‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin dördüncü kitap/filmi Küçümseme (Alberto Moravia 1954) /Mépris’yi (Jean-Luc Godard 1963)bize Burcu Aktaş ve Erman Ata Uncu tanıttı ve tartışmaya açtı. Alberto Moravia, orta sınıf ahlakının eleştirisini metinlerinin odağına koymasıyla tanınıyor. Orta sınıfın para hırsını, erkek-kadın roller,ni, cinselliğini ve bütün bunların sonunda gelen kaçınılmaz çöküş temalarını, psikolojik ve psikanalitik bakış açısıyla yazıyor. Orta sınıfın, mutluluğun peşine düşerken başvurduğu araçların onları sürüklediği mutsuzluk girdabını, evlilik kurumunun çıkmazlarını, ikiyüzlülüğünü, yarattığı psikolojik şiddeti anlatır. Evlilik kurumu üzerinden kişilerin özde masumiyetini ve çaresizliğini, ‘onları zorlayan hayatın kendisi’ iken bunu göremeden hayatla kurdukları ilişkilerin sakatlığını ve mağduriyetlerini kaleme alıyor.
Küçümsemede de,yazarın genel eğilimine uygun olarak, genç bir çiftin evlilik ilişkisini erkek tarafından, Atölye’de cinsiyetçi kabul ettiğimiz bir dille, erkeklerin dünyasından, zaman zaman hiçleştirilen kadın karakterin dolaylı,kendini tüketen erkek karakterin doğrudan hikayesi olarak okuduk.
İletişimsizliğin, açık sözlü olamamanın,yanlış anlamaların,karşısındakini anlamamanın, kendini anlatamamanın zaman içinde ikili ilişkileri nasıl bir savaş alanına döndürdüğünü gördük. ‘Hayattayken ilişkimizi zehirlemiş olan yanlış anlama.’ Tarafların, nerede başladığını bilmeden, çözemeden psikolojik şiddetin dalgalarına kapıldıklarını okuduk.
Moravia’nın dilini ve kadını konumlandırışını cinsiyetçi, ayrımcı bulduk.’Eve duyduğu aşkta bütün kadınlarda ortak olan bir eğilim vardı…kıskanç ve derin bir tutukuyla bağlanıyordu eve’,’Karısının çok acaip, kaprisli, beklenmedik davranışları olan bir kadın olduğunu düşünüyordum;tam bir kadındı işte’, ‘Büyük ama sönük ve anlamsız gözleri sadece kocası yanındayken ışıldıyordu; sadık köpeklerin efendilerine yaptıkları gibi yanındayken bakışlarını kocasından ayırmıyordu’, ‘Pasetti’nin büyük kızı, son derece sıradan, ana-babası gibi manasız bir kızdı’.
Orta sınıfın evlilik ilişkisinin barındırdığı iki taraflı şiddeti çoğu satırda gördük. ‘Evlilikte karar verememe özgürlüğü’, ‘Ben düşüncelerimi, zevklerimi, hırslarımı paylaşan ve anlayan bir kadınla evlenmemiştim. Güzelliği yüzünden eğitimi olmayan, basit bir daktilo kızı almıştım nikahıma…bu kadına hayallerinin evini vermek zorundaydım…bunu ancak sevgili edebi hırsımdan vazgeçme pahasına başarabilirdim’, ‘Uyguladığım şiddet yüzünden beni küçümsediğini söylemiş olabilirdi’, “‘Annem beni istemiyor…Nereye gideceğimi bilmiyorum…Seninle kalmak zorundayım.’ İçtenliğinde böylesine zalimlik taşıyan cümlesi beni vurdu; sanki derin bir yarayla sarsılmıştım”,’Beni küçümsüyordu…Battista’nın içinde bulunduğu dünyanın banalliği tarafından baştan çıkartılmıştı. Bu banalliğin arasında yoksul erkeğin, varlıklı erkekten bağımsız olma beceriksizliği yer alıyordu’.
Karısının onu küçümsediğini açık açık söylemesiyle kahraman bu kelimenin altında eziliyor, defalarca sormasına karşın karısından bir açıklama alamıyor ve bu küçümsemenin nedenini tam olarak öğrenemiyor. Küçümseme söylemi ile başlayan süreç kuşkuya, kuşku kıskançlığa, yalpalamalara, sevgisizliğe, sadakatsizliğe, en sonunda da olmadık,geri dönüşü olmayan noktaya kadar götürüyor. Nerede,nasıl ve kim tarafından başladığı/başlatıldığı tartışmalı olan bu küçümseme, kadın ve erkeğin dengelerini, ruhsal bütünlüklerini bozarak onları çıkışı bulunamayan bir şiddet/savaş labirentine sokuyor. Kadın ve erkek arasındaki bu uzlaşmazlık bitmeyecek bir savaşa dönüşüyor.
İş yaşamının bireyin ruhunda yarattığı baskısı ve şiddeti¸huzur kaçırıcılığı da sık sık vurgulanıyordu. ‘İstemesem de bu tür ezaları çekmeyen insanları, zenginleri ve ayrıcalıklı olanları kıskandığımı fark ediyor…buna bir de hırs ekleniyordu’,’Yapımcılar, küçük zorbalar gibi kaprisli’,’Mesleğimle ilgili derin bir hoşnutsuzluk duyuyordum’,’Ben sözcüğü saldırgan bir edayla ve beni rahattsız eden bir sıklıkla ağzında çınladı’,’Hayatta da sıraya girmelisiniz…Sabreder ve girdiğiniz kuyruğu değiştirmezseniz sıranız gelir…Hep sıra gelir ve gişe memuru herkese biletini verir…Tabii ki herkese layık olduğu bileti verir’.
Yeni Dalga akımının gözde olduğu bir dönemde, bu akımın öncülerinden Godard tarafından çekilen filmin kitaptan oldukça bağımsız yönetilmiş olduğunu konuştuk. Eleştirmenlerce ‘kendi sinema anlayışı ve sevdası ile Moravia’nın eleştirel formunu aynı çizgide buluşturmayı başardığı’ söylenen yönetmen, sinema dilini parçalamaya yönelik çabaları, yabancılaştırma tekniği uygulaması, oyuncuların karakter olamadan tipleşmeleri ile bize seyrettiğimizin bağımsız bir kurmaca olduğunu hatırlattı. Film anlayışını anlasak bile kadın karakteri ve onun cinselliğini sıklık ve açıklıkla ortaya koyması,yazar kadar yönetmenin de cinsiyetçi tutumunu gösterdi bize.