Türk askerlerinin ve TC yurttaşlarının Afganistan’dan sağ salim dönmeleri ülkede haklı olarak memnuniyet yarattı.
Ancak, muharip olmasa da “20 yıldır bu ülkede asker bulundurmakla Türkiye ne elde etti” sorusuna cevap aranıyor.
Tek soru o da değil; “ABD’nin, NATO’nun ve BM’nin peşine takılıp oralara sürüklenirken amaç ve gerekçeler neydi ve bugün ortaya çıkan tablo ona uygun oldu mu” gibi sorular da var. Bu soruları milliyetçi hamaset ve böbürlenmeyle geçiştirmek çok zor. Açık yanıt ve ciddi muhasebe ister.
Türkiye uygarlığın bir parçası ve bu nedenle kimi zaman barışın ve geleceğin korunması amacıyla uluslararası düzeyde sorumluluk alabilir. Üyesi olduğu kuruluşların davetlerine icabet edebilir. Ama konumuz bu değil. Gidildi, onca yıl kalındı ve sonuçta ne oldu?
Bu bakımdan, BM, NATO, ABD ve Türkiye’nin uzun Afganistan hikayesinin gerekçelerini ve ortaya çıkan sonuçlarını ele almak gerekir.
ABD ve BM’nin müdahale gerekçeleri
Küçük bir hatırlatma yapacak olursak, her şey El Kaide’nin lideri Usame Bin Ladin’in 11 Eylül 2001’de yolcu uçaklarını silah gibi kullanıp, İkiz Kuleler, Pentagon ve Beyaz Saray’a yönelttiği korkunç saldırıyla başladı. Bu terör eyleminde 3 bini aşkın insan öldü.
George W. Bush, 7 Ekim 2001 günü ABD ve NATO öncülüğünde El Kaide’ye ve onu barındıran Taliban’a karşı mücadele kararı aldı. Bunu Birleşmiş Milletler’in (BM) aldığı kararlar izledi. BM’nin kararları, El Kaide, Taliban ve Afganistan bağlamında, terör örgütlerine karşı uluslararası mücadelenin çerçevesini, ABD’nin beklentileri doğrultusunda çizdi.
Bu kararlarda en genel hatlarıyla, teröre karşı mücadele ve meşru müdafaa hakkı vurgulandı. Teröristlerin finansmanın, lojistiğinin ve ulaşımının önlenmesi istendi. İlave olarak, Taliban sonrası için Afgan halkını temsil edecek yeni bir yönetimin oluşturulması ve devlet kurumlarının tesisi istendi.
BM’nin öbür kararları arasında yeni bir ulusal ordu kurulması ve eğitimi için harekete geçilmesi, ülke bütünlüğünün sağlanması için BM uhdesinde Uluslarararası Güvenlik Yardım Hareketi (ISAF) kurulması, kurulacak Geçici Afgan Hükümetine destek verilmesi vardı. Ayrıca uluslararası operasyonla Usame bin Ladin’in yakalanması, Taliban ve yandaşı güçlerin ortadan kaldırılması ve Afganistan’da iç güvenliğin sağlanması amaçlanıyordu.
Türkiye Afganistan’a giderken neyi hedefliyordu?
Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin asker gönderme tezkeresini TBMM’den geçirmesiyle (7 Ekim 2001) Türkiye de uluslararası güce dahil oldu. Türkiye askeri eğitim, danışmanlık, sağlık ve Kabil Havaalanı’nın güvenliği gibi konularda faaliyet göstermeyi benimsemiş görünüyordu.
Mecliste tezkereyi savunurken Ecevit, “ABD’nin başlattığı hareketin başarıya ulaşmasının tüm insanlığın yararına olacağı”nı vurguladı. Buna ülke olarak katılma arzusunu belirtti. Mücadelenin kısa sürede başarılı olması için Türkiye’nin elinden gelen her katkıyı sunacağını ilave etti. İddiaların tersine, harekatın İslam’a karşı olmadığını vurguladı. İslam adına terör yapanların yüce değerlerle çeliştiklerini söyledi. Türkiye için herhangi bir özel hedefe işaret etmedi.
Resmen ilan edilmiş bir rakam olmamakla beraber, Türkiye’nin Afganistan’da tahmini 1500 asker bulundurduğu ileri sürülüyordu. Bu süre içerisinde hepsi de kaza sonucu 15 TSK mensubu hayatını yitirdi.
NATO’nun gerekçesi: ABD ne dediyse o!
NATO’ya gelince, 5. maddeyi devreye sokup kurucu üyesi ABD’ye yapılan saldırıyı “dışarıdan yapılan bir müdahale” olarak değerlendirdi. Bütün üyelerini de Afganistan’daki “El Kaide ve Taliban terör örgütlerine karşı mücadeleye” davet etti.
Aslında NATO’nun gerekçesi, BM’ninkiyle neredeyse birebir aynıydı. Tek farkı NATO’nun sahada savaş verecek olmasıydı. Afgan halkıyla doğrudan temas kurmakta yaşanacak güçlüğü kısa zamanda aşmak ve çökmüş devlet yapısını yeniden inşa etmek bakımından, süratle Afgan Ulusal Ordusu’nun ve Polis gücünün kurulması misyonu benimsendi.
