“Barışa Evet 2014″ Edebiyat Atölyesi Raporları – 1 Ocak/31 Aralık 2014

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

8 Ocak 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Altıncı Kitap

V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin altıncı toplantısının konusu İranlı yazar Sadık Hidayet’in 1936 yılında yayınlanmış Kör Baykuş kitabıydı. Emrah Gürsel’in yazarı tanıtmasının ardından Evren Ergeç kitap hakkında bilgi verdi ve tartışmaya açtı.

Yazar, yabancı ülkelere verilen imtiyazlar, borçlanmalar ve savurgan şah yönetiminin halkın ve ulemanın tepkisine yol açtığı olaylı yıllarda, 20 yüzyılın başında, 1903 yılında doğuyor.  Yükselen olaylar sonunda 1906 de ilan edilen Meşrutiyet Devrimi sonrasında büyüyor. Fransız eğitimi alıyor ve üniversite yıllarında Belçika ve Fransa’da yaşıyor. Yazıları, yaşamı, Atölye’nin bu dönemde örneklerini sıkça gördüğümüz, doğu kültürüyle batı kültürü arasında sıkışmış bir Orta Doğu aydını profiline uyuyor. Kitapları, Kör Baykuş ve Hacı Ağa 2006 sonrası İran’ında, büyük tasfiye programı çerçevesinde, yasaklı ilan ediliyor.

Kör Baykuş’ta, yazarın yaşam felsefesine benzerlikler barındıran, bu dünyaya acı çekmeye gelmiş, çevresindekileri ayak takımı olarak gören bir kalemdan ressamının ölüm ve yalnızlıkla geçen yaşam öyküsünü, med cezirlerini, halüsinasyonlarını okuduk. Anlatıcı ‘yoksulluk, miskinlik dolu bu aşağılık dünyada’ olmaktan, bu dünyaya gelmiş olmaktan acı çekmektedir.

Bu acının sebebi, ‘ölüm düşüncesi’ ve ‘yalnızlık’ yaralarıydı. Novella boyunca bu yaralar sürekli gündemde tutularak metin bir savaş anlatısına dönüşüyordu. Bu durum metin boyunca anlatıcının insanlarla kurduğu ilişkilerde karşımıza çıkıyor. ‘Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmak gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım’. Anlatıcının başkaları dediği, ötekisi, ayaktakımıydı.     ‘Bunlar sıradan insanlar için, ayaktakımı için, evet işte aradığım kelime, ayaktakımı için, ki onların hayatları senenin mevsimleri gibi belirli mevsimlere, dönemlere bölünmüştür ve onlar, hayatın ılımlı kesimlerinde güvence altındadırlar!’, ‘Sokaklarda belli bir amacım olmaksızın, rastgele yürüyor; para ve şehvet peşinde koşan, o tamahkar suratlı ayaktakımı arasından rahat, umursamaz geçiyordum. Onları görmeye ihtiyacım yoktu, biri ötekinin kopyasıydı. Hepsi bir ağız, ağza asılı bir avuç bağırsaktan oluşuyor, cinsel organlarında bitiyorlardı’, ‘Yalnız, köşeleri karanlığa gömülü duvarlardaki titrek gölgeler, zenci cariye ve köleler gibi, çevremde bekliyor, gözetiyorlardı beni’,‘Bazen, durup dururken, dadımın yakınlarının hayatını düşündüğüm oluyordu da, bilmiyorum niçin, diğerlerinin hayatı ve mutluluğu bende sadece nefret uyandırıyordu. Çünkü biliyordum, benim hayatım yavaş yavaş ve acılı, susmuş sona ermiştir. O halde niçin o sağlıklı, iyi yiyen, iyi uyuyan, iyi çiftleşen ve benim dertlerimin zerresini hiçbir zaman duymayan ve yüzlerine her dakika ölümün kanatları değmeyen o ahmakların, o ayaktakımın hayatlarını düşüneyim?’.

Metin boyunca ölüm ve yalnızlığa dayalı savaş anlatısı üç unsurla pekiştiriliyordu; afyon, kasap/kasap dükkanı ve mezar/tabut.

Bu üç unsur, bir yandan anlatıcının hayatını ölümcül bir hale dönüştürüp katil yaparken diğer yandan da karşılığını bulamadığı, platonik ve acı çektiren kahpe bir kadın ve ayaktakımlarıyla ilişkisini yazıya dökme sancılarında ona eşlik ediyordu. ‘Beni bu oda köşesinde tümörler gibi, kanserler gibi azar zar yemiş bitirmiş dertlerimi kâğıda geçirmek’, ‘Bilmiyorum, odamın duvarlarında nasıl bir zehirli etki var ki, düşüncelerimi zehirliyor. Besbelli benden önce burada bir cani, bir zırdeli oturmuş. Hayır, yalnız odamın duvarları değil, belki dışarıdaki manzara, o kasap, yaşlı hurdacı, dadım, o kahpe ve gördüğüm herkes; hatta arpa aşımı yediğim kâse, sırtımdaki giysiler, hepsi birlik oldular, bende bu düşünceleri onlar uyandırdılar’. Sayfalar boyunca anlatıcının, öfkeli bir entelektüel olarak canileşme sürecini okuruz.

‘Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Tek ilaç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler’. ‘Hayır, adını söylemem asla…Bu aşağılık dünya ile bir ilişkisi yoktur onun! Hayır, yeryüzü nesnelerine bulaştıramam kirletemem adını. O yok olunca ben de bir sürüden farksız insanlardan, ahmaklardan, mutlu kişilerden tamamen el etek çektim, unutmak için şaraba ve afyona verdim kendimi’, ‘O günden sonra, içtiğim şarap ve afyon miktarını çoğalttım, ama ne yazık ki ümitsizliğe karşı bu devalar, ne zihnimi uyuşturdu, ne derdimi unutturdu bana’, ‘Düşüncelerimi toplamak istiyordum. Bunu da bana ancak afyonun soylu dumanı sağlayabilir, zihnimi yalnız o dinlendirebilirdi’, ‘Afyon içince beni, boş ve parıltılı bir dünyada engelsiz yasaksız uçuyordum sanki. Öyle derin ve keyifli bir haldi ki bu, ölümün verebileceği keyif, onun yanında pek küçük kalırdı’.

