koymuştur. Augustus ve onun, Jüpiter’in tanımıyla, ne zamanda ne de mekânda sınır tanımayan imparatorluğu anlatılmaktadır. Aeneis, ölüler dünyasında bulunan generallerden, Roma’yı dünyanın en güçlü devleti ve tek egemeni konumuna yükselteceğini öğrenir. Bunu sağlayacak olan da, Sezar’ın oğlu, ‘Altın Çağın’ kurucusu ve evrenin efendisi olarak tanımlanan Augustus’dur. Tanrılar ona böyle bir misyon yüklemişlerdir.

Halka seslenir;

‘Unutma , ey Romalı, egemenliğin altında yönetmeyi ulusları,

Yasalar koymak, barışı sağlamak, düşkünleri korumak,

Dik başları yola getirmek, görevindir senin.’

 

3 Mayıs – Aşk Sanatı – Ovidius

Konusunu ‘Antik Çağ Yazınında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VIII. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 3 Mayıs Çarşamba akşamki son oturumunda Asuman Kafaoğlu Büke, Ovidius’u (MÖ 43 – M.Ö.17) tanıttıktan ve yaşadığı dönemi anlattıktan sonra, Aşk Sanatı’nı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.

Ovidius Roma yakınlarında (Sulmo) bugün Sulmona’da, asker kökenli, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğar. Romalı edebiyatçıların çoğu gibi o da taşralı. Doğduğu yıl, Sezar (M.Ö.44), bir yıl sonra da Çicero öldürülür. Antonius ile Oktavian arasındaki tarihin en kanlı savaşlarından biri olan Aktium Savaşı (M.Ö.31) sürmektedir. O çağın çocukları gibi, o da Roma’ya hukuk ve retorik okumaya yollanır. O dönemde retorik Roma eğitim sisteminin en son aşamasını ve en önemli bölümünü oluşturuyor, öğrenciler hukuk konularında kurallara uygun konuşmayı, hitabet sanatını öğreniyorlar. Kendisini tanımış olan Seneca (İÖ 55-İS 37) onunla ilgili olarak, biçimsel tartışmalardan hoşlanmadığını, psikoloji ve etik konularını yeğlediğini yazar.

Eğitimine Atina’da devam eder. Anadolu’da uzun süre kalır, Sicilya’da yaşar. Yunanistan ve Anadolu gezilerini, manzara betimlemeleri ve mitolojik konuları ele alan şiirlerinde yazar. O dönemde, Roma edebiyat çevresi çok canlıdır. Vergilius iki büyük eserini yazmış, Aeneas üzerine çalışıyordur, Horatius ünlü bir şairdir ve Latince en gelişmiş halini almış, değerli ürünler ortaya çıkmıştır.

Ovidius şiire doğal bir şekilde başlar; ‘Ağzımdan ne laf çıksa, dizeler halinde çıkıyor’ der. Roma’nın en ünlü şairi olur. Vergilius’a hayranlık duyar ama onunla hiç karşılaşma fırsatı olmaz. Kendinden önceki büyük şairlerden, Vergilius, Tibullus ve Horatius, Augustus’un özendirdiği ‘resmi’ ahlak anlayışına uygun şiirler yazanlardan farklıdır. Amores (Aşklar) adı altında topladığı ilk düşünsel şiirlerini yazarken bir yandan da aşk şiiri ile alay eder.

Bugün kaybolmuş ama çağında önem verilmiş bir eser yazar; Helene, Dido, Klytemnestra, Elektra gibi mitolojik kadın kahramanların ağzından sevgililerine, kocalarına yazılmış mektuplar kaleme alır. İlginç ve kadın açısını veren önemli bir eserdir ortaya çıkan; kadınlar ne hissettiler, neden yaptılar yaptıklarını. Ovidius, her zaman kadını anlamaya çalışan, kadın ruhuna ilgi duyan bir şair olur.

Oyunlarının bir bölümü kayıp olmakla birlikte, Fasti’de (Şenlikler) yılın her ayı için yazılmış 12 kitaptan oluşan (bugüne sadece altısı kamış olan) eserinde, belki de imparatorun gözüne girmek için, İmparatorluk ailesine övgü, yurtseverlik gibi, diğer eserlerinde olmayan temaların eklendiği, Augustus’un resmi edebiyat programına uygun ulusal şiirler kaleme alır.

Bugün en sevilen ve okunan eseri, 8 yılda tamamladığı Metamorfozdur (Dönüşümler). Tanrıların, tanrıçaların kılık değiştirip baştan çıkarma hikayeleri, mitoloji konusunda ne denli bilgili olduğunu gösteren bir başyapıta dönüşür.

Ovidius Elba adasındayken imparator Augustus tarafından Roma’ya çağrılır, imparatorun özel mahkemesinde devlete ihanet suçuyla yargılanır ve Karadeniz sahilinde Tomi’ye (Bu günkü Köstence) sürülür. Cezanın bir nedeni Aşk Sanatı olduğu sanılmaktadır ama başka, bilinmeyen ve hiç açıklanmayan bir nedeni olduğu da bilinir. Bunun bir suç değil, boşboğazlık olduğunu düşündüren bilgiler var sadece. M.S. 8 Yılında Tomi’ye doğru yola çıkar, ertesi yılın baharında oraya varır. ‘Karadeniz’den mektuplar’ adlı eserini burada yazar. Yalnızlık ve sıkıntı dolu bir dönem geçirir, yeniden, bağışlanma dileğiyle kaleme alınmış, daha kişisel ve daha içe dönük şiirler kaleme alır; eşine yazdığı şiirler dâhil, hepsi kamuya, imparatora, tüm dünyaya kendini duyurma isteğiyle yazılmış ‘kamusal’ şiirler. Ne Augustus ne de halefi Tiberius tarafında affedilmez. Sürgünde M.S. 17 ya da 18 yılında ölür.

Ovidius’un şiirleri zekâ ve alay konularıyla bilinir. Diğer Latin şairleriyle karşılaştırıldığında daha az siyasetle ilgilidir. Hukuk, eğitim, sosyal konular fazla ilgisini çekmez. Genelde aşk üzerine yazar. Bunun nedeni de toplumsal düzeninin sağlam olduğu bir çağda yaşamış olması olarak gösterilir.

‘Benim aşkım bütün mitolojiyi kucaklar.’ Antik Yunanda bir din olarak yazılan, kabul edilen, tanrılarla ilgili anlatılar, ilk kez onun dilinden, Antik Roma Döneminde, mitoloji olarak anılmaya başlanır.

Aşk Sanatı M.Ö. 1.yılda yayımlanır. Baştan çıkarma ve entrika sanatı üzerine bu parlak yapıtın içeriği Augustus’un başlattığı ahlak reformlarıyla ters düşer. Didaktik bir şiirdir. Romalı şairler Propertius ve Tibullus gibi erotik şiirler yazma geleneğindedir. Okura aşk ve baştan çıkarma sanatını öğretmek için yazılmıştı.

İlk bölümde, erkeğe kadını nasıl tavlayacağı, nasıl baştan çıkaracağı öğretilir, sevgili bulmak için nereye gitmeli, bekârlara öğütler şeklinde dile getirdiği öğretmenlikler var. Kendini aşk öğretmeni olarak tanımlar. Şiirselliği yüksektir.

İkinci bölümde yine erkeğe, bulunan sevgiliye neler yapılacağı, nasıl elinde tutacağı, nasıl davranması gerektiği gibi bilgiler verir. Tiyatro, şenlik, düğün gibi yerlerde bir kızın ilgisini çekmek için ne yapmalı, nasıl davranmalı, doğru zamanı nasıl seçmeli, kızın değer verdiği, saygı duyduğu insanların güvenini nasıl kazanmalı, erkeğin, kendi bedenine nasıl dikkat etmesi gerektiği, bakımın önemi vurgulanır. Erkeklere çok fazla hediye vermemeyi , arada gizli ilişkilerini saklı tutmalarını, gerekirse yalan söylemelerini öğütlüyor.

Üçüncü bölüm kadınlara yönelik yazılmıştır. Kadınlara çekici olma, erkeğin aklını başından alma, ayartma gibi, iki bin yıl önce yazılmış olsa da, ‘bugün de geçerliliğini sürdüren’ teknikler öğretir. ‘Doğum gününü unutma, elbisesini düzelt, tozunu silk, toz olmasa da… hiçbir zaman yaşını sorma. Bırak seni özlesin ama çok uzamasın ayrılık.’

İlk kitap Venüs’e, ikinci kitap Apollon’a adanır. . İkarus’un hikâyesini anlatarak başlıyor, Ovidius. Yüzeysel görünmekle birlikte derin bir psikolojik anlamları olan öğütler bunlar. Roma döneminde, kadın erkek ilişkilerinin yerine oturması için çok önemli bir metin. Toplumsal yönü de bir o kadar önemli. Çağdaş aile ortamı, modern ikili ilişkiler temelinde bakınca, siyasi olmasa da yerine oturması açısından önem taşıyan bir metin. Aile ilişkisi de bu yönüyle zaten politik. Daha önceki çağların kadını ezen yaklaşımına karşı bir duruş. Kadınların elde edilişinin en büyük oranının tecavüzle olduğu bir dönemin yazarı Ovidius. Antik Yunan’da kadına tecavüz suç oluşturmazken, Roma’da, kölelerin dışındaki kadınlara tecavüz suç kapsamına alınıyor. Aşk ve evlilikte karşılıklı ve eşit ağırlıklı bir düzen öngörmesi, oldukça ileri bir yaklaşım. Adeta uygarlığın temelini oluşturacak bir duruş.

Yeterince ciddi olmadığı için eleştirilip küçümsense de, 19. ve 20.yy’da Vergilius’un çok altında değer verilmiş olsa da, toplumsal açıdan ve sosyal sınıflanmanın şekillenmesi açısından Vergilius’tan daha önemli. Klişe görünen konuları espriyle ele alması da oldukça özgün. Ortaçağ Avrupa’sı üzerinde çok etkisi olan bir şair. Ortaçağ şiirlerinin bir bölümü, Ovidius kopyaları olarak kabul edilebilir. Hatta Alman ortaçağ düşünürü ‘aetas Ovidiana’ (Ovidius Çağı) diye adlandırır 11.yüz yılı. 1497’de Floransa’da tüm eserleri topluca yakılır, yasaklanır. İngiltere’de 1599’da, 1930’da da ABD’de yasaklanır.

Ancak, Ovidius aşkı askeri düzene benzetir. Erkek hiç sorgulamadan savaşır, erkek aynı şekilde hiç sorgulamadan kendini kadına devrederse, mutluluğunu garantiler. ‘Ama şimdi rütbeler veriyoruz geceki maceralara, yüksek fiyatlar biçiyoruz, ağza alınmaya değer ne varsa!’,’Öfkesi zirvedeyken, başlıca düşmanın kesilmişken, ateşkesi yatakta ara, hemen boyun eğecektir. Ahenk yerleşir yatağa, atar silahlarını bir kenara.’ Barış da aşkta aranır; ‘Erkekliğinden sarfınazar etme, budur barış elde etmenin tek yolu.’

Ovidius ile bir dönemin daha sonuna geldik. İfade özgürlüğü için söylenmiş ‘Her kelimenin sonuçları vardır. Her sessizliğin de…’ cümlesindeki gibi bizler de sözümüzü söylemeye devam edeceğiz. Nefretin dipsiz bir kuyu olduğunu hiç aklımızdan çıkarmadan, dilimizi silahsızlaştırarak…Barıştan dönmenin maliyetinin çok yüksek olduğunun bilinciyle… Korkunun barışa faydasının olmadığını görerek… Bir şey mümkünse, bu da barışsa, kurmaya mecbur olduğumuzu unutmadan.

IX. Dönem (Kasım 2017- Aralık 2017) Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi Çalışmaları:

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin IX. Dönemine davet

Hukukun siyasetin gölgesinde kaldığı dönemlerde ‘kral çıplak’ diye ilk bağıran genellikle edebiyatçılar olur.

Arthur Miller, ‘Cadı Kazanı’ oyununda, 1692 yılında Salem’de insanla şeytanın işbirliği yaptıkları için cadı olarak görülüp avlanmalarını, yönetim karşıtı politika izleyenlere, aydınlara karşı yürütülen sistemli sindirme, korkutma politikalarıyla yaratılan ağır toplumsal panoramanın yaşandığı 1950’li yılların McCarthy dönemi Amerika’sını, anlatmak için, maske gibi kullanırken, belki de yaşanan baskı dönemlerini en iyi yansıtan, akıllardan en çıkmayacak belge olarak tarihin tutanaklarına geçirdi.

Cadılıkla (ya da başka şeytanilikle !) suçlanan insanlar üzerinden tüm topluma korku salınması ve sindirme çabasında bulunulması, iktidarların her zaman gerçekleştirebilecekleri yöntemlerden biridir. Bu korku ve yıldırma, şekilsel olarak biçim değiştirse de içerik açısından aynı mantığın ürünüdür. Dolayısıyla Arthur Miller tüm baskı dönemlerine gönderme yapar.

Baskıcı yönetim mutlaka kendince bir şeytan yaratır, toplumu bu söylem aracılığıyla cenderede tutar, gerçeklere kulak tıkatır, ihbar değer kazanır. George Orwell ‘1984’ kitabında, ‘Büyük Birader’in yerini tüm bir halkın almasını, sürekli gözetim altında bulunan bireyin, özgür davranışlarının hesabını vermek zorunda bırakılmasını anlatır.

İnsanların suçsuz yere gözaltında tutulduğu, yargılandığı, çeşitli yalanlarla susturulduğu ağır toplumsal koşullar altında, suçlananların insanlık onurunu koruyabilmek için açlığı, ölümü bile göze alarak direnmeleri de görülmedik şeyler değil. Böyle bir toplum düzeninde önce iyiler, onurlular, direnenler ölür.

Victor Hugo ‘İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır,’ der.

Emile Zola ‘Bir kişiye yapılmış haksızlık, tüm insanlığa yapılmış haksızlık demektir,’ der.

İnsanlığa olan büyük inançla, hangi çağda olursa olsun, gerçeğin her zaman insanlık adına kazanılacağını bize edebiyat anlatır, ışık yakar, yol gösterir.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu olarak, barışı ve adaleti vicdani bir sorumluluk olarak görenleri, Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin IX. Dönemine davet ediyoruz. Bu yılın teması ‘Edebiyatta adalet arayışları’. Tema böyle konulsa da tartışacağımız eserlerin yalnızca edebiyatla sınırlı olamayacağını da biliyoruz.

Atölye’ye 1 Kasım 2017’da Kadiköy Mim Sanat Merkezinde başlayıp 02.05.2017’de bitirmek üzere, 14 buluşma/eserle devam edeceğiz.

