Savaş silahlı mücadeleye dayanan durum ve ardından gelen süreç, bireyi ve toplumu hedef alan her türlü şiddetin uygulanması, anatomik ve ruhsal bütünlüğü bozucu, maddi ve manevi nitelikteki şiddet olarak tanımlanır.
Barış ise uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşan ortam, insanın denge, sakinlik, huzur içinde olması, yaşamasıdır.
Böyle baktığımızda, dünyada, bölgede, ülkede ve en küçük yerel birimlerde bile barış ortamının olmadığını söyleyebiliriz. Önümüzde tercihimizi anlatabileceğimiz bir fırsat var. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde barış içinde yaşamak istediğimizi dile getirebilir, gösterebiliriz.
Yerel yönetimler, yereldeki gereksinimleri karşılamak için kanunla kurulmuş, karar organları, bütçeleri olan tüzel kişiliklerdir. Her ne kadar bağımsız karar alma birimi olan Belediye Meclisi ve İl Özel İdare Meclisleri üzerindeki mali ve siyasi vesayet sebebiyle amaca uygun hizmetler aksasa da, yerel yönetimler bu özerk yapıları, halka en yakın hizmet birimleri ve halka en etkin ve verimli hizmetleri sunan kurumlar olmaları nedeniyle demokrasinin de kaynağı sayılmaktadır. Bu vesayet ve baskılar halkın kendini yönetimin içinde hissetmemesine, kente yabancılaşmasına yol açmaktadır.
Yasalarda yerel yönetimlerin iki yüz kalem civarında iş sorumluluğu vardır. Yapmakla zorunlu oldukları bu hizmetlerin gerçekleşmesi için gerekli olan mali kaynaklar sağlanmaz, bu kaynakların sağlanması konusunda da yerel yönetimler yetkilendirilmez ise, kentler kargaşa alanına dönebilir.
Türkiye’nin milli gelirinin büyük bir bölümü yerel yönetimler aracılığıyla toplanıyor olsa da, belediyelere toplanan vergi gelirlerinden ayrılan pay yüzde 6 dolaylarındadır. Merkezi yönetimle yerel yönetim farklı partilerden olduğu durumlarda, yerel yönetimlere ayrılacak paylar daha da ayrıcalıklı olmaktadır. Yerel yönetimlere tahsis edilen bazı vergi, harç, katılma payı ve şerefiyeler olsa da bunlar ihtiyacı karşılamaktan çok uzak kalmaktadır.
Yerel yönetimler mali ve siyasi endişelerden kurtarılarak halka daha iyi hizmet sağlamaya yönlendirilmelidir.
Gelir kaynakları giderlerle orantılı olarak belirlenmelidir.
Yerelde yaşanan sorunların çözümü, kimin görevi olduğuna bakılmaksızın, yerel yöneticilerden beklenir. Çoğu iş merkezi yönetimin görev alanına girse de bedel yerel yönetimlere ödetilir. Örneğin, ülkemizde temel eğitim merkezi yönetimin alanına girse de yerelde bulunan okulların boya, bahçe düzenlemesi, tamirat ve benzeri işlerinin belediyelerce karşılanması istenir. Yine merkezi yönetime ait olan ibadet yerleri ve dini kurumların bakım onarım ve temizlik işleri belediyelere yüklenir. Dinin halkı etkileme gücü kullanılarak birçok bakanlığın bütçesinden daha büyük bütçeye sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bu işleri, bütçesinde gözüktüğü halde, yapmamaktadır. Belediyeler, siyasi bir bedelle karşılaşmama ve camii cemaatinin sempatisini kazanmak için azımsanmayacak miktarlara varan merkezi hükümet işlerini üstlenmek zorunda kalmaktadır. Bu da yerel yönetimlerin asli görevlerini aksatmalarına veya yapamamalarına sebep olmaktadır.
Merkezi yönetimin yapması gereken işlerin, yerel yönetimlerce görülmesi halinde işi görülen kurumların bütçelerinden bu hizmetlerin giderleri eksiksiz olarak ödenmelidir.