‘Ansızın, yanaklarının hafifçe kızardığını gördüm, kasap dükkânındaki etlerin renginde bir kızardı’, ‘Kasap kemik saplı bir bıçak alır, dikkatle parça parça keser koyunları ve dudaklarında bir gülümseme, müşterilerine satar. İşine de öylesine bir keyif verir ki kendini! Eminim, bundan bir çeşit şehvet duymaktadır. Bizim mahalleyi mesken seçmiş, sarkık kafası, sönük gözleri, hasretli bakışlarıyla adamın ellerini izleyen sarı köpek de bilir bunu. Bu kasabın, mesleğinden pek memnun olduğunu bu köpek de bilir!’, ‘Günden güne zayıflıyordum, aynada bakıyordum kendime: Yanaklarım kızarmıştı, kasap dükkânında asılı etlerin rengiydi bu’, ‘Uyandım ki, yanaklarım kızarmıştı, kasap dükkânında asılı etler gibi’, ‘Kasap tombul eliyle sakalını sıvazladı, alıcı gözüyle inceledi koyunları, içlerinden ikisini epey güçlükle dükkânına taşıdı, çengellere astı ve okşadı butlarını. Her halde geceleyin karısını ellerken koyunlarını hatırlamış, karısını kesse ondan ne kazanacağını düşünmüştü’, ‘Çoktandır aklıma koymuştum bunu. Bilmiyordum, koyunları kesip biçer, parçalarken tartarken kasap neler düşünüyordu; sonra da bakışlarında öyle bir mutluluk oluyordu ki, elimde olmadan, onun yaptıklarını yapmak istediğimi hissetmiştim. Bu keyfi benim de tatmak gerekiyordu’, ‘Bilmiyorum niçin, kasap dükkânındaki koyunlar geldi aklıma; büyük bir parça etten farksızdı o ve eski çekiciliklerinin hepsini yitirmişti’, ‘Kahpenin gövdesini parça parça edecek, satsın diye müşterilere, karşıdaki kasaba götürecektim. Budundan bir parçayı da adak olarak, Kur’an okuyan ihtiyara verecek, ertesi gün de gidip soracaktım ona: ‘Dün yediğin et ne etiydi, biliyor musun?’, ‘Bana bu canice fikirleri bu bıçak vermişti, kasap bıçağına benzeyen bu bıçağı uzaklaştırdım kendimden’, ‘Kasabın keyfini şimdi anlamıştım: Kemik saplı bıçağını koyunların butlarında temizlerken; içlerinde çamur gibi bir koyu, pıhtı, ölü kanlar toplanmış pörsük etleri kesip kesip alırken ve koyunların boğazlarından damla damla kızıl kanlar yere akarken duyduğu keyfin ne olduğunu anlamıştım’.

‘Ve ben, mihnet ve meskenet dolu bu fakir odada, bir mezarı andıran bu odada, beni saran ve duvarların içine kadar nüfuz eden sonsuz gecenin karanlıklarında, uzun karanlık soğuk sonsuz bir gece geçirmek zorundaydım, bir ölünün yanında, onun ölüsüyle birlikte bir gece ve birden düşündüm ki, dünya dünya olalı, ben var oldum olalı, soğuk hissiz hareketsiz bir ölü, karanlık odada hep yanımdaydı benim’, ‘İçim dışım bir ceset kokusuyla, çürümüş et kokusuyla dolmuştu. Sanki bende eskiden beri, hep vardı bu koku, sanki ben ömrüm boyunca bir kara tabutta uyuyordum hep ve yüzünü göremediğim kambur bir ihtiyar, hayalet gölgeler, sisler içinde beni gezmeye çıkarmıştı’, ‘Her an bana mezardan daha dar, karanlık olmaya başlamış bu odada vaktimi, karımı beklemekle geçiriyordum, ama o hiç gelmiyordu. Mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder. İki yıl, dört aydır bu oda, benim hayatımın ve düşüncelerimin mezarı oldu’, ‘O aşağılık kimseler de, yalancıktan ve geçici, ama ne de olsa birkaç saniye için, benim yaşadığım âlemlerden geçiyorlardı. Benim odam da bir tabut değil miydi, yatağım mezardan daha soğuk, daha karanlık değil miydi?’, ‘Odam her an daha karardı, daha daraldı, bir mezar oldu adeta’, ‘Bazen odam öyle daralıyordu ki, bir tabutta yatıyordum sanki’.

Yazarın/anlatıcının kadınlarla olan ilişkileri de Atölyemizce, savaş ve şiddet dili açısından sorunlu bulundu. Metin boyunca farklı görüntüler altında gördüğümüz aslında tek bir kadın olduğuna karar verdiğimiz kadın karakteri dokunulmayandan özneden kahpeliğe, kahpelikten öldürülen bir özneye dönüşüyordu. Başlangıçta ‘İki sevdalı hep aynı hisse kapılmazlar mı, birbirlerine önceden rastladıkları, aralarında esrarlı bağlar olduğu duygusuna kapılmazlar mı? Bu aşağılık dünyada ya onun aşkını isterim, ya da hiç kimsenin!’, ‘Örneğin onun o uzun saçlarını yıkadığı su, ancak pek az bulunur, pek az bilinir bir çeşmeden akabilir, tılsımlı bir mağaradan çıkabilirdi. Entarisi bildiğimiz pamuktan dokunmamıştı, o entariyi maddi eller, insan elleri yapmamıştı. Seçkin, üstün bir varlıktı o’, ‘Bu genç kız, hayır bu melek, sonsuz bir hayret ve anlatılamaz bir ilham kaynağıydı benim için. Latif ve el sürülemez varlığı, bende bir tapınma duygusu yaratmıştı. Yabancı bir bakışın, herhangi bir insan bakışının onu sarartıp solduracağına inanıyordum’, ‘Benim gözümde bir kadındı o, insanüstü bir yaratık bir yandan da’ olan kadın ‘İç dünyadansa bana bir sütannem, bir de kahpe bir kadın kaldı’, ‘Ben ezelden beri kahpe demiştim ona; bu ismin benim için apayrı bir çekiciliği var. Ben onunla evlendimse, önce o bana geldi de ondan. Hem de hileli, fesatlı bir gelişti bu. Hayır, hiçbir meyli yoktu bana. Onun zaten kimseye bir yakınlık duyması, bağlanması mümkün müydü? Hırslı bir kadın, ki bir erkek şehvet için, bir erkek gönül eğlendirmek için, bir erkek de işkence etmek için gerekli ona. Hatta sanmam ki bu üçlemeyle de yetinsin! Ama beni kesinlikle, işkence etmek için seçti’, ‘O, ben hariç, kendini herkese veriyordu, fakat ben, onun çocukluğunu belli belirsiz tekrar yaşayarak kendimi teselli ediyordum’ a dönüşüyordu. Annesi için  ‘Bir bayader, oğluna bundan daha değerli bir yadigâr bırakabilir mi? Erguvani şarap, ölüm iksiri, ebedi huzur kaynağı! Babamı öldürmüş o zehir katkılı şarabı bıraktı. Hediyesinin ne değerli olduğunu şimdi anlıyorum’.