Programı şöyle belirledik:

Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri    Franz Kafka

Devlet                                                           İbni Haldun

Murtaza                                                        Orhan Kemal

Yeniden çarmıha gerilen İsa                  Nikos Kazancakis

Ankara mahpusu                                      Suat Derviş

Morgue Sokağı cinayeti                          Edgar Allan Poe

Bülbülü öldürmek                                                Harper Lee

Michael Kohlhaas                                     Heinrich Von Kleist

Mülksüzler                                                  Ursula K. Le Guin

Mrs.Dalloway                                             Virginia Woolf

Bunlar da mı insan                                   Primo Levi

Surname                                                     Aziz Nesin

Boyalı peçe                                                            W.Somerset Maugham

Venedik taciri                                             W.Shakespeare

Eğer siz de, gerçeği konuşmanın ayıp sayıldığı, yasak edildiği zaman diliminde yaşadığımızı düşünüyorsanız, ‘insanlığın en önemli iki buluşunun tekerlek ve kitap’ olduğuna, kitabın dünya içinde bir dünya ve o dünyayı güzelleştiren şey olduğuna, zor zamanlarda edebiyatın gücüne inanıyorsanız, okuduktan sonra neye dönüşeceğinizi merak ediyorsanız, ‘yeni bir dünya’ yaratma hayalinizi koruyorsanız, ‘dayan dünya diren edebiyat’ diyorsanız ve de dünyanın kaç bucak olduğunu birlikte öğrenmeye varsanız bizimle bu yolculuğa katılabilirsiniz. Çünkü barış ve adalet yolculuğundan ‘dönen dönsün biz dönmezük’.

Atölye’ye 1 Kasım 2017’de Kadıköy Mim Sanat Merkezinde başlayıp 2 Mayıs 2017’de bitirmek üzere, 14 buluşma/eserle devam edeceğiz.

Başvurularınızı atolyebak@gmail.com adresine mail atarak veya 0536 2196341 telefonu arayarak yapabilirsiniz.

Barışla kalın.

AtölyeBAK

 

1 Kasım – Hukuk ve Edebiyat – Behçet Çelik

Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 1 Kasım Çarşamba akşamki ilk oturumunun açılış sunumunu ‘Hukuk ve edebiyatın yakınlığı/uzaklığı’ temasıyla, hukukçu ve yazar Behçet Çelik yaptı.

Behçet Çelik, ‘söz’ ile olan ilişkileri nedeniyle hukuk ve edebiyatın yakın uğraşlar olduğunu belirtti.

Hukukçu, akışkan ve değişken toplumsal hayata sözcüklerden oluşan hukuk normları aracılığıyla bir düzen vermeye çalışır, edebiyatçı, insanı anlamaya ve ifade etmeye çalışırken sözcüklerden yararlanır.

İki uğraş arasındaki temel bir ayrım da tam burada ortaya çıkar; edebiyat insan hikâyeleri peşinde koşarken hukuk olası hikâyelerin tamamını kuşatacak genel kuralları koymayı amaçlar. Edebiyat, hukukun sabitlemek, her zaman her yerde aynı anlama getirmek istediği sözü açmak, genişletmek, yeni anlamlar eklemek ister. Hukuk çelişkileri sevmez ve ortadan kaldırmak isterken, edebiyat çelişkileri kışkırtır, bu çelişkilerden yeni anlamlar doğmasına, böyle ihtimallerin olduğunu hatırlatmaya, unutturmamaya çalışır.

Hukuk, tekil insanı genel ve soyut normlar içinde değerlendirirken edebiyat insanın bir başkasından ayrıldığı noktaların peşindedir. Hukuk saikle (nedenle) ilgilenmeyip eylemle ilgilenirken, eyleme giden yolu sorun haline getirmez. Edebiyatta ise esas olan bu yoldur, yoldaki uğraklardır, yolcunun hali, yola çıkma nedenleri, onu etkileyenlerdir. Hukuk, insanın neyi neden yaptığının değil, ne yaptığının ve bu yaptığının ne gibi sonuçlar doğurduğunun yanıtını ararken edebiyat, tam tersine, insanın ruhsallığının ve yapıp ettiklerinin derinindeki dinamiklerin peşindedir. Doğal olarak edebiyat insanı yargılamaz, anlamaya çalışır. Yargıladığı bütün bir toplum ya da zamanın ruhudur.

Hukuk normları soyuttur, çıkarları çatışan insanların ya da insanla devletin ilişkilerini düzenlemek için yaratılmıştır. Edebiyat ise insanın başkasıyla olduğu kadar kendisiyle olan çatışmasını da didikler, yeni çatışmaları kışkırtır ve düzensizliğe eğilim gösterir, soyut bir düzen fikrinden çok düzensizliğin olgusal, somut haliyle ilgilenir. Hukuk, konuyu toparlamaya, kurallara bağlamaya çalışırken, edebiyat konuyu dağıtma eğilimindedir.

Yargılama konusunda hukuka az da olsa yaklaşan edebiyat eleştirisidir. Ama yine de edebiyat eleştirisi, her yapıtın biricik olduğunu hiçbir zaman göz ardı etmez. Edebi yargıyla hukuksal yargının konulara yaklaşırken sordukları sorular da birbirine yakın değildir.

Hukuk nosyonu insanın çözümleme yeteneğini geliştirir, insana adalet, hak, özgürlük gibi evrensel konularda bir derinlik kazandırmayı amaçlar. Edebiyat insan, dünya ve hayatla çok yakından ilgilendiğinden hukuka bu noktalarda yakın düşer. Edebiyatçının dünyaya ve insana bakışında önemli bir perspektifi özgür irade- zorunluluk gerilimidir. Hukuk nosyonu edinmek, bu gerilimi görmeyi ve yorumlamayı sağlar, insanın çözümleme yeteneğini geliştirir. Hayata sürekli ve katı bir biçimde ‘olması gereken’ penceresinden bakan yerine ‘olan’ı gören, anlayan birine dönüşerek hukukçular, edebiyat aracılığıyla mesleki deformasyondan uzaklaşabilirler.

Özellikle toplumsal değişim dönemlerinde, toplumsal hayatın dinamizmi karşısında, hukuk kuralları da, hukukçular da, edebiyatçılar da değişir. Böylesi dönemler edebiyatçıları kışkırtır. Hukuk normlarıyla insan hayatı arasındaki gerilimin karmaşık bir hal aldığı bu değişim dönemlerinde edebiyat, hukukun gözden kaçırdıklarını gözler önüne serebilir. Hukuk kargaşaya son vermeye, var olan ya da olası krizleri bertaraf etmeye çalışırken edebiyat, sükûnet hallerine dönmekten çok kriz çıkarmak, var olan krizleri derinleştirmek, gözden kaçan, göz ardı edilen, genel çıkarlara kurban edilmiş durumların ortaya serilmesini ister, krizin üstündeki örtüyü kaldırır.

Edebiyatın bireysel olanla toplumsal olan arasındaki etkileşimi göz önüne alan bakış açısı, toplumsal bilimlerin, hukukun ve iktisadın toptancı bakışının göremediği noktalara görünürlük kazandırabilir. Edebiyat, nelerin insanı insanlıktan çıkardığını, karakterlerin nasıl aşındığını, farkında olmadan nasıl bir dünya görüşünü içselleştirmeye başladığımızı görmek isteyenlere, rehberlik eder ve edecektir.

 

1 Kasım – Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri – Franz Kafka

Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 1 Kasım Çarşamba akşamki ikinci oturumunda Yalçın Akyıldız, Franz Kafka’nın (1883 Prag – 1924 Berlin) kısa süreli yaşamını ve yaşadığı dönemi anlattıktan sonra yazarın Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açıldı.

Franz Kafka’nın yaşadığı dönem, 1890’da I. Wilhelm ölünce yerine önce III. Friedrich, kısa bir süre sonra da II. Wilhelm’in geçtiği dönemdir. Bismarck’ın jonglörlük diye tabir edilebilen karmaşık siyasetinin ardından, maceracı Wilhelm önderliğinde Almanya I. Dünya Savaşına giden saldırgan, yayılmacı ve emperyalist siyasete bulaşır. ‘Almanya’nın geri kalmasını emperyalizm yarışında çok geri kalmasına bağlayan’ bir yönetim anlayışı egemen olur. Bu anlayışla Almanya’nın 1871’de 41 milyon olan nüfusu 1914’te 68 milyona çıkacaktır ki aynı dönemde Fransa’nın nüfusu 36 milyondan 40 milyona yükselebilmiştir.

90’lar Çek Milliyetçiliği’nin iyice yükseldiği yıllardır. Giderek zayıflayan Habsburg İmparatorluğu nüfusunun yüzde 36’sı Çek topraklarında yaşarken üretim ve istihdamın yarısından çoğu bu topraklarda gerçekleşir. 1870-1913 yılları arasında Çek toplumunun sosyolojik yapısında köklü bir değişiklik olur, çağdaş ve refah içinde bir toplum ortaya çıkar, modernleşme sonucu ulusalcılık bayrağı soylulardan kentli orta sınıfa geçer. Böylelikle Alman ve Çek kamusal hayatı ayrışır ve Almanlar giderek azınlıkta kalmaya başlar. Prag kent merkezinde Almanca konuşma oranı 1850’de %41 iken, 1880’de yüzde 20’ye, 1900’de ise yüzde 11’e düşecektir. Bu dönem bütün Avrupa’da olduğu gibi Çek kültür, sanat ve mimarisinin parıldadığı bir dönem olacaktır.

Kafka, 3 Temmuz 1883’te Prag’da doğar, hukuk eğitimi alır, bir yıl avukatlık yaptıktan sonra sigorta şirketinde, iş kazalarıyla alakalı bir bölümde çalışmaya başlar. İşinden arta kalan zamanlarda yazı yazmaktadır. İlk yazısı olan ‘Gözlem’, 1912 yılında Leipzig’de bir yayınevi tarafından yayınır. 1917’de tüberküloz olur, Berlin’e yerleşir, 1922’de erken emekliye ayrılır ve 1924 yılında ölür.

Yaşamı süresince 7 küçük kitabı yayınlanır. Arkadaşı Max Brod’a, ölümünden sonra yakması için, 3 tamamlanmamış roman ve bir yığın defterle günlük bırakır. Brod’un bunları yakmak yerine, 1939’da Nazilerin Çekoslovakya’yı işgalinden hemen önce, Prag’dan kalkan son trenle kaçarken yanına almasıyla, edebiyat tarihi değişir.

Günlükler, her şeyi ve kendini fazlasıyla sorgulayan bir kişilik yapısında olan Kafka’nın yaşamı ve kendini kavrama aracı, adeta bir tür terapi gibi görülebilir. Kafka’nın yarı korkunç, yarı gülünç karakterlerinin kendi durumundan uzaklaşmak ve bu durumu kontrol edebilmek adına ona iyi geldiğine inanılır.

Babasının güvenli ve güçlü bir adam olması Kafka’yı kendi ifadesiyle, babasının yanında hep ezik hissetmesine yol açar; ‘Senin o katıksız bedenselliğin karşısında ezilmiştim.’ Yüzmeye gittikleri bir gün, birlikte üstlerini değişirken, babasının gövdesinin kendisini şöyle hissetmesine yol açtığını söyler: ‘Sudan korkan, onun kulaç hareketlerini taklit etmekten aciz, kararsız küçük bir iskelet…’ Annesiyse, Değişim’deki anne gibi talihsiz oğluna üzülmekten ve kriz anlarında bayılmaktan başka yapabilecek bir şeyi olmayan bir kadındır. Annesi oğlundan düzgün bir evlilik ve başarılı bir iş hayatı beklerken, tek sevgi kaynağı annesinin kendisini sıradan biri olarak görmesi, ondan ‘Gözlem’ şikâyet etmesi Kafka’yı oldukça sarsar. Bütün bunlara karşın Max Brod ve diğer arkadaşları, Kafka’nın son derece rahat, neşeli bir insan olduğunu söyler.

Kafka, Flaubert, Dostoyevski, Kleist ve Grillparzer’le edebi kan bağı taşıdığını söylerken tam bir sinemasever olduğu bilinir. Çekçe’yi akıcı konuşur, yazılarında Prag Almancasını değil klasik Almancayı kullanır.

Kitaplarında imkânsız olaylar sanki kaçınılmazmış gibi gerçekleşir ve açıklama gerektirmez. Olağandışı olanla, tüm sıradanlığı ve detaylarla gerçekler kol kola gider. Dönüşüm’de, Gregor böceğe dönüşmüşken aile bireyleri odayı depo olarak kullanmayı düşünür, örneğin. Bu nasıl bir dünyada yaşadığımıza dair bir belirsizliği çağrıştırır.

Fiziksel egzersize önem verir, uzun yürüyüşler yapar, yüzer, düzenli jimnastik hareketleri yapar, vejetaryen olmaya karar verir. Kısacası bedenine düşkün biri gibidir. Ona göre beden sağlıklı bir yaşam sayesinde kurtuluşa ulaşır, ama aynı zamanda cezanın da en ulu mekânıdır. Günlüklerinde, bedenine dehşet uyandıran korkunç bir ceza uygulandığını hayal eder.

Ceza Kolonisi’nin ıstırap dolu bir öykü olduğunu kabul ediyor ve yaşadığımız çağ özellikle benim dönemim çok ıstırap verici diyor. ‘Bir Köy hekimi gibi eserlerden geçici haz almam hala mümkün; ama mutluluk yalnızca dünyayı temiz, doğru ve değişmez hale getirebilirsem gerçek olur’ deyişine bakarsak yazdıklarına yüklediği önemin ya da hedefin büyüklüğü anlaşılabilir.

Otorite, otoritenin uygulanması ve kurbanın kabullenişi ana temalarındandır. Bürokrasiyi çok iyi bildiği gibi dönemin otoritesinin güç ve şiddet mekanizmalarını kullanışını da çok iyi kavramıştır. Kitapta kullanılan mekanizma ya da aygıt, aynı zamanda yönetim mekanizması-aygıtı olarak da kullanılan bir sözcüktür. Kafka güç ve gücün kötü etkilerini resmederken yöneticilerin görünmezliği özelliğini de vurgular. Ceza Sömürgesi’nde ve Geri Çekiliş’de, örneğin gerçek otorite görünmez.