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda ülke nüfusu 13 milyon civarındayken, halkın % 20’si kentlerde, % 80’i ise köylerde yaşamaktaydı. Bugüne gelinceye dek yaşanan ekonomik, siyasi ve hukuki gelişmeler ülkemizin demografik yapısını da büyük oranda değiştirmiş, 81 milyona varan nüfusun % 80’e yakını kentlerde %20’si ise köylerde yaşar duruma gelmiştir. Yereldeki üretim günden güne düşmektedir.
Tükettiğinden az üreten ülkeler ekonomik bağımlılık ve dış borç gereksinimi altında ezilmektedir. İnsanların zorunlu ihtiyaçları giderilemiyorsa barış ve huzur ortamı sağlanmamış demektir.
Köyden kentlere göçe kentler hazırlıksız yakalanmış, kentler kalabalıklaşırken sağlıksız ve çarpık bir yapı ortaya çıkmış, problemlerin kaynağı haline gelmiştir. Gelen insanların işlerinin ve evlerinin olmaması kentleri suç ve hastalık kaynağı, dolayısıyla büyük acıların yaşandığı yerler haline sokmuştur.
Kentlerin planları yıllar sonrası ve doğal sınırlar göz önüne alınarak, profesyonel merkezi bir kurum tarafından yapılmalı, kentler üstlenecekleri fonksiyonlara göre şekillendirilmeli, üniversite kentleri, ticaret kentleri, sanayi kentleri, tarım kentleri, liman kentleri, turizm kentleri gibi ayrımlara göre yeniden tasarlanmalıdır.
İnsanların doğdukları yerde yaşamaları, yaşanılan yerlerde istihdam edilmeleri sağlanmalı, her türlü insani gereksinimlere ulaşılabilir ortamlar yaratılmalı, eğitim, sağlık, konaklama, eğlence alanlarının yanı sıra yaşayan insanların geçimini karşılayacak iş olanakları oluşturulmalıdır.
Kentlerde yapılaşma müteahhitlere bırakılmamalıdır. Her belediye ihtiyacı kadar konut yapacak bir organizasyona sahip olmalı, kentler imar ve yapılaşmanın rant kapısı olmaktan çıkarılmalıdır.
Türkiye’de; merkezi idare ile yerel yönetimler arasındaki ilişkiler, partiler kanunu, seçim sistemi göz önüne alındığında, eğitim sistemi ve refah düzeylerinin de etkisiyle, demokrasiden kopuşlar yaşanmaktadır. Platon, ‘Demokrasi eğitimli insanların rejimidir. Eğitimsiz insanlar demokrasinin zamanla diktatörlüğe çevrilmesini sağlarlar,’der. Demokrasi dışı uygulamalar yaşanılan topraklarda arzulanan barış ortamının sağlanmasını öteler.
Yerel yönetimlerin karar organları halk tarafından; paralı, güçlü, partili insanlar yerine bilgili, dürüst ve liyakat sahibi insanlar arasından seçilmeli, sivil toplum örgütlerinin istekleri göz önüne alınarak, üyeleri tercih edilmelidir.
Demokrasi seçimlerden ibaret görülmemeli, seçilen insanların çalışmaları denetlenmeli, seçenler tarafından yönlendirilebilmeli, duruma göre adaletli bir geri çağırma sistemi işletilip seçilen kişiler görevlerinden alınarak yerlerine yenileri seçilebilmelidir.
Yönetilenlerin istek, dilek ve şikâyetleri göz önüne alınmalı, kişilerin demokrasiye bağlılığı artırılmalı, kentli ve yurttaş olma bilinci yükseltilmelidir.
İnsanların yaşamak istedikleri barış ve huzur ortamı nasıl tanımlanabilir?