Resmi belgeler ve siyasi temsilcilerin ifade ettiği genel gerekçeler böyle. Ama bu gerekçelerle uyum içinde sonuçlar bulmak galiba çok zor.
Taliban’ı yıkayım derken…
Usame bin Ladin’in öldürüldüğünü, El Kaide’nin ve Taliban’ın ağır şekilde cezalandırılıp hakimiyet alanlarını kaybettiklerini, Afganistan’da göreceli demokratik bir siyasal rejimin ve devletin kurulması yönünde adımlar atıldığını, oldukça büyük mevcutları olan ulusal ordu ve polis gücü oluşturulup eğitildiğini, kurumların oluşumu için çaba gösterildiğini biliyoruz.
Ama şu ya da bu sebeple yürümedi ve hepsi çöktü. Ordu ve polis gücü de, ikinci iktidar yürüyüşündeki Taliban’a karşı savaşmadı. Ülkede devlet yapılanması adına kayda değer bir şey kalmamıştı.
Mevcut devlet yönetimi başarısız ve dağılmış haldeydi. Yolsuzluk, uyuşturucu ticareti her yanı sarmış durumdaydı.
Bir süredir Taliban’la görüşmeler sürdürüp anlaşmalar yapsa da ABD ve NATO gibi olağanüstü büyük bir işgal gücü, bu terör örgütü karşısında açıkça yenildi.
Finalde Kabil Havalimanı’nda yaşanan kaçış sahneleri, DEAŞ’ın Horasani fraksiyonu tarafından gerçekleştirilen intihar eylemi ve atılan roketler bu yenilginin daha acı ve katmerli hale gelmesine neden oldu.
Tacikler, Özbekler, Türkmenler, Hazaralar, öncesinde olduğu gibi bir direniş cephesi oluşturup Taliban’ın karşısına geçtiklerine göre, barışın, mutabakatın, ortak yönetimin gelmesinin öyle pek kolay olmayacağı görülüyor. Bunları dikkate alınca ülkenin yeniden savaşa yuvarlanması sürpriz olmaz.
Laik ve eğitimli orta sınıflar ise furya halinde ülkeyi terk ediyor. Taliban’ın şeriatçı yönetiminin baskı, terör ve ölüm tehdidine karşı sığınmacılık ve göçmenliğin meşakkatli şartlarına katlanmayı göze alıyorlar.
Taliban gibi Vehhabi Selefiliğin en katı versiyonu olan bir terör örgütü, dünyanın en büyük silahlı güçlerini bir biçimde yenerek devlet statüsüne sıçradı. Bunun siyaset, inanç ve ideoloji gibi alanlarda ne türden etkilerinin olacağı dikkatle takip edilmesi gereken bir husus. Eğer bir şey “yükseliyorsa” da yıkılan bir ülke, mahvolan bir halk, yaşamını yitiren yüz binler ve sonu görülmeyen bir geleceksizlik tablosunda yükseliyor.
Türkiye’ye gelince;
Türkiye işgalci kuvvetlerle birlikte gitmiş olsa da, Afganların gönlündeki yerini belki korudu. Ama o Afganların büyük bölümünün canını ve geleceğini kurtarmaya çalıştığı görülmeli.
Taliban’ın ağzından şimdiye kadar “Türklerle Afganların tarihi dostluğuna”, “inanç ortaklığının yakınlaştırıcı gücüne”, “muharip olmayan asker göndermenin nezaket ve önemine” dair pek bir şey duyulmadığını unutmayalım.
Türk askeri Müslümanlarla savaşmayıp, Afganlara yönelik hizmet yoğunluklu çalışmalar yaptı. Kazalar dışında şehit de vermedi. Ama işgalciler ülkeden birer birer gönderilirken, Türkiye’ye farklı bir muamele uygulanmadı.
Diplomasiye ağırlık verildi, ilişkiler geliştirildi, yumuşak güç algısı yükseldi, sempati arttı ve ciddi tecrübe kazanıldı, falan filan da… şimdi bunlara mekan olan devlet yerle yeksan oldu.
Günler, haftalar boyu, Kabil Havalimanı’nın güvenliğini almakla yatıp kalktık. “O iş bizim” dediklerinde, 31 Ağustos’a bile kalmadan tası tarağı toplayıp geldik.
O yetmezmiş gibi şimdi de havalimanını işletme hevesi almış başını gidiyor. Bırakın, istekli özel şirketler varsa, istiyorlarsa onlar ilgilensinler. Haşhaştan başka üretimi, uyuşturucudan başka ticareti kalmamış, çökük bir ülkenin havaalanını işletme mevzuuna bütün devlet erkanının bu kadar dalmasını anlamak mümkün değil.
Velhasıl, bu hazin hikayeden, Türkiye’nin de insanlık namına bir şeyler çıkarmış olmasını ummak isterim.
(Serbestiyet)