Ortaçağ’da en ağır cezalar, otoritenin sınır tanımaz güç kullanımı halkın önünde yapılırken Kafka’nın döneminde artık karakol ve hapishanelerdeki gizli odalara, Avrupa’dan uzak sömürgelere taşınmıştır. Kafka’nın amcalarından Joseph Loewy, 1891-1902 yıllarında Kongo’da zorla yaptırılan bir demiryolu inşaatında çalışmıştır. Amcasının anlatıları Ceza Kolonisi’nin temelini oluşturur. Aynı dönemde, 1904-1908 yılları arasında, bugünkü Namibya topraklarında bulunan Alman General Lothar von Trotha’nın emriyle gerçekleştirilen katliamlar ve toplama kamplarında sürdürülen kitlesel imha eylemleri, Herero nüfusunun yüzde 80’i ile Nama nüfusunun yüzde 50’sinin yok olmasına sebep olmuştur. Soykırımla karşılık bulan isyan için Almanya’da şöyle denmiştir: ‘Asiliklerinin sonucunu vücutlarında hissedeceklerdir.’ Yine o dönem Alman yetkililerin tıpkı İngilizlerin 40 derece sıcaklık olan Hindistan’da kendi kıyafetlerini giydikleri gibi ağır üniformalarından vazgeçmedikleri bilinir.

Kafka’nın 1914’te yazıp 1919’da yayımlanan Ceza Sömürgesi’nde, detaylarını bilmediğimiz konuğun düşünceleri, davranış biçimi, bugünkü Batı’nın Yüzü ya da BM’in ikircikli, görmezden gelen tavırları gibidir. Konuk; bir erin idamında bulunma davetini geri çevirmenin saygısızlık sayılacağını düşündüğü için kabul etmiştir. İlk başlarda kaçacak bir nokta arar, kendisi konuktur ve kendi işine bakmalıdır, tropikal bir iklimde Avrupa standardı beklenemez. Hem mahkûm da yabancının biridir, vatandaşı bile değildir. O belki yeni komutanın da görüşü doğrultusunda bu aygıta karşı çıkacaktır ama…’Ne yararım dokunabilir size ne zararım’ der. Tekneye doğru hamle yapan mahkûm ve ere halatla saldırısı, bugünün mültecilerine karşı tutumlarıyla Batı’yı çağrıştırır.

Otoriteye tam bir teslimiyet gözlenir, ‘Zincirlerini söküp bıraksalar, sonra bir ıslıkla çağırsalar koşar gelirdi.’

Bugün hukuk dünyasında kabul gören yargının işleyişi ve yargılanma süreçlerinin hiçbiri, ceza sömürgesinde görülmez. ‘Sanık en temel hakkı olan kendini savunma hatta suçunu ve cezasını bilme hakkına bile sahip değil. Çünkü yargı adaletin bir enstrümanı değil otoritenin varlığının devamını garantiye alacak sopası olarak var. Yani iktidar her şeyi hukuka uygun yapıyor çünkü hukuku kendileri yapıyor.’ Ceza infaz anlayışının felsefesi olan caydırıcılık ilkesi seyirlik bir etkinliğe dönüşür. ‘İnfazı herkes izlesin diye tırmık camdan yapılmış, çocuklar ön sıradan izlesinler isteniyor. Ortaçağ sistemine dönüş arzusu.’ Hukukun ve cezanın uygulanma ritüellerinde, dini vurgulara yer veriliyor. ‘İsa’nın çarmıha gerildiği gün Roma saatine göre 6. Saatte (12:00) tüm dünya kararıyor, ‘’Kumandan yıllar sonra dirilecek… İnanın, bekleyin!’

Adalete olan inancın kırılganlığı vurgulanır. Otoriteyle yasa uygulaması arasındaki ilişki tüm çıplaklığıyla ortaya koyulur. ‘Yasalar herkesin bilmediği, sadece bizi yöneten küçük soylu sınıfın elinde tuttuğu bir gizdir.’ Suç ve ceza üzerine fragmanlarda, bu ilişki adalet uygulayıcıları üstünden anlatılır. ‘Sadece görev almanın onuru için kabul etmemişti görevi. Savcı yardımcısı sanıktan da savunduğu siyasal düşünceden de nefret ediyordu…. Kendisi gibi düşüneler birleşse, imparator ve hükümetle uyum içinde hareket ettiklerinde çözülmeyecek zorluk yoktu. (savcı bunları görev bilinciyle, inanarak yapıyor)’, ‘Savcı: aziz meslektaşım, bu dosyada sadece bir iddianame yok, burada sizin onuncu savcılığa atanışınızın anahtarı gizli, der’, ‘Avukat da son derece isteksiz ve inançsız. Tek motivasyonu basında yer bularak kendi cephesine şirin görünerek puan kazanmak.’ Otoriteye teslimiyet ve yöneticilerin görünmezliği sıkça vurgulanır. ‘Biz başşehrin bize buyurduklarına sessizce uyarız. Oysaki başşehir bize her şeyden uzaktır’, ‘Sayısız imparator değişti biz fark bile etmedik’, ‘Neyimiz varsa elimizden alındı, sonunda bizi de al bari’, ‘Albay yönetimi zor kullanarak elde etmiş değil, bu yüzden ona zorba demek olmaz.’

Kafka ceza sömürgesi ve diğer hukuk öykülerinde, Avrupa’ya, bilim dünyasına, teknolojiye, kendi refahı ve ilerleme adına kan ve dehşet getiren her şeye yönelik bir eleştiri metni oluşturur. Yasayı temsil eden düzenekleri ayarlayan ve çalıştıran, gerideki toplumsal düzeneği sorgulamaktadır. Aygıtın sorgulanması ve anlamsızlığı ortaya çıktığı anda kendi kendisini yok etmesiyle ilgilidir; cezayı uygulayan aygıt, aygıtın temsil ettiği yasa ve yasanın temsil ettiği toplumsal düzenek. Ve bir toplumsal düzenekten söz edilebiliyorsa, bu düzenek karşısındaki bireyden de söz etmek gerekir. Kafka, yasayı yapan ve uygulayan iktidarı, bu toplumsal düzeneği bireyin karşısına yenilmez bir dev olarak diker. Birey yalnızca cezaya değil yasaya ve onun temsil ettiği toplumsal düzeneklere karşı başarısızlığa da mahkûmdur. Yasaya karşı çabalayan kişilerin fiili ‘adalet’, aramaktır. Cibran’ın dediği gibi, ‘Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir.’

Kafka, doktora çalışmasını yürüttüğü hocası Alfred Weber’in katkısıyla, kapitalist toplumun ilerleyişinin içerdiği tehlikeleri görmeyi, kapitalistleşme sürecindeki bir devletin, pek egemen olmadığı bir bürokrasi eliyle giriştiği toplum mühendisliğinin yol açacağı kendi kendisini yıkma, yok etme, otofaji sürecini, yazın hayatından çok daha erken döneminde keşfeder.

 

15 Kasım – Devlet – İbn Haldun

Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 15 Kasım Çarşamba akşamki ikinci oturumunda Faruk Sevim, İbn Haldun’un (1332 Tunus – 1406 Kahire) yaşamını, yaşadığı dönemi anlattı. Yazarın 7 ciltlik dünya tarihi kitabı Kitâbu’l İber’e (Öğüt Kitabı) giriş niteliğinde, 1378 yılında yazılan ilk cildi Mukaddime’den (adım atma) seçilerek oluşturulmuş Devlet isimli derlemesi hakkında bilgi verdi, daha sonra kitap Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açıldı.

İbn-i Haldun modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir. Köklü bir aileden gelir, iyi bir eğitim alır. Tunus ve Fas’ta devlet görevlerinde bulunur, Gırnata (İspanya, İber Yarımadası) ve Mısır’da çalışır, önemli siyasi görevler üstlenir. Mısır’da 6 defa Maliki kadılığı yapar, Şam’ı işgal eden Timur ile görüşmesi bir fatih ile bir bilginin ilginç buluşması olarak tarihe geçer, 2 yıl hapis yatar.

Arap dünyasında yeniden keşfedilmesi ancak Arap milliyetçiliğinin gelişmeye başlaması ile olur. 19. yüzyıldan itibaren Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü. Siyasi yönelimlerini ve tarafını sürekli değiştiren biri olmasına karşın, göçebe Berberi kabileleriyle ilişki kurma konusundaki politik yetenekleri dolayısıyla Kuzey Afrika’daki iktidarlar tarafından hep aranan biri olur. Steplerde ve dağlarda yaşayan Arap ve Berberi aşiret reislerinin, hizmet ettiği hükümdarlara siyasal olarak bağlanmalarında önemli rol oynar. Diğer İslam ülkeleri, özellikle Müslüman Batı, sınır çatışmaları, işgaller ve iç kargaşalarla boğuşurken, Memluklar döneminde refah ve kültürel zenginlik hüküm sürdüğü, ‘burayı görmeyen, İslam’ın gücünü anlayamaz’ dediği Mısır’a gider. 1384 Yılında Sultan Zahir Berkuk’a tanıştırılır, Kamhiye medresesi müderrisliğine ve Kahire Malikî baş kadılığına tayin edilir.

1401’de Timur İmparatorluğunun hükümdarı Timur ile görüşmeye gitmesinden ölümüne kadar dört kez, toplamda ise altı kez daha baş kadılığa atanır ve her seferinde başka bir nedenle görevden azledilir. Aralık 1400’de ve 1401 başında Timur ile İbn-i Haldun’un tarihî görüşmeleri gerçekleşir.

İbn-i Haldun’un yaşadığı dönem Kuzey Afrika’da istikrarsızlığın hâkim olduğu bir dönemdir. İstikrarsızlık sürekli yeni ittifaklar ve ihanetler yaratır.

Devlet kitabı:

İbn-i Haldun, yerleşik yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp, belli kurallara uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtarabilmek için belli bir siyaset izlenmesi gerektiğini anlatır. Ona göre üç tür siyaset vardır:

İnsanların akılları ile bulup koydukları kanunlar aracılığı ile devleti yönettikleri akli siyaset. Siyasetçi akla dayanarak kimi zaman yöneticinin iyiliğini, kimi zaman da yönetimin/sistemin iyiliğini araştıran kişidir.

Devletin peygamber tarafından bildirilmiş olan Tanrı buyrukları ile idare edildiği dinî siyaset. Dinî kurallar insanların davranışlarını gösterdiği kadar, devletin izlemesi gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra da halifeler tarafından yürütülür. Bu yüzden hem bu dünya hem ahret için faydalı bir siyasettir.

Filozofların ileri sürdükleri ideal bir siyaset biçimi olup, gerçekle ilgisiz kabul edilebilecek medeni siyaset. İdare eden bir otorite olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklindeki bir sistemdir. İbn-i Haldun’a göre böyle bir sistemin gerçekleşebilmesi için her bir ferdin fazilet ve bilgi sahibi olması gerektiğini, bunun da pratikte gerçekleşmesi uzak bir ihtimal olduğunu söyler.

Kitâbu’l-İber, ‘Tam adıyla Araplarla Arap Olmayanların ve Berberilerin ve Aynı Devirdeki Büyük Kudret Sahiplerinin Muharebelerine ait Kaynak ve Haberleri Toplayan ve Yorumlayan Kitap’ adlı bu eser İbn-i Haldun’un yedi ciltten oluşan ve onu ölümsüzleştiren en önemli eseridir.

İbn-i Haldun’un en çok tanınan eseri Mukaddime büyük tarih kitabının 1. Cildi, esere adım atma, anlamında, giriş niteliğindedir ve İslami tarihi eserlerde bir gelenek olan ‘Tarihe övgü’ öndeyişi olarak yazılmıştır

  1. bölüm: İklimlerin ve beslenmenin insan tabiatı ve uygarlıklar üzerindeki etkileri
  2. bölüm: Göçebe ve yerleşik kültürlerin karşılaştırılması ve iki kültür arasındaki çatışmaların sosyal sonuçları
  3. bölüm: Devletlerin doğuşu ve çöküşü, saltanat, hilafet ve krallık yapmanın koşulları ve kuralları
  4. bölüm: Köy ve kasaba hayatı ile imar faaliyetleri ve bunun İslam devleti ile ilgisi
  5. bölüm: Dönemin ana meslekleri, geçim araçları, sanat, ticaret, ziraat, tarım ve inşaat gibi ekonomik faaliyetler
  6. bölüm: Bilimlerin sınıflandırılması, eğitim yöntemleri kaleme alınmıştır.

Büyük devletler peygamberlere iman sayesinde güçlü olurlar. Dini asabiyet devlete güç katar. Bir inanç, bir ideal uğruna mücadele, güce güç katar. Devletin sınırları taraftarlarının sayısıyla orantılıdır. Her devlet, kendisine gerçekten bağlı insanlara ihtiyaç duyar, yoksa sınırlarını koruyamaz. Özellikle başkentlerin korunması önemlidir. Devletin genişliği ve uzun ömrü onu ayakta tutanların sayısına bağlıdır. Devlet için asabiyet, yani birlik duygusu ile bağlanmış insanlar önemlidir, devletin ömrünü bu asabiyet belirler.

İbni Haldun’un sosyoloji bilimine kazandırdığı en önemli kavramlardan biri, onun siyaset kuramının temelini oluşturan asabiyettir. Kastettiği anlam, birlik ruhuna dayalı olan kuvvettir. Bir başka deyişle asabiyet en azından iki kavramı birlikte kapsar; birlik ruhu ve bundan doğan kuvvet. Bu nedenle asabiyet kavramı hem dayanışmayı hem de güç sahibi olmayı içerir.

Çok sayıda grup ve topluluğun yaşadığı topraklarda güçlü bir devlet kurulması zordur çünkü bu grup ve toplulukların beklentileri, asabiyetleri farklıdır. Şan ve ihtişama tek başına sahip olmak iktidarın kaderidir. Devletin kurulması ve yaşaması için bir asabiyetin üstün gelmesi ve maya olması gerekir. Bu durumda da tek bir kişi yönetime egemen olur, diğerleri tabi olur.

Bolluk ve refaha dalmak devletin tabiatındandır. İktidarı ele geçirenler tüm imkânları da ele geçirmiş olur. Sükûnet ve rahatlık devletin tabiatında vardır. Devlet bir kere kurulduktan sonra artık imkânlardan faydalanma, rahatlık dönemi başlar, bir zaman sonra da ihtiyarlık dönemine girer

Devlet kurulduktan sonra zenginlik tek bir kişide toplandığı için huzursuzluk başlar. Yöneticiler refaha dalar, halkı unutur, israf çoğalır. Askere verilen para azalır. Cesaret atılganlık gibi özellikler, rahatlama döneminde azalır. Sonuçta devlet ihtiyarlamaya başlar.

