22 Aralık Çarşamba akşamı II.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin üçüncü kitabı olan William Faulkner’in Abşalom Abşalom romanını Evren Ergeç, Sinan Akboğa tartışmaya açtılar. Önce yazarın hayatı, yazım özellikleri, yaşadığı tarihsel dönem ve Nobel Edebiyat Ödülü alma konuşması hakkında bilgiler aldık, daha sonra kitap ile ilgili değerlendirmelere geçtik.
Faulkner, Modern Amerikan yazarların öncülü sayılıyor. Abşalom Abşalom romanında, modern edebiyatın uzun ve karmaşık anlatım yöntemini, bilinç akışı tekniğini ve aynı olayın çoğul anlatım tekniğini uygulamış.
Roman, Eski Ahit’teki Güney’in efsanesine, Davut ve oğlu Abşalom’un hikayesine gönderme yapmakta, oradan da modern dünyanın karmaşasına uzanmaktadır.
Her bölümünde farklı anlatıcıların aynı olayları üst üste anlattığı için tekrarlar üzerine kuruluymuş hissi uyandırmakla birlikte, aslında, doğrunun eksik anlatımlardan geçerek daha derin bir biçimde kavranmasını sağlamaktadır.
“Yarı-kurgusal” Yoknapatawpha bölgesinde geçen “Abşalom, Abşalom”, Thomas Sutpen’in 1830’ların Mississippi’sinde bir hanedanı kurma, sürdürme ve sonunda kendi oğulları tarafından mahvedilen planının hikayesidir. Aslında bu 10 yaşında bir çocukken keşfettiği masumiyeti yavaş yavaş yitiren ve bir “İblis” e dönen Thomas Sutpen!in mantık ve ahlak kodları ile ördüğü, sonuçlerını formüle etmeye çalıştığı bir hayatın örgüsüdür. Romanda aynılık ve devamlılık ilkesi çerçevesinde her bölüm anlatıcısı, Thomas Sutpen’i anlatmaktadır.
1830’lrda başlayan hikaye, 1860-1865 Amerika İç Savaşı’nı da kapsayacak şekilde örülmüştür. Böylelikle kitapta savaş ve barışı ararken 4 savaş katmanına, çatışmaya rastladık; Kadın – Erkek, Zengin – Fakir, Siyah – Beyaz, Kuzey- Güney Amerikalı.
Bu katmanlar, çelişkiler ve kırılmalar çok keskindi.
Kadınlar gruplandırılıyordu; hanımefendiler, beyaz fahişler ve zenci kadınlar. ”Kadın hareketinin o katı şirret öznesi”, “babasından daha erkek olan kadın”, “o gayri ahlaki cesaretle, soygunculuğa karşı o kadın yatkınlığıyla çalmıştı”, Çünkü Güneyli kadın budur…o eski kandır, bir vampir gibi…”. Evlilikler bir takas ilişkisiydi ve yalnızca bir ticari ilişki kadar değeri vardı.
Zengin-fakir çelişkisi, zenci-beyaz çelişkisinden daha keskindi. Babasının bir haberini büyük ve zengin evin patronuna götüren 10 yaşındaki Thomas’a kapıyı açan, uşak giysili zenci, “bir daha ön kapıya gelme, arkaya gel” diyerek hem kendi hem de Thomas’ın yerini belli etmişti. Burası zenginlerin eviydi. O, her ne kadar bir uşak ve zenci olsa da zenginlerin tarafındaydı; Thomas bir fakirdi ve öte taraftaydı.
Savaşın nedenini, yükseltilmesini ve adaletini çok iyi, özetliyordu: ”Bu tüfek benim olduğu için kollarım, bacaklarım, kanım ve kemiklerim sizinkilerden üstün!…Tüfeği olanlarla dövüşeceksen ilk yapman gereken ödünç alabileceğin, çalabileceğin ya da kendin yapabileceğin eli yüzü düzgün bir tüfek edinmektir… Ama bu tüfek işi değil. Bu yüzden de onlarla savaşabilmek için onun sana yaptığını yapmalarını sağlayan şeylere sahip olmalısın. Onlarla savaşabilmek için toprağın, zencilerin, güzel bir evin olmalı”. Bunun çok iyi bir sistem analizi ve çağımızda yaşanan savaşlarının yalın bir açıklaması olduğunda hemfikir olduk. İşte bu masumiyetin yitirildiği andı. Yine bir atı dövmesi emredilen zencinin sözleri de günümüzde savaşa kimlerin, nasıl ve neden taraf olduğunu iyi açıklıyordu: “Efendi söyler, köle yapar”.
Thomas Sutpen ilk eşini, İspanyol, Tahiti melezi sanırken sonradan zenci melezi olduğunu öğrenmesi ile bırakır. O sırada bebek olan oğlu Charles, durumu bilmeden Mississippi Üniversite’sinde kardeşi Henry ile arkadaş olup kız kardeşi Judith ile evlenme yoluna girer. Ancak durumu fark eden Thomas Sutpen ve Henry’nin karşı çıkma nedenleri kardeş evliliği olması değil, Charles’in zenci melezi olmasıdır. Nitekim Henry Charles’i öldürür. Bu kurgu ve düşünce biçimi günümüzde dünyada yaşanan melezleşme karşıtlığı ve ırkçılığa varan tavrın köklerini iyi anlatıyordu; ensest olabilir yeter ki kanımız, ırkımız karışmasın…
Faulkner’in her ne kadar savaşın, aile iç, halklar arası ve genel anlamda savaşın sonuçlarını ve yıkımını çok iyi anlatıyor olsa da kendi edebi dilini, betimlemelerini, karakter seçimlerini, olay kurgusunu savaşçı bulduk. Her ne kadar Nobel konuşmasında ya da dergilere verdiği röportajlarda aksini savunuyor olsa da zaman zaman milliyetçiliğe, ırkçılığa kaçan üsluplar okuduk. Amerikan Güney bölgesini, ilişkilerini, kişilerini iyi anlatıyor olmasına karşın, “ancak insan gibi yürümeyi öğrenecek kadara ehlileştirilmiş vahşi ve ürkek zenci gurubu”, “iki siyah hayvan”, “eli zenci eli kadar siyahtı”, hayvanat bahçesinden kaçma bir şeye benzeyen kadın”, “maymun zenci” tanımlamaları onun kaleminden çıkmıştı.
Faulkner’in savaşı olağan kabul eden bir tavrının olduğunu, edebi dil olarak da savaşı sevdiğinde fikir birliğine vardır. Barışı çağrıştıran hiçbir olay, kişi, sözcükle karşılaşmamış olmamız da şaşırtıcıydı.
Modern edebiyatın iyi bir temsilcisi sayılan Faulkner ve iyi bir örneği kabul edilen Abşalom Abşalom romanı, savaş ve barışı aradığımız bu atölyede, edebiyatın bir dünya görüşü, tavrı da yansıttığını, yansıtması gerektiğini bir kez daha gösteren iyi bir örnek oldu.
Bir sonraki Atölye’mizde,(Genel istek üzerine) 12 Ocak 2011 Çarşamba günü, Albert Camus’nün Yabancı romanını tartışmaya açacağız..