Müge Sökmen
Sevgili Osman,
Biliyor musun, “ilginç zamanlarda yaşayasın”, bizim sandığımız gibi kadim bir Çin laneti değilmiş. Anlaşılan ilk kez 1930’larda bir İngiliz devlet adamı iddia etmiş böyle bir deyiş olduğunu, sonra da yaygınlaşıp “bilgi” kabul edilmiş. Ama gerçekten de ilginç zamanlarda yaşıyoruz, bir küfür, lanet gibi ilginç zamanlar. Hakikatin karartılıp saptırılıp yalanların silah olarak kullanıldığı zamanlar. Haksızlıklar, hukuksuzluklar karşısında hayretimizden sıyrılmanın bile büyük gayret gerektirdiği zamanlar. Sevdiğim, bildiğim yazarlardan güç almaya çalışıyorum. Düğüne’de Berger’ın AIDS hastası geline söylettiği gibi: – Sonsuzluktan önce ne yapacağız? – Acele etmeyeceğiz!
Acele etmeyeceğiz, yaşayabildiğimiz sürece yaşayacağız. Ölümden önce bir hayat olduğunu unutmadan. İyi bildiğimiz şeyleri yaparak yaşayacağız.
Bugünlerde aklıma sürekli ABD ve yandaşlarının Irak’a yapmayı planladıkları 2. Körfez Saldırısı’nı adeta ellerimizle durdurmaya çalıştığımız günler geliyor. Dünyanın her yanından milyonlarca insanın bu korkunç saldırganlığa karşı yekvücut durmaya çalıştığı günler… Savaş bize rağmen başladığında, farklı ülkelerden yüzlerce insan, “Hiç olmazsa yapılanları kayda geçirelim. Muzafferlerin tarihi yeniden yazmasına izin vermeyelim” diye Irak Dünya Mahkemesini başlatmıştık. Sponsorsuz, destekçisiz, tek tek insanların ellerindekileri yüreklerindekileri katarak oluşturdukları güzelim Irak Dünya Mahkemesini. Birbirini tanımayan yüzlerce insanın yirmi farklı ülkede iki yıl boyunca yürüttüğü, savaşın farklı yönlerini ele alan oturumlardan sonra nihai oturumu İstanbul’da yapmıştık, senin de içinde olduğun koca bir grupla: Hazırlık sürecine ülkenin en yetkin hukukçuları, en iyi tarihçileri, sosyal bilimcileri gönüllü danışmanlıklarını katmış; Eduardo Galeano, John Berger gibi yazarlar destek mesajları yazmış; sevgili Arundhati Roy atlayıp İstanbul nihai oturumuna sözcülük etmeye gelmişti…
Tarih Vakfı’nın tahsis ettiği Darphane-i Amire’de üç gün süren oturumlarla gerçekten de tarih yazılmıştı. Dünyanın en saldırgan güçlerine, hikmetinden sual olunmaz ABD ve yandaşlarına karşı dünyanın vatandaşları, kendilerini birbirinden sorumlu sayan insanlar, olup bitenleri kayda geçirmişti: Bu korkunç savaşta uluslararası hukukun ve kurumların rolü, çeşitli hükümetlerin sorumluluğu, medyanın sorumluluğu; işgal ve savaşın Irak’a verdiği zararın dökümü; savaşın küresel güvenlik ortamına, hepimizin gelecek alternatiflerine getirdiği tahribat… Birleşmiş Milletler’in ambargosunu protesto ederek istifa etmiş bir BM Genel Sekreter Yardımcısı, ABD ordusunda savaştıktan sonra gördükleri yüzünden vicdan azabı çeken bir er gibi saldırgan tarafın içinden gelen pişman tanıklar; köyleri başlarına yıkılan, müzeleri yağmalanan, bilimsel çalışmaları iftiraya uğrayan Iraklı tanıklar… Vicdan jürisinde yan yana oturan Arjantin’den bir kayıp annesi, savaşı protesto etmek için kendini yakan Budist bir rahip, Türkiye’den bir maden işçisi, Iraklı genç bir köylü… Tüm bu insanlar İstanbul’da üç gün bir araya gelmiş; senin, benim, süreçte emeği olan herkesin insanlık umudunu tazeleyerek hep birlikte lanetlemişlerdi bu kirli savaşı.
Bunca insan, neden hiçbir maddi çıkarımız olmadan, hatta elimiz avcumuzdakileri katarak bu süreçte yer almıştık? Arundhati Roy en güzel cevabı vermişti buna, oturumun sonundaki basın toplantısında: “Bu soruyu sormak, yollarda insanların öldüğü bir kaza yerinde duran birine ‘Neden yürüyüp geçmedin? Niye yardım etmek istedin?’ diye sormaktan farksızdır.”
Bu kadar basitti işte bizim için! Kaza yerinden gaza basıp geçememek kadar basit. Acı çekenler için yapabileceğimiz bir şey varsa, bunu kendimiz, kendi geleceğimiz için de yaptığımızı bilecek kadar basit.
Şimdi 2. Körfez Savaşı’nın yıldönümü yaklaşırken dünyaya baktığımda, umutsuzluğa kapılmamak, insanın olumlu potansiyeline duyduğum inancı tümden kaybetmemek için çabalıyorum. Senin bir hapishanede olmandan duyduğum hayreti ise asla yenemiyorum. Ama ilginç zamanlarda yaşıyoruz işte!..
Bu yazı Cumhuriyet web sitesinde yayınlanmıştır.