İnsanlar gibi devletlerin de ömürleri vardır. Devletlerin ömrü ortalama 120 yıldır. İlk nesil devleti kuran zorluklarla baş eden, ikincisi eğlenmeyi, şan ve şeref sahibi olmayı öğrenen, üçüncüsü kuruluş dönemindeki hiçbir sıkıntıyı hatırlamayan, devlet çökme evresine girmesine basamak oluşturan, dördüncüsü ise devletin çöküntüsünü yaşayandır.

Devletler göçebelik hayatından medeni hayata geçerler. Her devlet kuruluş safhasında göçebedir, sonra medeni yani yerleşik hayata geçer. Yerleşik hayata geçen devlet, kendinden önceki devleti örnek alır. Kuruluş safhasındaki refah devletin gücüne güç katar. Kuruluş safhasında yeterince zengin olan devlet, daha güçlü olur. Yöneticilerin ahlak ve karakteri devletin geçireceği safhalara uygun olarak biçimlenir.

İnsan ömrüne benzer bir hayat geçiren devlet, aynı zamanda onun büyüme, genişleme ve çökme devirlerini de geçirecektir. Bu devreleri İbn Haldun ‘siyasi toplumun geçireceği dönemler’ ismini verir ve özelliklerini şöyle sıralar:

Birinci dönem, ‘zafer dönemi’dir. Henüz siyasi iktidarda mutlakıyet meydana gelmemiştir, asabiyet devam etmektedir.

İkinci dönem, ‘istibdat dönemi’dir. Sebep asabiyeti nesep asabiyetini bir kenara atmış, hükümdarla kabilesi arasında bir ayrılık ortaya çıkmış, mutlakıyet yerleşmiştir.

Üçüncü dönem, ‘ferah dönemi’dir. Bu aşamada medenilik tüm olgunluğunu mimaride, zanaatlarda ve güzel sanatlarda bulmuş, mutlakiyet rejimi huzur devrine kavuşmuştur.

Dördüncü dönem, ‘barış dönemi’dir Devlet, öncekilerinin elde ettikleri ile kanaat eder ve diğer devletlerle sulh içinde yaşar.

Beşinci dönem, ‘israf dönemi’dir. Bu tavırda hükümdar, devletin servetini kendi heva ve hevesi için tüketir. Kendisine bağlı olan insanları kaybeder. Devlet müzmin bir hastalığa hastalanır ve nihayetinde çöker.

Devletin ticaretle meşgul olması halk için zararlıdır. Devlet özellikle savurganlık döneminde giderleri karşılamak için ticaretle ilgilenmeye başlar, vergileri artırır. Devletin ekonomik girişimleri halka zarar verir. Devletin geliri, servet sahiplerinin çoğalması ile artar. Devlet adamları devletin orta ömründe servet sahibi olurlar

Kuruluş döneminde devletin gelirleri kuruluş için savaşan kişiler arasında paylaşılır, ama ilerleyen zamanda hükümdarlar tüm gelire el koyarlar, paylaşmaz. Hatta işler kötüye gittiğinde hükümdarlar servetlerini ülke dışına kaçırmaya çalışır. Gerçi genellikle gittikleri ülkenin hükümdarı da bu servete el koyar.

Hükümdar hediye ve bağışlarındaki azalma, vergi gelirlerinde azalmaya neden olur. Elindeki parasal imkânları kullanmayıp, tüm parayı hazinede biriktirirse veya halkın elindekini bir bedel ödemeden elinden alırsa, pazarda kıtlık olur, sultana gelen hediye ve bağışlar azalır, vergi gelirleri azalır.

Adalete uymayan hareket medeniyete ve imara düşmandır. İnsanların mallarını elinden haksız olarak almak onların ümit ve beklentilerini kırar. Halk adalete aykırı davranışlarla karşılaşırsa, başka ülkelere göç eder, o zaman bayındırlık işleri durur, ekonomi bozulur, kıtlık olur. Bazen büyük kentlerde adalete ters uygulamalar hemen yıkıma yol açmaz, çünkü bu kentlerin güçlü bir ekonomisi vardır, ama yine de durum zamanla kötüleşir.

Dinin bütün gayesi, dini, canı, malı, nesli, aklı korumaktır. Allah zulmü yasaklamıştır, çünkü zalimlik insan neslini yok eder, ülkeyi viraneye çevirir. En kötü zulüm halkı karşılıksız, angarya olarak bir işte çalıştırmaktır. Daha da kötüsü devletin ihtiyaç duyulan malları ucuza temin edip pahalıya satmasıdır.

Devletin parçalanması, ihtiyarladığının göstergesidir. Hükümdarlar devleti tek başına yönetmeye başlayınca, hak sahibi olduğunu düşünenler devleti bölerler. Bu da genellikle devlet yöneticileri zevk ve sefaya daldıklarında olur.

Bir devlet iki temel üzerine kurulur: asabiyet, para. Asabiyet (güç ve taraftar) ile para azaldığında devlette aksamalar başlar ve yıkılma sürecine girer. Devletin kuruluşunda hükümdar, çevresi ile birlikte devleti yönetir, şan ve ihtişama birlikte sahip olur, ama zaman geçtikçe hükümdar biraz da korktuğu için çevresini iktidardan uzaklaştırmaya, yok etmeye başlar, bu da asabiyeti azaltır, devleti zayıflatır. Hükümdar uzaklaştırdığı akrabaları yerine azatlıkları geçirir, ama bu da asabiyeti sağlamaz, çünkü akraba değillerdir. Gerçek yardım ve dostluk kardeşlikte olur. Devletin kuruluş döneminde fazla gideri yoktur, ama zaman ilerledikçe israf artar. Vergiler de artar, bu da devletin sonunu getirir.

İhtiyarlayıp çöken bir devletin yerine yeni bir devlet kurulur ya da sınır boylarındaki bir vali zamanla güçlenir ve devleti ele geçirir ya da komşu ülkelerden bir kişi halkı kendisine biate çağırır, böylece yeni devlet kurulmuş olur. Yeni devlet darbe ile değil, aşamalı olarak kurulur. İhtiyarlamış devlete isyan eden gruplar bu çatışmaları uzun süre sürdürür. Savaş hileden ibarettir. İsyancılar devletin daha da yıpranmasını bekler. Devlette çözülmeler başlayınca isyancılar onu yıkarlar.

İnsanlığın kalkınması için siyaset zorunludur. İnsan için sosyal hayat, engelleyici, başvurulacak bir otorite gereklidir. Devlet başkanı dini referans alan bir yönetim izlerse bu hem dünya hem ahret için iyidir, yalnızca aklı referans alan bir siyaset dünya için iyidir. Siyaseti medeniye için her bir bireyin manevi erdem taşıması gerekir.

İbni Haldun sosyolojinin kurucusu ve pek çok çağdaş kavramın yaratıcısıdır. Kavramlarından pek çoğu bugün çağdaş toplumun çözümlenmesinde anlamlı ve işlevsel olarak kullanılabilir. Ancak, İbni Haldun kendisini, kendi yaşam döneminin devlet ve üretim biçimi olan dinsel monarşiye bağlı tarım kültüründen kurtaramamış gibi gözükse de çağın kendisini çok aşan birçok çağdaş kavramı sosyolojiye kazandırmış olması onun çözümleme gücünü gösterir.

Bugün için bile en geçerli kavramlardan biri olan asabiyeti yalnızca akrabalığa bağlamış olması önemli bir eksikliktir. Oysa her türlü sınıf ve grup bilincinden ulusal ve toplumsal bilince kadar, ‘eyleme dönüşmüş birlik ruhu’ denilebilecek her kavramın altında asabiyet yatar. Üstelik İbni Haldun bu kavramı çağdaş sosyolojinin vermediği bir anlamı, ‘eyleme dönüşme’ özelliğini verebilmemize yol açabilecek bir anlayışa da sahiptir.

İbni Haldun, yerleşik kültüre geçen insan toplumunun, organizmalar gibi kısır bir döngü içinde kendi kendini tekrar etmeyeceğini görememiştir, böylece gerçek evrim sürecini yakalayamamıştır. Devletlere yaklaşık olarak 120 yıl ömür biçmesi ve bu süreden daha uzun ömürlü bir devletin olamayacağını ısrarla savunması da bir diğer yanlış ya da eksiğidir. Yaşadığı dönemdeki Kuzey Afrika devletlerinin hemen tamamının bu süre dolaylarında yaşamlarını sürdürmeleri onu böyle bir düşünceye itmiş olma olasılığını göz ardı etmemek gerekir.

Günümüz devlet yapısını, devlet yöneticilerinin davranış biçimlerini, devletlerin yaşadığı evreleri ve belki de yıkılma süreçlerini anlamamızda, İbn Haldun’un 14. yüzyılda yaptığı analizlerin önemli katkıları var. Analiz ve saptamaları, siyaseti anlama ve değerlendirme noktasında ışık tutar özellikte.

Onun deyişiyle; ‘Adalete uymayan davranışlar, uygarlığa ve kalkınmaya düşmandır’.

 

29 Kasım – Murtaza – Orhan Kemal

Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 29 Kasım Çarşamba akşamki üçüncü oturumunu Cihangir Orhan Kemal Müzesi Cafe’sinde yaptık.

Atölyenin konusu olan eserin yazarı Orhan Kemal’in (15 Eylül 1914 Ceyhan – 2 Haziran 1970 Sofya) oğlu Işık Öğütçü bizlere babasından, aile ilişkilerinden, yazarın edebiyatçı olarak yaşadıklarından söz etti. Ardından Görkem Yeltan, Orhan Kemal’in eseri Murtaza hakkında bilgi verdikten sonra kitap Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açıldı.

Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal yazı hayatına şiirle başlar. Daha sonra, Bursa Cezaevi’nde yatarken Nazım Hikmet’in önerisiyle, Orhan Kemal adını kullanarak hikâye ve roman yazmaya başlar.

Eserleriyle, toplumsal yaşamımızın değişim dönemlerini, birey-toplum ilişkileri çerçevesinde gerçekçi bir biçimde dile getirir. Tarla ırgatlarından fabrika işçilerine uzanan, çalışanları, işsiz insanları konu edinen, ekmek kavgası veren yoksul kesimin yaşamını anlatan Orhan Kemal, çağdaş Türk edebiyatında özgün bir yere sahip olur. Şiir, roman, öykü, oyun ve senaryo olmak üzere beş farklı alanda eser verir; 27 romanı, 12 öykü kitabı, 5 oyunu, çeşitli dergilerde basılmış şiirleri, 9’u filme alınmış 10 senaryosu ve 3 film öyküsü vardır. Orhan Kemal, eserleriyle her dönemde Türk sinemasına kaynaklık eder. Hilmi Yavuz, “Tip’i, trajik ve komik olanın diyalektiği üzerine inşa etmek! Orhan Kemal’in bütün başarısı buradadır,” der.

Atölye’nin konusu olan Murtaza romanı, ilk olarak 1952 yılında Vatan gazetesinde tefrika edilir. Roman gazetede yayımlandığında büyük ilgi görür, bunun üzerine aynı yıl kitap olarak basılır. Orhan Kemal Murtaza için “Yazımı uzun yıllara dayanan olgunlaşmış bir romanın kâğıda dökülmesinden ibaretti,” der. Roman Türk edebiyatında önemli bir yer edinir.

Orhan Kemal daha sonra Murtaza romanını genişleterek tekrar yazar. 1969 Yılında genişleterek neden ikinci kez yazdığını, önsözünde şöyle açıklar: “Murtaza’yı roman haline getirmek için çok çalıştım. Murtaza bir roman değil, olsa olsa bir büyük hikâyeydi. Kitabın yüz seksen sayfalık hacminden dolayı söylemiyorum bunu. Salt romanı roman yapan şeylerin eksikliğinden böyle yaptım. Elimde hala yığınla malzeme var. Bu malzemeyle bir ‘Murtaza 2’ yapar mıyım, henüz bilmiyorum. Bana sorarsanız Murtaza şimdi roman oldu kanısındayım.”

Konu olarak ilkinden farklılık göstermeyen bu romanda bazı bölümler daha geniş olarak ele alınır. İlk romanda, Murtaza’nın mahalle bekçiliği yaptığı bilgi olarak verilmişken, ikinci romanda, mahallede bekçilik yaparken başına gelenlere, mahalleliyle arasında geçenlere yer verilir, aile bireyleri daha belirgin bir biçimde çizilir, Murtaza’nın ailesiyle olan ilişkisi daha geniş anlatılır. Eklenen olaylar ve yan karakterlerle roman hareket kazanır. Eser iki defa sinemaya uyarlanır.

Romanda, hikâyenin ne zaman geçtiğiyle ilgili kesin bir tarih belirtilmemiş olmakla birlikte, Murtaza’nın ustalara anlattığı askerlik anıları, tarihle ilgili bilgi vermektedir; İkinci Dünya Savaşı yıllarında askere alınmıştır ve askerden yakın bir süre önce gelmiştir. İşçilerin Hitler ve Mussolini’yle ilgili konuşmalarından, Demokrat Parti’nin kurulmuş olmasından romanın II. Dünya Savaşı sonrasında, 1945-52 arasında geçtiği anlaşılmaktadır

Roman, görevini herşeyden üstün tutan “Vazife bir!” deyip başka bir şey demeyen, ‘vazife aslanı’ bekçi Murtaza’yı anlatır. Murtaza mübadele ile Yunanistan’dan gelmiş bir muhacirdir. Çukurova’da devletin verdiği tarlayı ekip biçmiş ama işler yürümeyince şehre taşınmıştır. Önce mahalle bekçiliği, ardından da fabrika bekçiliği yapar. İşini öylesine önemser, öylesine her şeyin üstünde tutar ki, bunun için çocuğunu bile feda edebilir. Romanın iskeletini Murtaza oluşturmakla birlikte arka planda yaşadığı yoksul mahalle, çalıştığı fabrika, ailesi, yoksul insanlar ve işçiler vardır.

Mahallenin bütün sorunlarından kendini sorumlu tutar. Sokaklarda nara atanlara, toplanıp konuşanlara, ışıkları gece açık bırakanlara kızar, herkese karışır. Aslında kendince mahalleyi korumak ve nizama sokmak için uğraşıyor olsa da mahalleli onun bu iyi niyetini takdir etmez. Çünkü olur olmaz gecenin bir yarısı düdüğünü çalıp insanları uyandırmakta ya da birini gözü tutmazsa tutup doğru karakola götürmektedir. Mahallelinin artan şikâyetleri üzerine komiser Murtaza’yı mahalle bekçiliğinden alıp fabrika bekçiliğine gönderir.