İstanbul Ticaret Odası’nın 2011 yılında yaptırdığı bir bilimsel çalışma bize 39 ilçeli kentin yaşam kalitesi haritasını çıkarmamızda yardımcı olmaktadır. Bireylerin yaşam kalitesine yönelik algıların tespit edilmesi için yapılan bu saha araştırmasında, İstanbul kent nüfusunu temsil eden 18 yaş üstü 2.410 kişiyle yüz yüze görüşme yapılmıştır. Bireylere yöneltilen sorularla aile yaşamı, konut, iş hayatı, sağlık, ekonomik yapı, güvenlik, kentsel memnuniyet, kişisel memnuniyet, yaşam kalitesi ve beklentilerle ilgili görüşleri ve algıları tespit edilmiştir. İstanbul Yaşam Kalitesi Endeksinde demografik yapı, eğitim, sağlık, ekonomi, ulaşım, çevre ve sosyal yaşam olmak üzere 7 alt değişken sınıflandırılmıştır.
Bu çalışmaya göre ilçelerdeki ekonomik yapı yaşam kalitesini etkileyen en önemli unsurlardan biri olarak öne çıkarken yaşayanların eğitim düzeyi, ilçedeki eğitim imkânlarının çeşitliliği ve kalitesi yaşam kalitesinin önemli belirleyicileri olarak gözükmektedir. Yaşam kalitesinin düzeyi azaldıkça sağlık sorunlarının arttığı ve sağlıkla ilgili alınan hizmet düzeyinin azaldığı gözlenmektedir. Nüfus yoğunluğu yaşam kalitesini etkileyen önemli bir unsur olarak görülürken, en önemli sorun olarak tespit edilen trafik ve ulaşım sorunlarına yönelik ilçedeki ulaşım imkânlarının çeşitliliği ve erişilebilirlik düzeyinin yüksekliği de yaşam kalitesinde önemli değişken olarak tespit edilmiştir.
İstanbul’da bireylerin günlük yaşamda istediklerinden daha az zaman ayırmak zorunda kaldığı faaliyetlerin başında gönüllü hayır işlerinde veya politik faaliyetlerde yer alma, hobi, özel ilgi alanları, kitap ve dergi okumak yer alırken, ayırmak istenilenden daha fazla zaman ayrılan faaliyetler ise aile bireyleriyle görüşme, televizyon ve internet ilk sıralarda gelmektedir.
Yerleşim ve konutlarla ilgili sorunların başında da evlerin küçüklüğü, yer azlığı, dışarıda balkon, bahçe, teras gibi oturulacak bir yerin olmaması geliyor.
İstanbul’daki bireylerin en fazla ‘sürekli kısa zamanda fazla iş yüküyle meşgul’ olmalarından şikâyet ettikleri araştırmada, ‘işini çok stresli ve zahmetli’, aynı zamanda ‘sıkıcı ve kasvetli’ bulanların da önemli bir düzeyde olduğu görüldü. Araştırmaya katılanların iş hayatıyla ilgili en sık yaşadığı sorun, işten eve, evle ilgili yapılması gereken bazı işleri yapamayacak kadar yorgun gelmeleri. Bu sorunu, bireylerin işe harcanan zaman nedeniyle ailesine karşı olan sorumluluklarını yerine getiremeyişi izledi.
Kentli nüfus işlerine ortalama 53 dakikada ulaşırken, ne evlerinde yalnız otururken ne de yaşanılan çevrede gece yalnız yürürken kendilerini güvenli hissetmiyor. Güvenlikle ilgili en fazla hırsızlık, kapkaç, yankesicilik, dolandırıcılık motorlu araçtan herhangi bir şey çalınması, yaralanma-darp, şantaj, tehdit, oto hırsızlığı, cinsel taciz ve diğer suçlarla karşılaşıyorlar.
Araştırmaya göre İstanbul’un en önemli sorunları sırasıyla trafik, nüfus yoğunluğu, asayiş, çevre kirliliği, gecekondulaşma/plansız yapılaşma, yol altyapısının bozukluğu, sosyal yaşam alanlarının yetersizliği, temizlik hizmetleri, su ve kanalizasyon sorunları, doğalgaz altyapı sorunları ve diğer sorunlar.
Araştırmaya katılanlara yaşadıkları ilçede toplumun baskısını hissedip hissetmedikleri sorulduğunda, en fazla siyasi görüşlerinden dolayı baskı altında olduklarını, söyleyerek diğer baskı konularının dini inanç ve davranışları, gelenek ve görenekleri, kılık kıyafetleri, memleketleri, etnik kökenleri, medeni durumları, cinsiyetleri, yaşları olduğunu söylemektedirler.