Doğu kültürünün baskın olduğu yerlerde ‘Sütkardeşi olmama rağmen, ailenin şerefini kurtarmak için, onunla evlenmem gerekiyordu. Çünkü kız, bakire değildi artık’, ‘Delikanlı bu gece kaleye girdi dün gece’ derken artık kahpeleşmiş kadın ‘O, bu herifleri yüzsüz, ahmak ve kokuşmuş oldukları için seviyordu. Onun aşkı pislik ve ölümle aynı şeydi aslında. Onunla bir gece geçirmek, sonra ikili ölüm, birbirimizin kollarında; işte buydu en büyük muradım’ öldürülesi özneye dönüşüyordu.

Yazar/anlatıcı yaşadığı dünyadan hiç hoşnut değildi, karamsardı; böyle gelmiş böyle gidiyordu. Doğu kültüründeki baskın kaderciliğiyle ‘Binlerce yıl önce aynı sözler konuşuldu, aynı çiftleşmeler oldu, aynı çocukluk acıları yaşandı. Acaba bir baştan bir başa hayat, gülünç bir kıssa, inanılmaz ve ahmakça bir masal değil midir?’ diyordu.

Ölüm ve yalnızlığına çözüm olarak dine de sığınmıyordu. Yazar/anlatıcının, yaşadığı döneme göre oldukça radikal bir söylemi vardı.  ‘Çünkü ben Tanrı’yla, Yüce Varlık’la değil, sevdiğin tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum! Çünkü benim için çok yükseğimdeydi Tanrı. (…) Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsam imtiyazlıların korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarımlarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum’, ‘Istırap, korku, dehşet ve yaşama arzusu, hepsi bitmişti bende. Bana telkin ettikleri dini inançlardan kurtulmuş, huzura ermiştim. Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu. Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim? Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için’, ‘ Evet, ikinci bir hayat düşüncesi korkutuyordu, hasta ediyordu beni. Hayır bu öğürtü veren dünyaları, bütün bu iğrenç yüzleri görmeye ihtiyacım yok benim. Tanrı bir sonradan görme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana?’.

Kitapta barışı çağrıştıran tek şey belki de anlatıcının yaşadığı platonik aşktı. Ancak ölüme çok yakın olan yazarın metni ölümün çevresinde dolaşmaktan bir türlü kurtulamıyordu. Yazar ve novellası, edebi özelliklerine ve başarısına karşın Atölye’miz tarafından şiddet ağırlığı yüksek ve ayrımcı, savaş duygusunu pekiştiren bir yazar/metin olarak değerlendirildi.

 

22 Ocak 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Yedinci Kitap

V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin yedinci toplantısının konusu İranlı yazar Muhammed Hicazi’nin 1929 yılında yayınlanmış Periçehre kitabıydı. Burcu Aktaş’ın yazarı tanıtmasının ardından Hatice Kuni kitap hakkında bilgi verdi ve tartışmaya açtı.

Hicazi hayatı boyunca İran’ın mevcut sistemiyle barışık yaşamış, ‘devlete itaat eden’ unvanlı, Kraliyet Nişanı ile ödüllendirilmiş bir yazar olmuştu. 20.Yüzyıl İran Edebiyatı’nda ‘kadın sorununa el atan’ bir yazar olarak tanınmasına karşın Atölyemizce ‘kadını sorun eden’, ‘Çözüme yatkın olmayanları sistem dışına iteleyen’, okura bir fazilet ütopyası sunan, ataerkil değerleri hutbe gibi sunan bir yazar olarak değerlendirildi.

Dönem İran tarihinin en çalkantılı, değerlerin alt üst olduğu, yabancı devletlerin ülke üzerinde emperyalist planlar kurup uygulamaya soktuğu dönemlerinden biri olmasına karşın, yazar tercihini egemen sistemden yana koyuyor.

Hicazi, Osmanlı baskısından kaçarak Şahın yanına katılan bir Türkmen aşireti olan Kaçar Hanedanı’nın hüküm sürdüğü bir dönemde doğup büyüyor, ülkesinde ve Fransa’da eğitim alıyor.  Bu dönem Perslerin gördüğü en adaletsiz ve başarısız dönem olarak tanımlanıyor. Kapitülasyonların başlangıcı olarak da bilinen bu yıllarda İran, İngiltere ve Rusya arasında sıkışmış, ekonomik açıdan zor yıllar yaşanmaktadır.     İngilizlere tütün, petrol, maden, demiryolları, baraj, yol ve sanayi tesisi inşasını içeren imtiyazlar satılıyor. İmtiyazlar, borçlanma ve şahın savurganlığı halkın ve ulemanın tepkisini doğuruyor, olaylar patlak veriyor ve 1906 yılında Meşrutiyet Devrimi gerçekleşiyor.

1914 Yılında ülkede yükselen direnişi örgütleyenin Almanya olduğu kabul ediliyor.  1917-1921 Yılları İran’ın savaş, kıtlık ve hastalıklarla boğuştuğu yıllar olarak biliniyor.

Bu karmaşa yıllarının ardından, 1925’de Pehlevi Hanedanı tahtı ele geçiriyor ve milliyetçilik ve laikliğin ağırlık kazandığı, merkezi devletin güçlendiği, askeri monarşinin baskın olduğu, sürgünlerin yaşandığı yıllar başlıyor. 30’ların sonundan itibaren Sovyet ve İngiliz gücünü dengelemek için Nazi Almanya’sına yaslanıldığı, İran Milliyetçiliği’nin yaratılmaya çalışıldığı yıllar oluyor.   Savaşla birlikte Almanlar Sovyetler’e girdiği yıllarda İngilizler ve Ruslar, daha sonra da Amerikalılar, petrol kaynağı olarak kritik önem taşıyan İran’ı işgal ediyor.

Ülkesinin bu çalkantılı yıllarında Hicazi, batı edebiyatı etkisiyle ‘kadın sorununa el atmayı’ hedefleyen bir dizi aşk romanı yazmayı tercih ediyor. Yazar, öğütler üzerine kurulu bir üslupla evli bir çift üzerinden, toplumdaki huzurun korunması için ideal kadın ve erkek rollerini betimliyor. Kadın karakter, tutku ve aşk dolu olan ve bu özelliklerini erkekleri yoldan çıkaran biri olarak çizilirken, erkek karakterlerin tümü kadınları yola getirmeye çalışan, aile yapısını korumak için çaba gösteren, bu yolda her türlü zorluğu göze alabilen insanlar olarak betimleniyordu.