Fabrikadaki işine “Abe lazımmış fabrikaya disiplin, edeceğim ben disiplin” diyerek başlar. Murtaza bekçi olarak işe alınmasına rağmen işçileri denetlemeye kalkışır, ustalara karışır, yardımcısı olduğu kontrolörü disipline sokmayı kendine görev bilir, işe ara verip tuvalette sigara içenleri, iş başında kaçamak yapıp uyuklayanları, işten kaytarıp etrafta koşuşturup oynayan çocuk işçileri, fabrika kahvesinde boş boş oturanları, zaman zaman Fen Müdürüne şikâyet eder. Fen müdürü ise Murtaza’nın çalışmasından memnundur ve her fabrikaya bir Murtaza gerektiğini söyler çünkü fabrikadaki herşeyden haberdar olmaktadır. Fabrikadakiler Murtaza’nın çoğu zaman saçmalığa varan katı disiplininden bıkmıştır ve aralarında alay konusu olmaktadır.

Murtaza’nın en büyük gurur kaynağı Balkan Harbi’nde şehit düşmüş olan dedesi Kolağası Hasan Efendi’dir. Dedesi vazife uğruna şehit düşmüştür çünkü ‘vazife üstündür herşeyden’. Murtaza da dedesi gibi vazifesine ‘ölüm uğruna’ yapacak kadar bağlıdır. İşe başladığı gün dedesinin fotoğrafı önünde ona söz verir. Murtaza dedesi gibi gurur duyacağı bir oğlu olmasını çok ister ama karısı bir türlü böyle bir oğlan doğuramamıştır; “İstediği evsafta olmayan tarlada tohumu çürümüştür.”

Murtaza, her durumda benzer sözleri bıkmadan tekrarlar, vazifesiyle sık sık övünür: “Dayısı Kolağası Hasan bey gibi saldıracak düşmana, dökecek mübarek kanını kutsal vatan topraklarına”, “Olacağım sana layık bir torun, dedem Kolağası Hasan Bey. Yaşatacağım senin namını, fabrikadaki disiplinimle hem de üstün hizmetlerimle,”, “Ankara’da Devlet hem da Hükümet, yukarda Allah, burda da ben” ,“Gördüm ben kurs, aldım çok sıkı terbiye büyüklerimden, hem de amirlerimden takdirname” , “Bir vazife büyüktür bir namustan…Vazife bir sırasında görmeyecek gözün dünyayı, demeyeceksin evladım, ciğerparem” der.

Murtaza kendi gerçekleriyle yaşamakta ya da gerçekleri yanlış anlamakta, kendine göre çarpıtmaktadır. Fabrikaya gönderilmesinin altında mahalle bekçiliğinden alınması olmasına rağmen, Murtaza bu durumu bir terfi, bir ödül olarak görür. Hem fabrikadakilere hem de ailesine yeni işini övgüyle anlatır, askerliğini hangi rütbeden yaptığını soran işçilere bakayadan askere alınmasını abartarak anlatır, kızını İzmirli bir ailenin istediği haberini aldığında da olayı kendi gerçekliğinde algılayarak kendine mal eder, dürüst, vazifesini yapan, kurs görmüş, takdirname almış biri olduğu için kızına talip çıkıldığına inanır.

Murtaza özgün bir tiptir. Onu genel sıfatlarla (komik, yağcı, saf vb.) tanımlamak kolay değildir. İşçileri gidip müdüre şikâyet eder ama bunu müdüre yaranmak için, yükselme hırsı ya da para için yapmamaktadır. Onun için para önemli değildir. “Yüksektir vazife her şeyden, sormuş mudur parasını Kolağası dedem giderken Balkan Harbi’ne” diyerek vazifeyi paradan üstün tutar.

Murtaza bir insan tipi olarak, katı bir ödev ahlakını simgeler. Ödevine küçük bir sapmaya bile olanak tanımayan bir hoş görmezlikle bağlılığı Murtaza’nın kişiliğini temellendirir. Hilmi Yavuza göre Murtaza Kant ahlakının tipik bir önericisi kimliğinde görünmektedir. Bu, bir görevi, herhangi bir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın, sadece ödev olduğu için yerine getirme yükümlülüğünü görme halidir. Murtaza da ‘ödevimi yapmam gerek’ derken bunun sonuçlarını hesaplamaz. Kant, bu kesin ahlaki buyruğun özü üzerine bir tartışmaya girilmesini doğru bulmaz. Ona göre ‘Bu işi niçin yapmam gerek’ sorusuna verilecek cevap ‘sebebi yok, yapmam gerek’tir. Murtaza görev ahlakı üzerine söylev verirken de aynen bu soruyu soracak ve şöyle diyecektir: “Neden? Çünkü lazım böyle!”

Romanın diğer karakterleri gerçekçidir; hiç biri iyi-kötü, zengin fakir gibi kesin çizgilerle değil, insan olmanın getirdiği iyi ve kötü yönleriyle birlikte anlatılır. Murtaza’nın karısı, fabrikada çalışan işçiler, Fen Müdürü. Müdür de, sınıfsal durumunun bilincinde, sadece kar etmeye çalışan, işçileri ezen bir tip ya da iyi kalpli bir patron olarak değil, yaşayan bir karakter olarak, insani yanlarıyla romanda yer almıştır.

Romanda ne Murtaza ne işçiler, ne de mahalleli sınıfsal konumlarının bilincinde olarak yer almazlar. Özellikle Murtaza’nın durumu bir sınıfsal çatışmaya, işçi işveren, zengin yoksul karşıtlığına indirgenmeden, daha çok onun vazife aşkından dolayı düştüğü trajikomik ve acınası durum olarak anlatılmıştır.

Murtaza, kundaktaki oğlunu “Açan büyüyecen, asker olacan, kurşun atacan düşmana,” diye sever. Anlatılan, asker olup savaşmanın toplumda saygınlık taşıdığı, İttihat ve Terakki’nin ve onun doğduğu Trakya topraklarının, onun izlerini taşıyan tek partinin, dünyada da milliyetçi akımların etkisinin sürdüğü bir dönemdir.

“Murtaza, elleri üzerinde yürümeyi olağan saymaya başlamış bir toplum, belki de bir dünyada, ayakları üzerinde yürüyen, başkalarını da böyle yürümeye zorlayan, kendi kendine inanmış bir kişidir. İçinde yaşadığı toplumla her an zıtlaşan, bitmez tükenmez çelişmelere düşen bir adam…” der edebiyat eleştirmenleri.

Murtaza romanı, Orhan Kemal’in “Ben tanıdığım insanları yazdım” diye özetlediği gözleme dayanan gerçekçiliğini gösteren bir eserdir. Murtaza romanını yaratmasına esin kaynağı olan kişi Adana’nın Akbank Şubesi’nde çalışan bir kapıcıdır. Nurer Uğurlu, kendisine Murtaza romanı gösterildiğinde kapıcının verdiği yanıtı ‘Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi’ kitabında şöyle aktarmaktadır:“A be bu adam beni nereden tanır? Bu adam benden başka adam bulamamış mı yazacak? Neden yazar beni kitaplara? Ya okurlarsa amirlerim bu kitabu? Sevmem bu yolda laubalilik…” Murtaza’yı Bekçi adıyla filme çeken Ali Özgentürk, başından geçen benzer bir olayı şöyle anlatmaktadır: “ Onyedi yaşımdayken Murtaza’yı tanıdım. Orhan Kemal Adana’ya gelmişti. O zaman bir sanat derneğimiz vardı. Orhan Kemal’i biz karşıladık. Aldık onu Murtaza’yı ziyarete gittik. Murtaza emekli olmuştu, bir kapının önünde duruyordu, gecekondu gibi bir evin önünde. ‘İşte seni yazan adam’ dedik. O da ‘Kimmiş yazar, ne diye yazmış beni’ diye kovdu bizi oradan.”

Edebi değerinden farklı olarak, Atölye yazarın dilini, yarattığı durumları, hem savaşçıl ve erkeksi dili nedeniyle, hem de mahallelinin özel yaşamının tanınması, aile içi ilişkilerdeki özel alanın sınırlandırılması ve kişisel yaşam koşullarının kötüleştirilmesi, fabrika işçilerinin çalışma koşulları yönüyle, haklar ve özgürlüklerin kısıtlanması açısından eleştirildi. Katılımcılar, bütün kitaba egemen olan ‘muhacir- gerçek Türk’, ‘her Türk değil, isteyen Türk’ gibi ötekileştirme konusunu olağanlaştırılması nedeniyle de eleştirel yaklaştı.

“O zaman kızsa amirin, sövse anana avradına hem de haksız mı?”, “Abe ne gülersin bir amire, inekler gibi”, “Haçan büyüyecek, kurşun atacaklar düşmana, kurşun”, “ Hayır hayır olmazdı böyle kadınlık. Bir kadın kocasının her dediğine hu çekmeliydi”, “Kız gibisiniz. Anam avradım olsun kız”, “Kart karı tavcısı”, “Aferin lan. At da sana avrat da”, “Allah kılıcınızı keskin, atınızı eşgin etsin”, “Değilim ben boklu göçmen”, “Desinler ecnebiler tüh bu pis Türklere. Versinler kötü not memleketimize”, “Haçan bu Murteza da gidecek bir gün harbe. Dökecek mübarek kanını kutsal vatan topraklarına. Yaşarım niçin? Ölmek için”, “İsmet Paşacıların boyunlarına ip takıp süreriz”, “Ölülerimize bile kefeni çok görenlerin boyunlarına yağlı ipleri geçirmekte daha fazla geç kalmamalıyız arkadaşlar.”

 

13 Aralık – Yeniden Çarmıha Gerilen İsa – Nikos Kazancakis

Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 13 Aralık Çarşamba akşamki üçüncü oturumunun konusu Nikos Kazancakis’in (18 Şubat 1883 – 26 Ekim 1957) Yeniden Çarmıha gerilen İsa kitabıydı. Özlem Demircan, yazarın yaşamı, yaşadığı dönem, olayların geçtiği yer ve zaman, kitapta simgesel olarak yer alan İsa ve havarileri Petrus, Yakup, Yahya, Yehuda hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.

Nikos Kazancakis, 20. yüzyılın en önemli Yunan felsefecisi ve eserleri yabancı dillere en çok çevrilmiş olan yazarlarından biridir. Girit adasının Kandiye kentinde dünyaya gelir, Atina Üniversitesi’nde hukuk okur, felsefe üstüne çalışmak ve doktora yapmak için Paris’e Sorbonne Üniversitesi’ne gider ve burada Henri Bergson’la çalışma imkânı bulur. Balkan Savaşı sırasında orduya katılır, savaş sonrasında felsefe alanında çeviriler yapar. 1922’den ölümüne kadar birçok ülkeyi dolaşarak, gezi yazıları formatında eserler verir. 1923 yılında Berlin’de bulunduğu sıralarda, komünizm ile tanışır ve Lenin hayranı olur. 1945 yılında Yunanistan’da kominizm eğilimli küçük bir sol partinin başkanı olur. Yunan hükümetinde bir yıl kadar bakan olarak görev alır, 1956 yılında Viyana’da Uluslararası Barış Ödülü’nü alır, 26 Ekim 1957 tarihinde Almanya’nın Freiburg şehrinde lösemi hastalığından 74 yaşında ölür. Dokuz kez Nobel ödülüne aday gösterilse de ödülü hiç alamaz. Tiyatro oyunu, şiir, deneme ve gezi yazıları, romanlar yazar. Roman alanında en önemli eserleri: Zorba (1946), Günaha Son Çağrı, Yeniden Çarmıha Gerilinen İsa (1954), Bir İlyada Tercümesi, Allahın Fukarası (1957). Ayrıca Yılan ve Zambak (1906) isimli bir şiir kitabı, Gezerken ve Çileci (1927) isimli denemeleri,  Odysseia devam kitabı (1928) niteliğinde oyunu bulunmaktadır.

Romanları Vatikan tarafından ‘kara liste’ye alınan, siyasal düşüncelerinden dolayı, hak ettiği Nobel Edebiyat Ödülü engellenen, soğuk savaş yıllarında adı, yapıtları ve kendisi perdelenen Kazancakis, bu engelleri, sürekli kendisini yenileyerek aşar. Yalnızca bir yazar olarak değil, bir filozof ya da bir siyasetçi olarak da anılan Nikos Kazancakis’in, 20’inci yüzyılın çok yönlü yazarlık geleneğinin iyi bir sembolü olduğu, yaşamının büyük bir bölümünü bir gezgin olarak geçirmesinin, Kazancakis’i Kazancakis yapan en önemli faktörlerden birisi olduğu söylenir.

Kandiye’deki Venedik Surlarının kale burçlarından birinin altına gömülür. Mezar taşında Çileci adlı eserinden alıntılanan ‘Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm,’ yazar.

Nikos Kazancakis’in Yeniden çarmıha gerilen İsa romanı Yunanistan ya da Anadolu topraklarında, Likovrisi (Kurt Çeşmesi) isimli bir köyde, Sovyet Rusya Ekim Devrimi sonrası, Cumhuriyet’in ilanından önce, Kurtuluş Savaşı sırasında geçer. Köyün sayılan yaşlıları ve Papaz Grigoris, Paskalya Yortusunda geçen, her yedi yılda bir kutsal hafta geldiğinde kendi kişiliklerinde, İsa’nın acılarını canlandıracak, İsa ve üç büyük havarisi Petrus, Yakup ve Yahya ile ona ihanet eden Yahuda ve Mecdelli Meryem’i, Pilatus’u ve Kayafa’yı canlandıracak sekiz kişiyi seçerler. Dul Katerina Mecdelli Meryem’i, Alçı yiyici saraç Panayotaros Yahuda’yı, kahveci Kostandis Yakup’u, kayınbiraderi seyyar satıcı ve postacı Yannakos Petrus’u, yargıcın oğlu Mihelis Yahya’yı, yargıcın sürülerinin çobanı Manolios İsa’yı, Yargıç Patriarheas Pilatus’u, köyün zengin tüccar/tefecisi Ladas Baba da Kayafa’yı canlandırmak için seçilir. Kitap, o günden sonra da kimisinin kendisi gibi kalamadığını, kendine verilen rolü elbise gibi giydiğini ve köyün altüst oluşunu anlatır.

Bu seçimlerden sonra köy, bir daha o eski köy, köylüler de eski köylüler olamazlar.

Gerçekleştirilmek istenen bu tiyatro oyunu bir gösteri olmaktan çıkıp hayatın ta kendisi olur.

Kazancakis bu romanında; Yunanlıların sonu iç savaşa kadar giden kendi iç çatışmalarını, komünizmi dinî inançlarının karşısında görüp çıkarlarına ters düşenleri Bolşeviklikle suçlamasıyla başlayan felaketleri acı bir ironiyle okuruna sunar.