Araştırmaya katılanlara ‘nasıl bir yaşamın kendilerini mutlu kılacağı’ sorusu yöneltildiğinde, bireylerin ‘sağlıklı ve huzurlu bir yaşam’, ‘sevdiklerimle birlikte olduğum bir yaşam’, ‘başarılı yüksek kariyerli bir yaşam’ ve ‘zengin yüksek gelire sahip olduğum bir yaşam’ sıralamasını yaptıkları tespit edilmektedir.
Türkiye’de sanayi kapitalizmine bağlı büyüyen bu büyük kentin sorunlarını ve burada yaşayan insanların iyi ve kaliteli yaşamdan beklediklerini gözler önüne seren bu çalışma, yerel yöneticilerin ve onların seçicileri olan bizlerin dikkate alması gereken bir bilimsel rapor niteliğinde. Bu talepler ülke genelindeki yereller için de geçerli sayılabileceğine göre, halkın taleplerini doğrudan karşılayan yerel yönetimlere ayrılacak mali fonlar ve verilecek yetkiler önem kazanıyor.
Daha iyi yaşam eğer ‘bedensel sağlıklı ve huzurlu’ bir ortamı gerektiriyorsa, arzulananın, barış ortamında bir arada yaşamak olduğu da anlaşılabilir.
Bu durumda insani gereksinim ve talepler için yerel yönetimlere bütçeden ayrılacak fonların adaletli dağıtımı önem kazanmaktadır. Oysa TBMM’nin onayladığı 2019 bütçesine baktığımızda arttırılan kalemlerin insani harcamalara, barışa değil silahlanmaya ait kalemler olduğunu görüyoruz.
Orta Vadeli Mali Plan (2019-2021) kapsamında, genel bütçeli kamu idareleri ile özel bütçeli idarelerin 2019 yılı bütçe ödeneklerinde savunma ve güvenlikle ilgili işlerde sorumluluk üstlenen kurumlara önemli miktarda kaynak ayrıldığını görüyoruz. Milli Savunma Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Savunma Sanayii Başkanlığı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine 2018 yılı bütçesinde 84,6 milyar lira ödenek tahsis edilirken, bu miktar 2019 yılı için %21,5 artışla 102,8 milyar lira olarak öngörüldü. Buna bir de İçişleri Bakanlığı bütçesini eklediğimizde son üç yıllık bütçelerle, ‘savunma ve güvenliğe’ ayrılan payda toplam %100’lük bir artış yaşandığını söyleyebiliriz.
Bu durumda merkezi yönetimin, halkın ‘bedensel sağlıklı ve huzurlu’ bir ortamda, barış ortamında bir arada yaşamak talebini göz önünde bulundurmadığını, bir çözüme ulaşmayacağını bile bile şiddet ve çatışma ortamını sürdürmekte, sorunları silah ve çatışmayla çözmekte ısrarcı olduğunu anlıyoruz.
İşte 31 Mart 2019 tarihinde önümüze gelen fırsat:
Yerelde toplanan vergilerle elde edilen bütçe gelirlerinin büyük bir bölümünün ‘savunma ve güvenliğe’ ayrılmasına, hayır demeliyiz.
Güvenlik adı altında bize sağlanması gereken iyi yaşam koşullarına el koyulmasına, ötelenmesine, hayır demeliyiz.
Yerel yaşamdaki ihtiyaçlarımızın aksine harcama yapan merkezi yönetimi destekleyen yerel yöneticilere, hayır demeliyiz.
Kaynaklarını toplumsal ayrışma, kutuplaşma, kentli vatandaşlarının üstünde toplumsal baskı yaratacak biçimde kullanan yönetimlere, hayır demeliyiz.
Bedensel sağlığımıza, huzur ve barışa önem verecek yerel yönetimlere, evet demeliyiz.
Refahımızın artmasına olanak sağlayacak anlayışlara, evet demeliyiz.
Barışa fon ayıracak yönetimlere, evet demeliyiz.