Kitap boyunca kadın-erkek, Şii-Sünni, güzel-çirkin, zeki-aptal, güçlü-güçsüz ayrımcılığını ağır bir şekilde hissediyoruz. Karakterin kendi soyundan olmayanların tümü eleştiriliyor, aşağılanıyor ve ötekileştiriliyor.

‘Kadınlar gözüme korkunç yaratılar gibi görünüyor, o kara çarşafların ardında şeytanlar olduğunu tasavvur ediyordum’, ‘Bir defadan fazla yüzüne bakılamayacak kadar çirkindi. Kırış kırış ve sivilcelerle dolu olan suratı adeta eritilmiş sarı mumdan yapılıp, sonra soğumaya bırakılmış leğene benziyordu. Üstelik bir gözü kördü’, ‘Sanki kurbağaya dokunmuş gibiydim’, ‘Bütün bu güzel düşüncelere rağmen yakışıklı bir gençle kaçmış olması tasavvuru beni oldukça tedirgin ediyordu’, ‘Ne kadar üzülsem yeriydi, zira insanoğlu güzel olmayı arzu eder ve çirkinlikten korkar; birçokları da fiziki güzelliği ruh güzelliğine tercih eder. Ama ben o yaraların Periçehre’nin nazarında beni daha sevimli kılacağını düşünüyorum’, ‘Erkek, sevgilisinin ya da eşinin yanında başkalarına üstünlük sağlayabildiği takdirde adeta boynundaki esaret zinciri kırılmış olur ve her türlü fitne ve korkudan azade olur’, ‘Korkma ben Türkmen değilim, Ali-yi Murtaza Şiisiyim, deyince elini öptüm, çirkin zenci gözüme cennet hurisi gibi göründü’, ‘Bir Şii’yi öldürmenin kaç yıllık namaz sevabına karşılık geldiğini biliyor musun?’.

Kadın bedeni her toplum için bir savaş alanı olarak görülüyordu. ‘Türkmen geleneğinde güzel kadını geri vermek yoktur. Ayrıca Şii bir kadın gençlerimizin gönül eğlendirmesi için gereklidir de’, ‘Ayrıca senin Sünni kızın da Tebriz’li gençlerin iyi bir eğlencesi olabilir’.

Kendi ahlaki değerlerine uyulmadığında yazar şiddetle yüklü satırları kaleme alıyordu. ‘Periçehre’nin ölmüş olmasını veya meçhul rakiplerin elinde kalmasını Feridun’la birlikte olmasına tercih ediyordum’, ‘Periçehre’yi Feridun’un kucağında ya da Türkmen gencin yatağında görüyor, çıldırıyordum’, ‘Sense yaşlı babanı terk edip, o hizmetçi parçasıyla gittin…Yazıklar olsun eğer seni elime geçirirsem bir daha yanımdan ayrılmayasın diye bacaklarını kıracağım. Kızım, yavrum, kıymetlim’, ‘Eteğimdeki namus lekesini yıkamadan bu dünyadan gitmeyeceğim’, ‘Kadınıma laf edenin ciğerini sökerim’,‘Bırakın karnını deşeyim’, ‘Kulaklarını keserim’ ‘Bazen Serdar Kılıç’ın evine gidip oğlunun karnını deşmeye karar veriyordum’, ‘Bir an gönlüm, vücudundaki her parça etin o köpeklerden birinin ağzında titreyerek can vermesini ve kemiklerini ufalayıp çiğnemelerini istiyordu’, ‘Periçehre’nin yandığını görüp gülmek ve el çırparak oynamak istiyordum’, ‘Yıldırım hızıyla yanına vardım ve bir vuruşta kamamı sapına kadar boğazına sapladım. Kamayı Türkmen’in boğazından çekip, olanca gücümle Periçehre’nin karnına sapladım’.

Kadın kahramanın ağzından çıkan sözler bile yazar tarafından kadını aşağılamak için kullanılıyordu. ‘Aşka kabiliyetim yoktu. Gerçek aşık olsaydım başkalarının tatlı söz ve iltifatlarına ihtiyaç duymaz, Feridun’un aklını çelip, seni ve kendimi bu hallere düşürmezdim’, ‘Bana ‘Eteğimdeki bu lekeyi yıkamadan bu dünyadan gitmeyeceğim’ diye yazmıştın ya, doğrusu çok keyif aldım. Çünkü ben böyle erkeği severim!’, ‘Suç Ali’nin, neden benim her gün çarşı-pazar kendi başıma gezip dolaşmama izin veriyor?’

Erkek kahramanın kadın haklarını koruyormuş gibi göründüğü satırları bile ataerkil içerikliydi ‘Kadınları baştan çıkardıkları için suç erkeklerindir’,‘ Demene gelince, bu yanlış değerlendirmeyle kadının insanlık onurunu yok sayarak, onu iradesiz ve güçsüz bir varlık görüp eşya sınıfına dahil etmiş oluyorsun’.

Yazar ‘Öldürmeyi hiçbir sebep ve hiçbir durumda faydalı ve gerekli görmüyordum. Nerede ve ne zaman bir öldürme hadisesi vuku bulsa akıl ve mantığın, barbarlığa yenilmesindendir diye düşünürdüm’ dese de eseri bir bütün olarak şiddet ve savaş yüklüydü. Nitekim kendisi de ‘Savaşa bir selam gönderdim, oğlu ölmüş anaları ve yetim kalmış çocukları hiç düşünmedim bile’ diyerek itirafta bulunuyordu.

Orta Doğu Edebiyatı’nda Savaş ve Barışı tartıştığımız bu dönemdeki hemen hemen tüm yazarlar gibi Hicazi de Batı ile Doğu arasında sıkışmış bir aydın portresi çiziyordu. ‘ Ben, o gün vahşi insanı tanıdığım için, o manzarayı hiç unutmuyorum ve daima uygar insanların davranışlarının arkasında hep aynı yüzü görüyorum’, ‘Ben de Dünya Savaşı’ndan sonra artık Batı Medeniyetinin temelsizliği, kofluğu konusunda herhangi bir tereddüdü ve şüphesi kalmayanlardandım. O benzeri olmayan kasabı, noksan ve defolu Batı Medeniyetinin bir neticesi olarak kabul ediyor ve Asyalı safların sevgi gösterisi canımı yakıyordu. Dostlarla, Bedevi ve eğitilmemiş aşiretlerin konukseverliği ve sevecenliğinden bahsediyor, onları bin defa daha maddeci ve dünya tutkunu Avrupalılara tercih ediyorduk. Bu asude hayatı terk edip, vahşi medeniyetleri taklide yeltendiğimiz için hayıflanıyorduk. Şimdi barbarlığın karanlık, uygarlığın ise aydınlık olduğunu biliyorum. Ne yazık ki bu aydınlık henüz insanoğlunun gönlündeki karanlıkları aydınlatacak kadar güçlü değil!’