Hz. İsa’nın 12 havarisi, ilk ona inanan, İsa tarafından seçilmiş, misyonu dönemi ve sonrasında ona yardımcı olan, 12 yakını, Petrus, Andreas, Yuhanna, Büyük Yakup, Filipus, Küçük Yakup, Bartalmay, Tomas,  Matta, Simon, Taday ve Yahuda’dır. Yehuda İsa’ya ihanet ettiği için yerine Matiya geçer. İsa’nın en yakın ve güvendiği üç elçisi Petrus, Yahya ve Yakup’tur. Bugüne ulaşan ve Vatikan tarafından kabul edilen, havarilerce yazılmış dört incil bulunur; aynı kaynağa dayanan sinoptik incil olarak adlandırılan Matta, Luca, Markos incilleri ve Yuhanna incili.

Havari kelimesi Yeni Ahit’te, İsa’nın yandaşları, öldükten sonra dirilmesine şahit olanlar, Kutsal Ruh’un gücü ile özel bir mertebeye sahip olmuş olanlar, genel olarak Hıristiyan misyonerleri anlamına gelmektedir. Havarilerin görevleri, kötü ruhları kovmak ve hastalıkları iyileştirmek, dünyanın her yerinde İsa’nın misyonunu insanlığa duyurmak, milletleri İsa’nın öğrencisi olarak yetiştirmek ve onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz etmek, insanları tövbeye çağırmaktır.  Havariler, kendilerine verilen otoriteye dayanarak, yeme-içme, ahlak, evlenme ve boşanma konusunda kural koyar ve insanları ne yapmaları gerektiği hakkında bilgilendirir, cezalandırır, dini törenleri idare eder ve kendilerine halef seçerler.

İncil’e göre İsa, yeniden dirildikten sonra Mecdelli Meryem’e ve başkalarına görünerek kendisinin dirildiğini bildirir; onlar da havarilere haber verirler, fakat havariler inanmazlar. İsa onları imansızlıkları ve yürek katılıkları sebebiyle ayıplarsa da bağışlama yetkisini verir.

Hıristiyan sanatında havariler, İsa’nın sağında veya solunda oturmuş ya da ayakta, bir kısmı sakallı, bir kısmı sakalsız, sol ellerinde genellikle bir cilt veya tomar yahut bir taç tutar vaziyette resmedilirler. Sembollerle ifade edildiklerinde ise altısı çoban İsa’nın sağında, altısı da solunda bulunan koyunlar şeklinde gösterilmişlerdir. Öte yandan her havarinin ayrı sembolü vardır; Petrus anahtar, Andreas kılıç, Yakub isminin altına çizilmiş bir haç, Yahya içinden yılan çıkan bir kadeh, Filipus ucu gül gibi düğümlü bir haç ile sembolize edilmişlerdir.

İncil’de Mecdelli Meryem’in adı, pişman olmuş fahişe olarak geçer. Buna göre, İsa bir gün havarileriyle dolaşırken mesleğini icra etmekte olan bu kadına rastlar ve ona hiçbir söz söylemeden bir süre bakar. Kadın birden silkinir ve fahişeliği bırakarak İsa’nın aradıkları arasına katılır. Bu İsa’nın mucizelerinden biri olarak gösterilir. 1960’tan sonra Harvard’lı ilahiyatçılar bu fahişelik meselesini irdelemiş ve İncil’e sonradan ve özellikle de İmparator Konstantin’in isteğiyle kararlar almış olan İznik Konsili’yle birlikte eklendiğini saptamışlardır. Bu ilahiyatçılara göre Mecdelli Meryem, fahişe değil, gizli bir ezoterik örgütün ‘Baş Rahibeleri’nden biridir.

Pontius Pilatus, Yuhanna İncil’inde adı Pilatus olarak geçer Romalı validir. Yuhanna’ya göre İsa yargılanmış ve ölüme mahkûm edilmiştir. Pilatus İsa’nın idamını istememektedir. Bahaneler ileri sürerek infazını birkaç gün erteletir çünkü Paskalya gününe çok az kalmıştır. Geleneklere göre Paskalya günü idam mahkûmlarının infaz edilip edilmeyeceği halka sorulmakta ve eğer o gün, birden fazla mahkûm varsa halk birini seçerek, o mahkûm affedilmesini sağlamaktadır. Paskalya günü, iki idam mahkûmu getirilir, biri İsa diğeri ise Barabbas isimli bir hayduttur. Halk, oylama sırasında İsa’nın muhaliflerinin dolduruşu ile Barabbas’ın ismini bağırır. Bu açık seçime rağmen Pilatus hala İsa için bir kurtuluş arar ama rahipler halkın kararının çok açık olduğunu ve cezanın infazını isterler. Artık yapacak bir şey yoktur ve İsa çarmıha gerilir. İnfazdan sonra Pilatus’un İsa için yapabileceği tek şey daha fazla acı çekmeden bir an önce ölümünü sağlamaktır. Adamlarına emir verir, öğleden sonra üç Romalı asker çarmıhtaki İsa’nın çabuk ölmesi için eklem yerlerini demir balyozlar ile kırmaya giderler. Ancak onlar geldiğinde İsa ölmüştür, onlar da emin olmak için böğrünü mızrakla delerler. İsa’yı çarmıha gerdiren Roma procuratoru/valisi sıfatıyla Pilatus olmasına rağmen İncil’in kini Ferisiler üzerine toplanır. Bunun nedeni tarihsel gerçekler kadar İncil yazarlarının dönemin siyasi otoritesi ile uzlaşı arayışı olarak da yorumlanır

İncil’de Kayafa İsa’nın yargılanmasında başrol oynayan dönemin Yahudi Başkahinidir. İsa’yı sorguya çektikten sonra Roma devlet yetkililerine teslim eder ve idam edilmesini talep eder.

Yuhanna İncili 18 Bab olayı şöyle nakleder: “Böylece Yahuda yanına bir bölük askerle baş kahinlerin ve Ferisiler’in gönderdiği görevlileri alarak oraya geldi. Onların ellerinde fenerler, meşaleler ve silahlar vardı… Sabah erkenden Yahudi yetkililer İsa’yı Kayafa’nın yanından alarak vali konağına götürdüler. Dinsel kuralları bozmamak ve Fısıh yemeğini yiyebilmek için kendileri vali konağına girmediler. Bunun üzerine Pilatus dışarı çıkıp yanlarına geldi. ‘Bu adamı neyle suçluyorsunuz?’ diye sordu. Ona şu karşılığı verdiler: ‘Bu adam kötülük eden biri olmasaydı, O’nu sana getirmezdik.’ … İsa, ‘Ben gerçeğe tanıklık etmek için doğdum, bunun için dünyaya geldim. Gerçekten yana olan herkes benim sesimi işitir.’…Pilatus O’na, ‘Gerçek nedir?’ diye sordu. Bunu söyledikten sonra Pilatus yine dışarıya, Yahudilerin yanına çıktı. Onlara, ‘Ben O’nda hiçbir suç görmüyorum,’dedi. ‘Ama sizin bir geleneğiniz var, her Fısıh Bayramı’nda sizin için birini salıveriyorum. Yahudilerin Kralı’nı sizin için salıvermemi ister misiniz?’Onlar yine, ‘Bu adamı değil, Barabba’yı isteriz!’diye bağrıştılar. Oysa Barabba bir hayduttu.”

Likovrisi köyünde bir yandan kutsal hafta için hazırlıklar sürer, İsa ve havariler rollerini icra etmeye başlarken, Peder Fotis önderliğinde baskı ve zulümden kaçan bir grup Rum köye sığınmak isteyince işler iyice içinden çıkılmaz bir hal alır. Başta köyün yargıcını bile yargılamadan asma yetkisine sahip, erkek cariyeleriyle yaşayan Türk ağa, dini ve kiliseyi kendi emellerine ve çıkarlarına göre kullanan Peder Grigoris ve otoriteye tapan köyün yaşlı heyeti Rumlara ve onlara yardım edenlere savaş açar. ‘Bolşevik’ diye kovar ve aforoz eder ve İsa rolüne seçtikleri Manolios’u Yortudan önce katlederler.

Sığınmacı Rumlar köyü terk eder, egemen güçler istediğine ulaşırlar. Onca direnişten sonra Monolios’u gömüp köyü terk ederken Papaz Fotis ‘Bu delikanlının adı karın üstüne yazılmıştır. Güneş doğdu kar eridi, sularda kaldı adı’ der.

Yeniden çarmıha gerilen İsa’da Kazancakis mitlerin sürekli tekrar eden doğasını İsa’nın çarmıha gerilişi hikâyesi üzerinden gösteren yazar, bu yinelemenin farkında olmayan insanları, sıradan insanı ve onun davranışlarını analiz eder.  İnsanların, otoritenin, din adamlarının, yargıçların, öğretmenlerin… dini işine geldiği şekliyle yorumladığını iki ayrı din adamının,  Papaz Grigoris ve Papaz Fotis karşılaşması ile gösterilir. Papaz Grigoris dini ortaçağ mantığı ve yozlaşmasıyla temsil ederken Papaz Fotis Hıristiyanlığın ilk dönemindeki yalınlık ve insancıllığıyla yorumlar ve uygular.  Yazar, muhafazakâr anlayışın, hüküm sürdüğü dönem ve yerlerde dinin nedenli etkin olduğunu anlamak, günümüzde de hala egemen olan ortaçağ zihniyetini ve sekülerleşme hareketini kavramak açısından değerli imgeler sunar.

Küçük bir Yunan köyünde gelenekler yerine getirilmek istenirken, farklı din ve yaşam pratikleri nedeniyle,  köyün yapısının, alışkanlıklarının değiştiğini izler, insanoğlunun süregiden ve belki de hiç bitmeyecek ‘trajedisi’ üzerine,  İsa ve onu çarmıha (yeniden) gerilişi sembolizminde benzersiz bir alegoriyi okuruz. Her gün, her saat öldürülen, çarmıha gerilen insanlıktır anlatılan. Bitmez tükenmek bilmeyen çıkar çatışmalarının ve kimi zaman da çakışmalarının soluksuz bıraktığı insanlık anlatılır. Yine de gömülüp kaldığı bataklıktan çekip çıkarmak ister insanlığı Kazancakis sanki. Likovrissi’nin ezip geçtiklerini yeniden ayağa kaldırmaya çalışır. “…Papaz Fotis elini kaldırdı ve yola çıkmak için işaret verdi: ‘İsa adına,’ diye bağırdı, ‘yürüyüş yeniden başlıyor, cesaret çocuklarım!’ Ve doğuya doğru, o bitmez tükenmez yürüyüş yeniden başladı.”

Atölye’nin bu seneki teması adalet kitapta çok belirgin biçimde tartışılıyordu ve düşündürülüyordu. ‘Bir insan adaletsizliğe uğrarsa ve bu adaletsizlik bütünün işine yarıyorsa, o zaman bu adaletsizlik doğrudur!’, ‘Silahlanmış olmazsa, adalet ne yapabilir, bu adaletsiz ve ahlaksız dünyaya kendini nasıl kabul ettirebilir? Biz adaleti silahlandıracağız. Onlarsa adaletsizliği silahlandırdılar.’

Ölümle yaşam arasında bir kavga verilirken seçim yapmak zorunluydu ve onlar kavgayı seçtiler. İstekleri barış içinde olmak, çalışmak ve yaşamaktı. ‘Böyle onursuz ve adaletsiz bir dünyada, kan dökmeden bir şey yapılabilir mi?’ diye sordular.’Sevgi ve öfke dolu yürekleri’ hiçbir şey yapılamayacağına karar vermişti. ‘Yaşam durgun bir su değildir; boyun eğmek, teslim olmak erdem değildir’ diye düşünüyorlardı. ‘Biz bir şiddet ordusu değiliz. Biz adaletsizlikten bıkan, adaletsizliğe uğramış kurbanların ordusuyuz.’

‘İsa yalnızca bir koyun değildir, aynı zamanda da bir aslandır’, ‘İsa, ben dünyaya barış değil, kılıç dağıtmak için geldim, demişti’. İtiraz eden oldu. ‘Bu durumda İsa ile savaş arasında ne fark var’dı ki? Hiçbir şey. Başlangıçta, ‘o zamanlar sabırlı, uysal ve sakindi. Şimdiyse katılaştı’. ‘Tek bir masumun yerine binlerce masum ölecek… Bu doğru olur mu? Bir işe yarar mı? Binlerce insanın yerine bir kişinin ölmesi daha iyi değil mi? Ayrıca bunu isteyen kendisi. Bırakın bizi kurtarmak için ölsün, sonra onun için bir ikon yapar, ona mumlar yakar, bir aziz olduğunu söyleriz. Şimdilik bırakın ölsün.’

Öğretmen Hacı Nikolis, ‘silahlanmayın kardeşlerim’ diye araya girmek ister. ‘Gidip onlarla konuşurum. Onları kandırırım! Hepimiz kardeşiz, köyü kana bulamayın!’ dese de ‘uzlaşma yok!’ der Likovrisi papazı ve kavga başlar. Öğretmen, ‘taraf olmayan bertaraf olur’ saptamasının canlı bir örneğidir. Bir türlü tarafını belirleme cesareti gösterememesi, arada kalarak her iki tarafın ayaklarının altında ezilerek bir çukura yuvarlanmasıyla sonuçlanır/ simgelenir.

Yeni bir peygamber, lider gelse de, egemen olan adaletsizlikse, onu yeniden çarmıha gerecek koşulları yaratan kısır döngüye isyan ederiz.  ‘Boşuna İsa’m, boşuna. İki bin yıl geçti ve insanlar seni hala çarmıha geriyorlar. Ne zaman doğacaksın İsa’m? Bir daha çarmıha gerilmeden sonsuza dek aramızda yaşamak için ne zaman doğacaksın?’

Kazancakis de isyan ediyor kitaplarında. ‘Hangi yöne dönmeliyim? İnsanlara doğru mu? Bu yön hem pis hem de kötü kokuyor’, ‘Artık haksızlık bitsin; ya herkes aç ve çıplak olsun ya da herkesin yiyeceği, giyeceği bulunsun,’  çünkü ‘Şurada bir yürek taşıyorum, taş değil kırılacak.’

 

27 Aralık – Ankara Mahpusu – Suat Derviş

Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 27 Aralık Çarşamba akşamki beşinci oturumunun konusu Suat Derviş’in (1903-1972) Ankara Mahpusu kitabıydı. Didem Arslanoğlu, yazarın yaşamı ve yaşadığı dönem hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.

Bu çalışmada Suat Derviş’in (1903–1972) gazeteci ve yazar kimliğiyle hafızanın karanlık bir köşesinde unutulmuş, değeri bilinmemiş isimlerden biridir.

Suat Derviş, varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelir, babası ünlü tıp profesörü, annesi Abdülmecid’in mabeyncilerinden birinin kızı, ablası Osmanlı Telefon İdaresi’nde çalışmaya başlayan ilk kadınlardan biridir. Önce evde, ardından Kadıköy Numune Rüştiyesi’nde ve Bilgi Yurdu’nda eğitim alır. Konservatuar eğitimi için ablasıyla birlikte Almanya’ya gider, daha sonra Edebiyat Fakültesi’ne yazılır, felsefe derslerine yönelir, ilk gazetecilik deneyimini burada yaşar, Uhistein gazetesinde Suzet Doli imzasıyla yazar, babasının ölümü üzerine fakülteden mezun olmadan ayrılır ve İstanbul’a döner.

Derviş’in ilk eseri olan Hezeyan şiiri, 1918’de, ilk romanı Kara Kitap 1920 yılında basılır. Yazdığı eserlerin büyük bir bölümü tefrikalar halinde çeşitli gazetelerde yayınlanır. Latin alfabesi ile yazdığı ilk eser Emine (1931), en bilinen eseri ise Fosforlu Cevriye’dir (1944-45 yıllarında tefrika halinde yayınlanır). Bunların dışında yazdığı romanlar: Hiçbiri, Ne Bir Ses Ne Bir Nefes, Çılgın Gibi, Buhran Gecesi, Fatma’nın Günahı, Gönül Gibi, Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır, İstanbul’un Bir Gecesi, Biz Üç Kardeşiz, Kendine Tapan Kadın, Zeynep İçin, Ankara Mahpusu ve Aksaray’dan Bir Perihan’dır.

Suat Derviş birçok gazetede çalışır. 1936 yılından itibaren çalışmaya başladığı Tan gazetesinde kadın sorunlarına değinir ve dış siyaset olayları ile ilgili haberler yapar. Burada çalıştığı sürede hayatını etkileyen en önemli gelişme Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezidir. Gördükleri onun zihin dünyasını önemli ölçüde etkiler. Son Posta gazetesinde çalışırken 1936 yılında Montrö ve Lozan Konferansları’nı izlemek için yurtdışına giden ilk kadın gazeteci olur.

Suat Derviş’in Reşat Fuat Baraner ile yaptığı dördüncü evliliğiyle sol görüşü pekişir ve Türkiye Komünist Partisi’nin Türkiye’deki yapılanması içinde çalışmaya başlar. Yeni Edebiyat’ta Baraner’in yazıları Suat Derviş ismi altında yayınlanır. Eşinin 1944 ve 1951’de yargılanması ve ikisinde de hapse mahkûm edilmesiyle zor zamanlar yaşar. Hapisten çıktıktan sonra kendisine karşı ‘şüpheli’ yaklaşım nedeniyle iş bulması da çok güç olur. Almanca, İngilizce ve İtalyaca çeviriler ve editörlük yapar. Editörlük sırasında tiyatro piyesleri ve radyo skeçleri yazar, hatta kimileri için kendisininmiş gibi tiyatro piyeslerinin düzenlemesini yapar.

Reşat Fuat Baraner’in tutuklanması ve kendisinin geçimini zor karşılaması nedeniyle ablası ile birlikte Paris’e gider. Burada sol kesimin entelektüel ortamına girme ve Europe dergisinde makale yazma şansı bulur, kendisini yurtdışına tanıtacak kitapları kaleme alır. Ablasının desteği ile önceden yazdığı Çılgın Gibi eserini Fransızca’ya çevirir ve Zeynep İçin romanını (Le Prisonnier d’Ankara/Ankara Mahpusu) ilk haline hiç bakmadan yeniden yazar. Eserleri büyük ilgi görür ve olumlu eleştiriler alır hatta kimi eleştirmenler kendisini Balzac ve Gorki gibi büyük isimlerle karşılaştırır. Bu eserler daha sonra Rusça ve Bulgarca’ya da çevrilir. Bu romanlar Türkçe’den Fransızca çevrilen ilk eserlerdir.

Eşinin hapisten çıkmasının ardından 1961 yılında Türkiye’ye döner. Bu dönemde çocuk masalları, başkasının imzası ile çıkacak olan öykü ve tiyatro oyunları yazmaya devam eder. 1968 yılında eşinin 1970 yılında ablasının kaybından çok etkilenir. Hayatının son yıllarında Devrimci Kadınlar Birliği’nin kurulmasına yardımcı olur. 1971’de birçok solcu genci evinde saklar ancak daha sonra bunun açığa çıkmasıyla tutuklanır. 1972 senesinde hayatını kaybeder.

Suat Derviş  ‘kadın olmaktan utanmıyorum, yazar olmakla da iftihar ediyorum,’ diyen cesur, başını eğmeyen bir kadındır.  Gazetecilik destekli edebiyatının ‘Türkiye’nin kapitalizme geçişini anlamak ve 1920’lerden 1970’lere kadar yaşananları bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirebilmek için önemli ipuçları’ taşıdığı ifade edilir. Kadın hareketinde öncü bir kişidir. 1926 yılında İkdam gazetesinde, bir gazetenin ilk kadın sayfasını oluşturur.

Suat Derviş’in adından sıkça söz edilmesinin sebeplerinden biri sisteme muhalifliğiyse bir diğeri de birden fazla evlilik yapmasıdır. Genel normlara uymadığı için kötü kadındır. Tek gayesi evlenip, çocuk sahibi olmak, ahlaki değerleri gelecek nesillere aktarmak olmayan bu kadının, yıllarca ‘Kötü kadınlığı’ devam edecektir. Önemli bir politik figürle evlense de kendi adından ve unvanından asla feragat etmez. Bir toplantıda Reşat Fuat Baraner’in karısı olarak takdim edilince itiraz etmiş, ‘Ben yazar Suat Derviş’im. Kimsenin karısı olarak yâd edilemem,’demiştir. 1936 Model Gençler ve Zavallı Peyami Safa adlı kitapçıktaki yazısında, hakkında yapılan eleştirilere cevap niteliğinde ‘Eğer acıdıkları unvan muharrir unvanıysa yook baylar!.. Ona ilişemezsiniz, bunu bana kimse babasının kesesinden rüşvet, iane, sadaka veya taltif makamında vermedi. On altı yaşımdan beri, tam on altı sene çalışarak onu kazandım. Hem de nasıl çalışarak. O unvan benim yegâne servetim, biricik iftiharım ve ekmeğimdir,’ifadesini kaleme alır.

Türkiye’nin ilk kadın sendikası olan Devrimci Kadınlar Birliği’nin kuruluşunda yer alır ve başkanı olur. Bu birlik kapatıldıktan sonra yazmaya devam eder. Öncelikle bir yazardır, politiktir, feministtir, dışarıda bırakılsa da hayatın içinden, ‘kitabın tam ortasından’ yazar.

Her zaman iftihar ettiği, ‘yegâne servetim’ dediği yazıları yüzünden mahkûm olur, hapis yatar. Kendisini tutuklayan mahkemenin kayıtları onun hakkındaki en güzel cümlelerden birini içerir; ‘…ömrünü yazı yazmakla ve dünyada olup bitenleri takiple geçirdiği göz önüne alınınca’ diye başlayan cümle ‘…kocasının bir oda içindeki faaliyetine tamamen kayıtsız kalmayacağı kanaati kuvvetlenmektedir’ şeklinde son bulur.

Cesur bir kadındır. Cesareti, içine doğduğu Osmanlı burjuvasından çıkıp sadece yazar olmak değil, sınıf değiştirmesi, içine doğduğu sınıfa, o sınıfın imtiyazlarına sırtını dönmesi ve yönünü ezilen tarafa çevirmesindendir. Bu cesaret şöyle yorumlanır: ‘Yalnızca formel, dışsal biçimlerle ilgili bir cesaret değil, yaşamın her alanında gözünü kırmadan başkaldırabilme, verili olanı sorgulama ve kendisi olabilme cesaretidir bu ve bu anlamda hapislere girmeyi göze almanın epey ötesinde bir şeydir.’

Hayattayken eserlerine yeterince ilgi gösterilmemiş, dik başlı, güzel, çapkın kadın magazin tarafı öne çıkarılmıştır. Yaşadıkları, siyasi görüşü, evlilikleri ile oluşan kadın portresi yazarlığının önüne geçer. Burjuva ve sosyalist söylemler arasına sıkışmamış muhalifliği unutulma nedenlerinden biridir.

Suat Derviş, bir dönem yazdığı eleştiri yazılarında, edebi eserlerin ‘cemiyet hayatını aksettirmesini’, bir ‘iddia ve tezi’ olması gereğini savunan yazarlardandır.

1920’lerden 1970’lere kadar durmadan yazar. Tutku öyküleri ile toplumsal gerçekçi öğeleri bütünselleştirmede ustadır. Muhalif kimliğini eserlerine yeterince yansıtamamasının nedeni, popüler roman türünde eserler vermesinden kaynaklanır. Popüler roman okurunun el verdiği ölçüde muhalif kimliğini yansıtabilir. Yapıtlarının ortak noktası Türkiye’nin gerçeklerine dokunan eleştirel bir edebiyat yapma isteğidir. Toplumun ve insanın yüreğindeki sırların ve gizlerin peşine düşer. Yazılarında samimidir ve bildiği dünyayı anlatır. Büyüdüğü ortama uygun olarak gençliğinde kurguladığı eserlerinde konakları ve oradaki çatışmaları anlatır. Marksist bakış açısı ve gazetecilik deneyiminin kazandırdığı gözlem becerisiyle eserlerinde yarattığı olay örgülerini ekonomik ve sınıfsal tahlillerle besler. İstanbul’un arka sokaklarındaki sefaleti, toplumun en alt kesimlerinde yer alanları, sokak kadınlarını, aç ve sefil evsizlerin hayatlarını gerçekçi bir şekilde canlandırması, gazeteciliğinin ve siyasi duruşunun sağladığı deneyim, gözlem gücünden gelir.

Yaşamı İstanbul ve Avrupa’da geçmiş kentli bir yazar, bireyleşme sorunuyla erken tanışmış bir yazardır. Cinsiyet konumuyla sınıf konumunu birleştirmede ustadır.

İlk romanları psikolojik romanladır. Ulusçu ideolojinin dışında kalır. Halkçı ve köylücü de değildir ama toplumsal olaylara uzak kalmaz, kentli marjinaller, düşkünler sıkça eserlerinde yer alır. Unutulmasında romanlarının tefrika olarak yayımlanmasının, yazı hayatının ilk dönemlerinde yazdıklarının önemsenmemesinin, bir ara takma ad kullanmasının, uzun bir sure yurtdışında yaşamış olmasının da payı vardır. 1960’ların sol hareketi kendisine ilgi duyunca hatırlanır. Asıl ilgi 1990’lardan sonra kadın edebiyatına ilişkin çalışmalar artınca başlar.

Edebiyatta yapmak istediğini ‘memleketin sosyal, düşünsel ve estetik değerleri arasındaki etkileşimi yakalayıp yansıtmak’ olarak dile getirir. En olgun yapıtları olan Ankara Mahpusu ve Fosforlu Cevriye’yi Marksizmi benimsedikten sonra yazar. Yurtdışında bu eserler ‘müthiş bir duyarlılıkla yoğrulmuş’ olarak değerlendirilir.

Ankara Mahpusu’nda 1930’ların 40’ların İstanbul’unu anlatır. Dönem Türkiye’de sınıf çelişkilerinin tam anlamıyla açığa çıkmadığı, kapitalizmin henüz emekleme aşamasında olduğu bir dönemdir. İşçi, esnaf, memur birlikte aynı mahallede yaşar. Mahallenin bir zengini vardır. Etnik çelişkiler belirgin değildir, farklı etnik kökenlerdekileri yoksulluğun, ıstırabın kardeş kıldığı insanlardır. Kahramanları şehri iyi bilir. Sınıf çelişkileri kendini dayatmaz, siyasi bilinci henüz düşüktür, bilinçli siyasal örgütlenmeler kurmazlar. Suçluları tek başlarına yaşam mücadelesi veren, tek amaçları hayatta kalmak olan özgür ve yalnız insanlardır.

İstanbul’un arka sokaklarındaki açlık ve sefalet içinde sürünen yersiz evsiz insanlar canlı, aynı zamanda ekonomik bir anlatımla sergilenir. Bu insanlar içinde birçok kadın da yer alır. Gizemlidirler. Boşlukları doldurmak okura kalır. Yazarın okuru metne davet ettiğini, okuru sürece katma konusundaki farkındalığını anlarız. Aşk ve ihtiras kurbanı kahramanın hayata tutunmasını sağlayan, ‘Eğer siz mutlu değilseniz ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz,’ diyerek sosyal bilinci ve vicdanı konusunda ipuçları bırakan bu gizemli genç kadınlardan biridir. Kahramanı, hürriyet konusunda düşünmeye davet edecektir.

Karakterlerine basmakalıp yargılardan oluşmuş bir yaklaşım sergilemese de ataerkil kültürü sorgulamaz, dönüştürmek veya deşifre etmek gibi kaygı taşımaz. Kadını ve kadın cinselliğini asla aşağılamaz, cinselliği doğal bir insani işlev olarak görür. Toplumsal gerçekçi erkek yazarlardan bu konuda ayrı bir yerde durur ve yazılarında belli bir kadın bakış açısını yansıtır.

Ankara Mahpusu irdelediği durumların, duyguların ve kişilerin çeşitliliği açısından, yoğun bir romandır. Ailedeki hırs servet sahibi olmaya değil kahramanın okumasına yükselmesine, toplum içinde yitirilmiş konumun yeniden kazanılmasına yöneliktir. Eserin sonunda kahraman örtük bir sınıf bilinci geliştirecek bir emekçi olarak hayatını kazanmaya başlayacaktır.

Karakterlerini oluştururken kişilik yapılanması ve davranışlar üzerindeki çevresel ve toplumsal faktörleri dikkate alır. Yan öyküleri ana öyküyle ustaca birleştirir. Postanede sohbet eden iki yoksulun konuşması Marx’ın ‘kapitalizmde kimse için sürekli güvence yoktur’ çözümlemesini anımsatır. Ankara Mahpusu’nu bir dünya ve sanat görüşü çerçevesinde kaleme alır. ‘Paraya tapan iğrenç menfaat dünyası’ olarak tanımladığı bir iktisadi sistemin işleyişini anlatır.