Roman Atölye’de ‘Erkek egemen toplumda kadına yönelik şiddetin kaynakları nelerdir’ sorusuna somut yanıt verebilecek, ‘temel eser’ niteliğinde bir kitap olarak değerlendirildi.

 

5 Şubat 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Sekizinci Kitap

V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin sekizinci toplantısının konusu çağdaş İranlı yazar Bijen Necdi’nin 1994 yılında yayınlanmış Benimle Koşmuş Leoparlar kitabıydı. Esra Akbalık ve Kamer Badur-Eğilmez yazarı ve kitabının alt metinlerindeki İran Edebiyatı tarihi ve öğeleri hakkında bilgi verdiler. Yazarın yaşadığı dönem İran’ını ise Yalçın Akyıldız tanıttı. Daha sonra kitabı tartışmaya geçtik.

Kitap 1997’de İran’ın en iyi öykü ödülü olan Gerdun Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştü. Yazarın hayattayken yayımlanan tek öykü kitabıydı, çünkü Bijen Necdi,1997 yılında, erken sayılabilecek bir yaşta hayata veda etmişti. ‘Kendi kültürünün dinamiklerini kelimelerinde raks ettiren’ bir yazar olarak tanınıyordu. Kitapta/kitaplarında bireyin yaşam yolculuğunun ayak izleri okunuyor, yerellikte evrenselliği yakalayarak insanı sarıp sarmalıyordu.

Yazar 40’lı yılların başında, üç farklı siyasi gurubun, komünistlerin, milliyetçilerin ve İslami hareketi sürükleyen ulemaların etkin olduğu bir İran’da doğuyor.  Kırklı ve ellili yıllarda İran soğuk savaşın en şiddetli yaşandığı yerlerden biri oluyor. Komünist partisi Tudeh’i destekleyen S.S.C.B. ile Orta-Doğu’da egemenlik kurmak isteyen A.B.D.İran topraklarında bu savaşı sürdüren taraflar oluyor.

O yıllarda, Milli Cephe’nin lideri Musaddık petrolün millileştirilmesi gibi düşünceleriyle parlıyor ve milliyetçi politikaları onu 1951’de başbakanlık koltuğuna çıkarıyor. İlk iş olarak Şahı etkisizleştiriyor ve petrolü millileştiriyor. A.B.D. bu millileştirme sevdasının durumun Orta-Doğu’daki diğer ülkelere sıçramasından, özellikle de İran’ın Rusya’nın kucağına düşmesinden korkuyor ve İngiliz MI6 destekli CIA, Ajax Operasyonu adını verdikleri ortak bir operasyonla Musaddık’ı deviriyorlar.

Musaddık’ın devrilmesi halkın Şah’a olan nefretini iyice körüklüyor. Ancak komünist ve milliyetçi hareket ortadan kaldırıldığı için meydan İslami harekete kalacak ve süreç 1979 İslam Devrimi’nin kurulmasıyla sonlanacaktı. Muhammed Rıza Şah Amerikan desteğiyle kurduğu istihbarat servisi Savak ve Evin Hapishanesi eliyle baskıcı bir tek adam rejimi inşa ediyor.

Şah 1963’de Amerika’nın yönlendirmesiyle ‘Beyaz Devrim’ adlı reform hareketini başlatıyor.  Devrim aslında, merkezine toprak reformunu alan,  sanayileşme, eğitim, sağlık reformları, tren ve kara yolarının inşası gibi açılımları olan, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan, evlenme yaşını 15’e çıkartan bir modernleşme projesi.  Büyük propagandayla sunulan devrim hareketine ve arttığı bilinen petrol gelirlerine rağmen nüfusun ancak binde 1’i bu gelişmeden pay alabiliyor.  Artan petrol gelirlerinin lüks tüketime, asker ve polisin harcamalarına gittiğini düşünen halkın öfkesi günden güne artıyor.

1979 İran İslam Devrimi gelinen son noktada yapılan ufak hatalardan değil onlarca yıldır İran toplumunun derinlerinde birikmiş baskıların bir patlaması olarak doğuyor. Toplumun her kesimine yabancılaşmış, toprak reformu yüzünden geleneksel destekçisi aşiretlerin dahi desteğini kaybetmiş, cumhuriyetçilik çağında monarşi ve Şahlık gösterisi yapan, A.B.D.’nin Orta-Doğu’daki jandarması olmaya soyunan, herkesin daha çok demokrasi dediği bir dönemde baskı rejimini kuvvetlendiren Şah, tek muhalif hareket olan İslami Hareketi güçlendiriyor. ‘Her yer Kerbela, her yer Aşura’ sloganlı sokak olaylarıyla başlayan isyan, on milyon kişinin karşıladığı sürgündeki dini önder Humeyni’nin İran’a dönmesi, monarşinin İslam Devrimi’ne dönüşmesi, Pehlevi Hanedanı’nın yıkılarak İran İslam Cumhuriyeti kurulmasıyla sonlanıyor.

Bugünleri yaşayan Bijen Necdi,1980 sonrası öyküye dayalı İran Edebiyatının ‘imge gücüne hayran kalınan’ şair ve yazarlarından biri kabul ediliyor.

İran’ın şiddet yüklü yıllarında yaşayıp ürün vermesine karşın Atölyemiz, yazarın eserini dili ve temaların seçimi açısından barışçıl buldu. Ancak, kültürel, tarihsel ve bölgesel bir miras olarak gördüğümüz ‘ölüm’ temasının hemen hemen her öyküde baskın olması, savaşı çağrıştıran bir öğe olarak görüldü. Ölümü, nefreti üreterek işlememiş olması da barışçıl, ölü, ölüm ve acıyı sahiplenmesi savaşçıl olarak değerlendirildi.

‘Vursana lan ibne’, ‘Metin bir dul olarak yaşamak’, ‘Bakire kızlar gibi utanmak’ gibi cümle seçimleri ayrımcı, ‘Kafataslarından oluşan öbek’, ’At ve bütünleştiği kamçı’, ‘Ölü kuğu’ cümle ve temaları şiddet içerikli bulundu. ‘Benim düğme gözlerim’ isimli öyküdeki Fati, savaş karşıtı bir animasyon karakteri gibi okunarak beğeni topladı.

Öykülerindeki çevresel homojenlik, benzer sosyolojik çevre ve insanlar arasında geçen durumlar eserdeki barışçıl özü besleyen bir durum olarak değerlendirildi.

‘Taşların, kayaların ve dağların yarısını

Vadileriyle birlikte

Yanına süt kadehlerini de koyarak

Oğluma bıraktım.

Dağlıkların diğer yarısını, yağmurlara vakfettim.

Mavi, sönük denizi,

Yanan deniz feneriyle beraber,

Eşime bağışlıyorum.

Coşkulu, mavisiz

Denizin geceleri,

Deniz fenerinin stresiyle,

Bugün artık yaşlanmış,

Asker arkadaşlarıma kalsın…

Köprü altında akıp giden nehir,

Senin olsun,

Serpilmiş boy atmış kızım, billur kemikler,

Ki tim bir yaz, gömleğinin

Suyu olsun.

Her tarlayı, arazideki her ağacı,

Otları,

Çıplak bayırlara verin.

Rafın üzerine bıraktığım, Gül suyu şişesinin içindeki, Kumların

Üçte birini Mevlana’nın Mesnevi’sine,

Üçte ikisini de ‘neye’ verin.

Ve kuşlara bağışlıyorum,

Renkleri, çinileri, kümbetleri,

Benimle koşmuş leoparlara…

Mağaraları, alçıdan kandilleri, yalnızlığı

Ve bahçenin kokusunu

Benden sonraki mevsimlere adıyorum…’

Kitapta yer alan ‘Vasiyet’ isimli şiirinin dizeleri bizlere ‘İşte barış bu olsa gerek’ dedirtti.

 

5 Mart 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem 9-10. Kitapları

V. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin dokuzuncu toplantısında İranlı yazarların sonuncusu olan Huşeng Golşiri’nin Şehzade İhticab’ını ve Lübnanlı yazar Geda el Seman’ın Beyrut’ta Deniz Yok isimli kitaplarını tartıştık. Şehzade İhticab’ı tartışmaya Şengül Çiftçi ve Faruk Sevim, Beyrut’ta deniz yok’u Beste Sezen Ateşpare tartışmaya açtı. Faruk Sevim bize ayrıca Lübnan’ı tanıtan bir sunum yaptı.

Şehzade İhticab kitabında çağdaş İran edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan Huşeng Golşiri, İran’da hükümdarlık yapmış Türkmen-Azeri boylarından Kaçarlar’dan soylu bir ailenin üç kuşaklık öyküsünü anlatıyor, abartıdan uzak bir feodalite eleştirisi yapıyordu. Kitabın yayınlandığı 1973 yılında yazar tutuklanıyor, oyuna dönüştürülmüş biçimi sansürleniyordu.

Kaçarlar Hanedanı İran’da 1796’dan 1926’ya kadar hüküm sürmüşlerdi. Kaçarlar dönemi Perslerin gördüğü en adaletsiz ve başarısız dönem olarak tarihleniyor.  1900’lerin başında Şah tek güç olarak anılsa da gerçek bir ordusu ve bürokrasisi olmayan, Tahran dışındaki eyaletlerde aşiretler ve ulemanın duruma egemen olduğu, merkezi devletin erişiminin buralara ulaşmadığı, vergi toplama işinin bile bu aşiretlerce yapıldığı baskıcı bir dönem olarak yaşanıyor.

Kaçarlar dönemi ayrıca İran’da kapitülasyonların başlangıcı olarak da biliniyor. Ülke 1800’lerin başından beri Hindistan yolunu korumak adına bölgede etkili olan İngiltere ve sıcak denizlere açılma sevdalısı Rusya arasında sıkışmış durumdadır. Ekonomik açıdan da zor durumda olan Şah çareyi İngilizlere yanaşmakta ve yabancılara imtiyaz satışlarında görüyor. 1800’li yıllar, İran’ın ilk dış borcunu aldığı dönem olarak tarihe geçiyor. İmtiyazlar, borçlanma ve şahın savurganlığı halkın ve ulemanın tepkisini doğurarak ayaklanma başlıyor ve 1906 yılında İran’da Meşrutiyet Devrimi gerçekleşerek ilk meclis açılıyor.

İşte yazar kitabında bize Kaçarlar Hükümdarlığının son yıllarında, bulundukları bölgede egemenliği elinde tutan bir ailenin uyguladığı baskın şiddeti anlatıyordu. Kitapta, kadın aşağılamasından Ataların Kitabı aracılığıyla kadınların erkeklerden daha fazla feodaliteye düşkünlüklerine ve bu düzeni koruma çabalarına, hayvanlara çektirilen eziyetten insanlara uygulanan, derilerinin yüzülmesine varan işkencelere, köylü ve Yahudi aşağılamasından çocuk tacizine her şey vardı.

Yazar’ın tavrı ise, her ne kadar bir feodalite eleştirisi yapmak gibi görünse de, şiddetten yana ve yıkıcı bulundu. Çaresiz, atalarının yaptıklarını eleştirir ve reddeder görünen Şehzade İhticab karakteri, kitapta ahlaki deformasyonu olan biri gibi betimlense de, Atölyemiz açısından şiddete bulanmış, şiddet sarmalından çıkamamış biri olarak değerlendirildi.

İkinci kitabımız olan ‘Beyrut’ta deniz yok’a geçmeden önce Lübnan ile ilgili sunum gerçekleştirildi.

Lübnan’da uygarlıklar tarihi milattan önce 7.000 yıllarına uzanıyor. Yaklaşık M.Ö. 3.000-2.500 yılları arasında Fenikelilerin bu bölgede yaşadığı bilinmektedir. Daha sonra bu topraklar Mısır, Asur, Babil, Pers, İskender, Roma ve Bizans, M.S.636′da Arap Müslümanlar, Emevi, Abbasi, Mısır, Selçuklu, Eyyubi, Memluk en sonunda da Osmanlı egemenliği altında yaşamıştır. 1918′de Lübnan, Fransızlar tarafından işgal edilmiş, işgal 1943 Kasım’ına kadar sürmüştür. 1 Ocak 1944′te Lübnan’ın bağımsızlığı resmen tanınmıştı.

Lübnan’da ulusal ve resmi dili Arapça olsa da diğer etnik kökenlerin diller de yaygın olarak konuşulmaktadır. Etnik dağılımı 3,8 milyon Arap, 600 bin Arap olmayan Hıristiyan unsurlar (Rum, Ermeni vb), 100 bin Arap olmayan Müslüman unsurlar (Kürt, Türkmen vb.)gibiyken dinsel dağılım, 1,5 milyon Şii, 1,2 milyon Sünni, 1,5 milyon Hıristiyan, 300 bin Dürzî şeklindedir. Ülke bu haliyle tam bir kültürel mozaik görünümündedir.

1975 yılında başlayan Lübnan İç Savaşı ülkeyi İsrail devletine karşı direnen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün de etkin olduğu Lübnan Ulusal Hareketi ile ülkedeki Filistin varlığından rahatsızlık duyan ve İsrail’le iyi ilişkiler geliştirmeyi savunan politik güçler olarak Lübnanlılar Cephesi arasında bölmüştür.