Dramatik yapısı güçlü olan romanda eleştirilen toplumsal yaşam, hukuk düzenindeki eksiklikler, norm ve uygulamadaki yanlışlıklardır. Mevcut ceza infaz rejimini oluşturan düzenlemelerin, ceza hukukundan beklenen asli sonuçlardan, örneğin suçlunun uslanması ve topluma yeniden kazandırılmasını sağlamaktan ne kadar uzak olduğunu anlatır. İşlediği cinayet nedeniyle on iki yıllık mahpusluğunun ardından tahliye olan kahramanın önceki hayatına devam etmesinin ya da kendisine yeni bir hayat kurmasının imkânsızlığına tanık oluruz. İşlediği cinayet ve aldığı hapis cezasıyla hayatı ortasından kopmuştur, roman ilerledikçe kopan uçların yeniden birleşmesinin neredeyse imkânsız olduğu anlaşılır; ‘İnsanların tek hayatı vardır. Onun hayatı birdenbire ortasından kopmuştu. Fakat bu on iki senelik kopuk parçanın bu ucunda yeniden hayatı başlıyordu, bu başka bir hayat değildi.’

Ne yapacağını, neler yapma şansı ya da olanağı olduğunu bilmiyordur kahraman. Yüzü geçmişine dönüktür. Geçmişle böylesine haşir neşirken geleceğini, kendisini nelerin beklediğini düşünmediği gibi, şimdiki zaman da yok gibidir. ‘Bütün hislerden ve düşüncelerden onu bu kadar ayıran bu sükûnet ne acayip bir şeydi. O kadar sakindi ki sanki artık yaşayanlardan biri değil… sanki bir ölüydü.’ Yeni hayatına geleceğin olmadığı, şimdiki zamanın ölü, geçmiş yaşanmış bitmiş, değişmesi, değiştirilmesi imkânsız olduğunu düşündüğü bir ruh halinde başlar. Tahliyeye sevinememesinin nedeni geleceğin meçhul oluşu değil özgürlüğünü kısıtlayıcı on iki yıllık ceza alması ama bu zaman içinde özgürlüğünün yanı sıra ruhunu da yitirmiş olması, ‘Sanki bir ölü’ gibi oluşudur. ‘Mahpuslar ruhsuz kalmış kimselerdir. Bu ölü olmaktan korkunç bir şeydi’, ‘hayatı ortadan kopmuş’, bütünlüğünü ve sürekliliğini yitirmiştir.

Suçludur, cinayet işlemiştir, cezalandırılmış, on iki yıl özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Ne amaçla verilmiştir bu ceza? Ceza hukukunda cezalandırmayı haklı kılan nedenler şöyle anlatılır: ‘Suçtan zarar görenin başına gelenlerin yaptırımsız kalmaması ve böylelikle gerek mağdur gerekse kamuoyu nezdinde adalet duygusunun incinmemesi istenir, bunun aynı zamanda benzer bir suçu işleyecek olanlar için caydırıcı olacağı da düşünülür. Ayrıca suçlunun da kendisine verilen bu ceza vasıtasıyla uslanacağı, bir daha suç işlemekten uzak duracağı umulur’. Ayrıca cezalandırma yetkisinin devleti devlet, erki erk yapan şeydir. Verdiği her ceza ve çekilen her ceza ile erki elinde bulunduranların hükümranlığı daha da pekişir.

Tahliyesinin ardından kahramanın kendisine yeni bir hayat kuramamasının hikâyesi, cezalandırmayla beklenen ‘suçlunun uslanması’ amacının gerçekleşmediği bir hukuk düzeninde olduğumuzu fark ettirir bize. Bu hikâye ayrıksı ve tekil olmadığı düşünüldüğünde, mevcut haliyle cezalandırmanın bir intikam aracı olmak ve erkin pekiştirilmesi dışında bir anlamı olmadığı görülür; ‘İşi düşündü. İş sahibi olmak için sabıkalı olmamak lazımdı. Polisten hiçbir zaman bir iyi hal kâğıdı alamazdı. Böyle bir vesikayı istemek için polis müdüriyetine gittiğinde karşısına çıkmış olan komiserin çok kalın kaşları vardı. Vasfi ona ‘Ben şimdi ne yapacağım?’ demişti, ‘Benim ne işim ne param ne başımı sokacak bir damım var!.. Ekmeksiz nasıl yaşar, nasıl dayanırım? Bana ölmekten başka çare kalmadı.’

Kahraman genç yaşta, daha üniversite öğrencisiyken, henüz hiçbir işte çalışmamışken içeri düşmüştü. On iki yılın ardından iş deneyimi olmayan biri olarak iş bulması, karnını doyurması zordu. Soruyu sorduğu komiser cezalandırmanın ardındaki mantığı açık eden bir cümleyle karşılık verir; ‘O cinayeti işlemeden evvel gelip bize akıl mı danıştın? Yaşamaya devam etmek istiyorsun, bu senin hakkın!.. Ama bir düşün; onun, o öldürdüğün gencin içinde de yaşama isteği yok muydu?’

Cezanın intikam dışında bir amacı yok gibidir. Ceza infaz rejiminde suçluların yeniden topluma kazandırmanın yol ve mekanizmaları olmadığı zaman cezanın yatılan süreyle sınırlı kalmadığı, sonrasındaki yılları da kapsadığının, bunun kaçınılmaz olduğunu anlarız; ‘Ben işlediğim suçun ne olduğunu biliyorum, çok kötü bir şey yaptım. Ama cezamı çektim, yaşıyorum… Yaşamaya devam etmek istiyorum. Bundan sonra bana hırsızlık etmekten başka çare kalmasın mı?’

Kahramanın trajedisi salt hukuki ya da idari eksikliklerden kaynaklanmaz,  sorun toplumsaldır. Hukuk, bu toplumsal sorunu kökünden çözecek bir çözüm bulmamış, ancak bu sorunun sonuçlarını değiştirebilecek ‘palyatif’ çözümler önermektedir.

Meselenin özündeki toplumsal sorun kahramanla uğruna cinayet işlediği kadınla olan ilişkisi üzerinden ifadesini bulur.  Sevdiği kadın bu topluma egemen olan değer yargılarına uygun davranmıştır ve kahraman bunu şimdi anlamaktadır; ‘…şimdi birdenbire o meşum gün, kendisini kavramış, koluna hâkim olmuş ve bütün ıstırabı, bütün kini ve intikamıyla saldırtmış olan büyük gazabın sebebini anlıyordu. Onun başına şişeyi vurduğu ve sonra da üstüne atıldığı zaman o intikam almıştı. Her şeyden intikam almıştı. Amcasının servetiyle mücadelede duyduğu aczin hırsı bu entrika ve hesap dünyasına, evet, kendisinin malik olmadığı fakat büyük bir kıymet olan paraya tapan bu iğrenç menfaat dünyasına karşı olan nefretinin haksız ıstırabından duyduğu isyanın şiddetiyle öldürmüştü… Para sevdiğini satın almıştı. Para bir ihtiyara kuvvet vermişti para hırsı bir genci iğrençleştirmişti. O vurmuş, vurmuştu. Bütün bunların yarattığı bunalımdan kurtulmak ve nihayet, dövüş etmek için… Dövüşme mutluluğunu duymak için.’ Her şeyin alınır satılır olduğu bir toplumsal düzenin kendisindedir temel mesele. İnsan ilişkilerinin her türlüsünün aşkın, sevdanın da bir ‘değişim değeri’ vardır, şeyleşmişlerdir.

Yazar ekonomik yapıyı gözler önüne seren ve onu irdeleyen bir eser ortaya koyarken ekonomik sistemin ardındaki temel dinamiği yakalar. Romanı, dolayısıyla sistemi özellikle kadın bedeninin (kahramanın sevdiği kadının önceki ve sonraki hallerinde ve siyah bereli kadının bedenlerinde) temsili üzerinden analiz eder. Yazarın anlattığı hikâyeye toplumsal/ iktisadi boyutun eklenmesiyle roman sistem içi eleştirilerin ifade edildiği bir yapıt olmaktan çıkıp sistem eleştirisi getiren bir yapıt halini alır.

Hukuk düzeninin yetersizlikleri, temeldeki toplumsal mesele, şeyleşme, her şeyin alınır satılır olduğu bir toplumsal-iktisadi düzenin yanı sıra, ‘kader mahkûmlarından’ biri olarak anlatılan kahramanın trajedisindeki ona özgü başka boyutları da hesaba katılır, bu da onu canlı, ete kemiğe bürünmüş bir karakter haline getirir.

İş, yemek ve barınacak bir yer bulamadıkça sokakta yaşamaya ve sokakta yaşayan öbür ‘sefil mahlûk’lara benzemeye başlar, kendini onlardan biri olarak kabul etmekte zorlanır, ötekini eşi, eşiti görmez, onlardan birinin, genç bir kadının yardımına, mantosunu üzerine örtmesine sinirlenir; ‘Nerden buldun bu cesareti? Senden yardım mı istedim? Ben senden hiçbir şey istemedim, senin yardımına ihtiyacım mı var zannediyorsun? Neden benimle meşgul oluyorsun? Neden mantonu üzerime örtüyorsun?’ Sonradan pişman olur; ‘Kendini bu zavallı, bu sefil mahlûklardan daha aşağı hissediyordu, hiç olmazsa onlarda sefaletlerini kabul ettiklerini saklamayan bir cesaret vardı. Onlar bu sefaleti gururla kabul ediyorlar veya buna sabırla tahammül ediyorlardı. Fakat Vasfi onların kendisini aralarında yabancı görmemelerinden, ona merhamet göstermelerinden utanıyordu. Kaderine karşı gelemediği için utanıyordu, onların arasına düşmekten kendini kurtaramadığı için utanıyordu. O artık bu adamların eşiydi, bu sefil insanların ona muhabbetleri bile vardı, onu himaye ediyorlardı, onu dost olarak kabul etmişlerdi. Artık her şeyin sonunda olduğunu hissediyordu, adım adım sefaletin içine gömülüyordu.’

Kahraman bu sırada özgürlüğün ne olduğunun ya da olmadığının da farkına varır; ‘O senelerce kaybettikten sonra yeniden bulduğu işe yaramaz, adeta bir yük olan zavallı hürriyetiyle sefaletin içine batıyordu.’ Hapiste olmamak özgür olmak anlamına gelmiyordu. Bu kavrayış özgürlüğün de tanımını da değiştiriyordu. Özgür olmak da salt bir yere kapatılmamak, hapiste olmamak değildir o zaman.

Kendisi gibi bir evsiz olan siyah bereli kadın ona mutluluktan söz ettiğinde, ‘Sahiden buna [mutluluğa] inanıyor musunuz?’ diye sorduğunda şöyle yanıtlamıştı; ‘Niçin inanmayayım. Buna eminim, belki de güneşin ışığındadır. Bir buğday tanesinde, insan gücünde, çalışma imkânında veya istirahattadır. O her şeydedir. Ve biz insanlar onun bir zerresini ele geçirdik mi, onun tamamını bulduğumuzu zanneder ve kısa bir zaman sonra yanıldığımızı anlarız. Mutluluk hayatın kendisindedir, onun bir unsuru değil, mutluluk hayatın ta kendisidir. Bütün zerrelerinin birbirini tedirgin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat işte bu ahenk olmalıdır. Mutluluk bölünmez bir bütündür. Eğer siz mutlu değilseniz ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz.’

Sabahın ilk tramvayları Beyoğlu’nda işlemeye başladığında, içleri nereye gittiklerini, ne yapacaklarını bilen adamlarla dolu olduğunu gördüğünde, kendisinin onlardan farklı olarak soğuğun ve rüzgârın içinde, serseri hayatını, hiçbir işe yaramayan vücudunu sürüklemekte olduğunu idrak eder. İş sahibi olmanın, çalışmanın belki de mutluluk olduğunu düşünür, siyah bereli kadının dediği gibi mutluluğun bir parçası olduğunu.  ‘Onun bu mutluluğu olmayacaktı, mademki çalışmasına imkân yoktu. Şimdi hür bir insandı; ne jandarma ne de bileklerinde kelepçe vardı. Hürdü işte! Nerde isterse yer, nerde isterse uyuyabilirdi. Buna kimsenin mani olduğu yoktu. Hürdü. Yani hapishaneden çıkmıştı. Fakat önüne geçemediği güçlüklerin, çaresiz bir hayatın mahpusuydu. Bu ‘hür adam’ mademki hürdü, demek kendi arzusuyla açlık ve yorgunluktan ölüyordu. Kendi kendine ‘Hayır’ diyordu, ‘hürriyet bu olamaz. Herhalde hürriyetin daha iyi, daha veciz bir tarifi olması lazımdır. Hürriyet insana insanlık vakarını kaybetmemek için lazım gelen şeylerin hepsini birden ve bir arada vermezse ona hürriyet denilemez. (…) Eğer hürriyet hayatın ihtiyaçları ile tezat halindeyse, eğer sizi en meşru ihtiyaçlarınızın kölesi yapmıyorsa, bilakis etrafınızdaki kimselerle tam bir ahenk içinde yaşamanızı mümkün kılıyorsa, o zaman size mutluluk getirir.’ Kahramanın kader kurbanı, başına gelenlerin de olmayacak işler, kaza, kötü talih vs olarak görmemizin önüne geçen, romanda özgürlüğün ve mutluluğun ne olduğunun sorunsallaştırıldığı bu bölümlerdi.

Bu toplumsal düzende herkes birbiriyle yarıştığı ve başkalarını kendi zenginliklerinin önündeki engeller, rakipler olarak gördüğü için insanlık onuru içerisinde ihtiyaçların karşılanabildiği ahenkli bir düzen mümkün değildir. Onun gibiler kaderlerinin önüne ancak toplumsal hayatın kökten dönüşmesiyle, ‘insanlık vakarını kaybetmemek için lazım gelen şeylerin birden ve bir arada verilmesiyle’ geçebileceklerdir. Yazar, bunun nasıl mümkün olacağına dair bir yol göstermese de içinde yaşadığımız toplumsal-ekonomik sistemle olmayacağını hissettirir.

Roman kapitalist şehre karşı iki emekçinin, bir kadınla bir erkeğin sevdayı da içeren dayanışmasını imleyen, başa ne getireceği belirsiz bir muamma olan şehrin içinde hayatta kalmak için mücadele edeceklerini düşündüren bir iyimserlikle biter. Açık uçlu biter ve okuru, bizleri düşünmeye davet eder.

Suat Derviş, Yeni Edebiyat’ın 16. Sayısında yer alan ‘Hürriyet ve Zaruret’ başlıklı yazısında Ankara Mahpusu’nun odağındaki soruna değinirken çareye o yazıda işaret eder: İnsanın kendi emeğiyle yarattığı ürüne tutsaklığının sona ermesi.

Nazım Hikmet’in onun için yazdığı Gölgesi şiirinde gölgesinin halen çok güzel bir şiir olduğunu söyler.

“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;

Bir kere eğemedim bu kadının başını.”

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.