1976 sonlarında Suriye Lübnan’ı işgal etmiş ve Suriye’nin askeri varlığı 2000’li yıllara kadar devam etmiştir.

İsrail de 1978 Mart ayında Lübnan’a doğrudan askeri müdahalede bulunmuş, 1978 Haziran ayında bölgeden çekilirken ardında kendisine vekâleten Filistinlilere karşı savaşı sürdürecek olan Güney Lübnan Ordusu’nu bırakmıştır. İsrail, İngiltere büyükelçisinin öldürülmesini bahane ederek bu kez de Haziran 1982’de Lübnan’a girmiş, Beyrut İsrail tarafından kuşatılmış, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliği Ağustos ayında Lübnan’ı terk etmek zorunda kalarak Tunus’a yerleşmiştir. 17 Mayıs 1983’te Lübnan, İsrail ve ABD arasında imzalanan antlaşmayla İsrail’in geri çekilmesi sağlanmış, Hizbullah’ın ABD hedeflerine gerçekleştirdiği saldırılar bu süreçte hız kazanmış ve Hizbullah’ın yıldızı parlamaya başlamıştır.  Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’e girmesiyle başlayan Körfez Krizi Lübnan İç Savaşı’nın son dönemini etkilemiştir. Suriye, ABD’nin Irak’a karşı oluşturduğu koalisyona katılmış, bunun karşılığında ABD, Suriye’nin elini Lübnan’da serbest bırakmıştır. 22 Mayıs 1991’de imzalanan Suriye-Lübnan Antlaşması ile Suriye’nin Lübnan’daki ağırlığı tescil edilmiştir.

Bu yıllarda Hizbullah gündelik hayatın her alanına nüfuz edebilen siyasi etkinliğiyle Lübnan’daki en önemli güçlerden biri olmayı sürdürmektedir. İsrail’in Güney Lübnan’daki işgaline 2000 yılı baharında son vererek önemli bir başarıya da imza atmıştır. Lübnan normalleşmeye çalışırken, 2006’da İsrail – Hizbullah savaşı baş göstermiş, 12 Temmuz 2006 tarihinde başlayan savaşta 200 İsrailli, 1300 Lübnanlı öldürülmüştür.

Son dönemde Arap Baharı’nın Suriye’deki yansıması olan çatışmalar Lübnan’ı oldukça etkilemiş, Lübnan, Suriye iktidarının devamı veya devrilmesi konusunda ikiye bölünmüştür.

Lübnan’da siyasal sistem olarak ‘ikrarcı sistem’ yani ‘dini mezheplerin kendi nüfuslarına göre oransal olarak temsil edildikleri’ bir yönetim sistemi geçerlidir. Parlamentonun 128 milletvekilinin yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan’dır. Ayrıca her mezhebin kontenjanları da antlaşmalarla belirlenmiştir. Cumhurbaşkanlığı Maruni Hıristiyanlara, Başbakanlık Sünni Müslümanlara, Meclis Başkanlığı Şii Müslümanlara, Genelkurmay Başkanlığı Maruni Hıristiyanlara aittir.

Lübnan’da siyasal sistem günümüzde Şii-Sünni kutuplaşmasına oturmuş, Hıristiyan partiler ise bu iki kutba dağılmış bulunmaktadır. Hizbullah’ın artan gücü, Hıristiyan seçmeni, Hizbullah’a muhalif olan 14 Mart ittifakına yönlendirmiş, böylece 2009 Haziranında yapılan seçimlerde 14 Mart İttifakı çoğunluğu kazanmıştır.

Lübnan’da Hizbullah’ın da içinde bulunduğu 8 Mart Hareketi ve eski Başbakan Saad Hariri’nin başını çektiği 14 Mart hareketinden 8′er bakan Şubat 2014’te kurulan ulusal birlik hükümetinde yer almış, geri kalan 8 bakanı ise Cumhurbaşkanı Süleyman ve İlerici Sosyalist Partisi Genel Başkanı Velid Canbolad ile diğer küçük siyasi partiler belirlemiştir.

‘Orta Doğu Edebiyatında Savaş ve Barış’ı tartıştığımız beşinci dönem Atölye’nin tek kadın yazarı olan Gada el Seman’dı. Yazar, Beyrut’ta deniz yok isimli kitabında, yaşadığı topraklarda yüzyıllardır egemen olan şiddetin yarattığı korku ve ölümün yol açtığı karamsarlık, hüzün ve kasvetle kadınlığın, kimliğin, tensel tutkuların, nefis mücadelesinin iç içe geçtiği bir sarmalı, kurtulamadığı girift girdabı anlatıyordu.

Yazar kitaplarında genel olarak yaşadıklarına başkaldıran, bastırılmış kadınları öykülüyordu. Diyaloglar edebiyatçısı olarak da tanımlanan yazar, son dönem kitaplarında yaşadığı dönemin değerler sistemince bastırılan, ezilen erkekleri de eserlerine taşıyordu.

Yazar savaşın şiddetini E.Zola ve Dante’ye sığınarak hafifletmeye çalışıyordu. Ancak tartışmaya açtığımızda yazarı aşkı gereğinden fazla yücelten, kadını kutsallık düzeyine yükselten, iç dünyasındaki gerginliklerden beslenmiş, erkek ağırlıklı değerleri yücelten, muhafazakâr bir kadın yazar olarak değerlendirildi.

Atölye yazarın dilini de gerilimli ve şiddet yanlısı olarak değerlendirdi. ‘Rüzgâr tokatlar vuruyordu’, ‘Yüzünde tırnak izlerimi bırakmıştım2, ‘Seni kanıyla sulayacaktı’ ,’Kan gibi aktı’, ‘Bu iyiliği gözyaşlarım ve kanımla ödedim’, ‘Deniz, kan, aşk, örgülü saçlı kız’,  ‘Bununla patlayacaktı’, ‘Sen benim olmazsan ben…’, ‘Gözlerini yuman arzunun kininde karanlığın şiddetli kötülüğü’, ‘Eskimiş savaşın izleri’, ‘Boynunu vurduktan sonra…’‘Bu lanet kitapları okumak seni çirkinleştirmiş’, ‘Benim bir huyum da hatasız olan her şeyi seçmek ve sevmektir’, ‘Erkekliğini kırkında bile süsleyemedi’.

Bu dönem Atölye’de irdelediğimiz, tartıştığımız her yazar, her kitap, tek tek daha yakından tanımaya başladığımız bize çok ırak olmayan komşularımız ve Orta Doğu Edebiyatı bizi, yazar Gada el Seman gibi isyan ettiriyor: ‘Ey, bu büyük vahşeti yapanlar!’

 

19 Mart 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Onbirinci Kitabı – İstanbul 

V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin onuncu toplantısında Didem Arslanoğlu bize İsrail’i tanıtan bir sunum yaptı. Ardından Asuman Kafaoğlu-Büke İsrailli yazar Amos Oz ve kitabı Kara Kutu’yu tanıttı ve tartışmaya açtı. İsrail çok farklı ülkeden, çok farklı etnik kökenden gelenlerin yaşadığı bir ülke. Gelenek ve göreneklerin çok çeşitli olduğu İsrail’de halkın ortak kültürü büyük ölçüde son iki yüzyıldır Batı Avrupa’dan gelen göçmenlerin getirdiği Batı Kültürü. 19. ve 20. Yüzyılda büyük göçmen gruplar beraberlerinde birçok yeni kültürü de getirip kültürel çeşitliliği arttırmış. İsrail topraklarının dışında, Yahudi nüfusun 750.000 kadarı (yaklaşık %12.5′i) yurt dışında yaşamakta.

Tevrat’a göre İsrailoğulları’nın tarihi M.Ö. 1800 yıllarına kadar gitmekte. Nuh’un torunu Terah’ın oğlu Avram, (tanrı sonradan onun adını ‘ulusların babası’ anlamına gelen Abraham olarak değiştirmiştir)M.Ö.1.500’lerde, Harran’da yaşarken, 75 yaşında tanrının ¨Mısır Irmağından Fırat Irmağına kadar uzanan toprakları senin soyuna vereceğim’ demesiyle Kenan Ülkesine göçer.

Kenan Ülkesi, Şeria Nehri‘nin batısındaki Filist Krallığının olduğu, günümüzdeki İsrail, Filistin ve Lübnan toprakları ile Ürdün, Mısır ve Suriye‘nin kıyı kesimlerini kapsayan bölgedir.

İbrahim, oğulları İsmail ve İshak, İshak’ın oğlu Yakup    (rüyasında tanrıyla güreşip onu yeniyor ve tanrıyı yenen anlamında İsrail adını alıyor), Esav, Yuda (ya da Yahudi sözcüğüne kaynaklık eden Yahuda) bu ‘Vaat edilmiş topraklarda’ yaşıyor, çoğalıyor ve zenginleşiyorlar. Kıtlığın başlamasıyla Yakup ailesiyle Mısır’a yerleşiyor. Daha sonra Musa onları Mısır’dan çıkarıp,‘on emir’in verileceği Sina çölüne götürüyor. Tanrı, 40 yıl onları çölde cezalandırdıktan sonra Yeşu önderliğinde vaat edilen topraklara geri geliyorlar.

Bugün Yahudilerin İshak‘ın soyundan geldiğine, İsmail’in ise Arapların atalarından olduğuna inanılır.

Yahudiler, antik çağdaki ulusal toprakları olarak gördükleri İsrail Diyarı‘nda iki defa siyasi otonomiye sahip oluyorlar. İlki M.Ö. 1350′den M.Ö. 586 yılına, Birinci Tapınak’ın yıkılmasına kadar süren dönem ikincisi ise M.Ö. 140 ile M.Ö. 37 yılları arasındaki Haşmonayim Krallığı dönemi.

Bu topraklar, MÖ. 516-70 yılları arasında Babilliler tarafından işgal ediliyor, Kudüs ve Tapınak yakıp yıkılıyor, Yahudiler Babil’e sürgüne gönderiliyor ve ilk Yahudi Diasporası yaşanıyor. Daha sonra topraklarda Persler, Yunanlılar, Roma İmparatorluğu hakimiyet kuruyor. Roma İmparatorluğu Yahudiye’ye Palaestina (Filist Krallığı adından) diyor. Daha sonra da Bizans, Arap, Memluk ve Osmanlı egemenlikleri hüküm sürüyor.

‘Vaat edilmiş topraklardaki iki siyasi egemenliklerinin dışında Yahudilerin çoğunluğu diasporada, yani sürgünde yaşamış ve sürekli göç etmek zorunda kalmış, yaşadıkları ülkelerde azınlıkta kalarak baskıya uğramışlar.

Hem göçmen hem de mülteci olarak yaşadıkları bu deneyim, Yahudi kimliğini ve dini uygulamalarını birçok yönden şekillendirdiğinden Yahudilerin tarihinde önemli bir unsur oluşturuyor.  Bu göçlerin en büyük ve önemlileri şunlar:

Yahudilerin atası İbrahim, Keldanilerin yaşadığı Ur‘dan Kenan ülkesine gelen bir göçmendir.

İsrailoğulları, Musa’nın yol göstericiliğinde Mısır’dan Çıkış’ı gerçekleştiriyor.

İsrail Krallığı’nın sakinleri, Asurlular tarafından daimi sürgüne gönderiliyor ve tüm dünyaya dağılıyorlar.

Yehuda Krallığı’nın sakinleri, Babilliler tarafından sürgün ediliyor, daha sonra Pers Ahameniş İmparatoru Büyük Kiros’un hükümdarlığı döneminde, Yehuda’ya geri gönderiliyor, ancak Roma İmparatorluğu tarafından yeniden sürgün ediliyorlar.

Roma İmparatorluğu döneminde, yaklaşık 2.000 yılda, Roma topraklarının dört bir yanına dağılıyor, bir bölgeden diğerine sürülüyor, dinlerini özgürce uygulayacak kadar serbest yaşayabildikleri yerlere yerleşiyorlar. Diaspora süresince, Yahudi yaşamının merkezi Babil’den İber Yarımadası’na, Polonya’ya, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve Siyonizm sonucunda da İsrail’e kayıyor.

Orta Çağ ve Aydınlanma dönemi Avrupa’sında pek çok defa yaşadıkları topraklardan kovuluyorlar; 1290′da 16.000 Yahudi İngiltere’den, 1396′da 100.000 Yahudi Fransa’dan, 1421′de, binlercesi Avusturya‘dan kovuluyor. Bu Yahudilerin büyük kısmı Doğu Avrupa’ya, özellikle de Polonya’ya yerleşiyor.

1492′deki İspanyol Engizisyonunun ardından, İspanya’daki yaklaşık 200.000 Sefarad Yahudisi İspanyol krallığı ve Katolik Kilisesi tarafından ülkeden kovuluyor. Bunu Yahudilerin 1493 yılında Sicilya‘dan (37.000 Yahudi) ve 1496 yılında Portekiz’den kovulmaları izliyor. Bu kişilerin büyük kısmı Osmanlı İmparatorluğu, Hollanda ve Kuzey Afrika’ya kaçarken bir bölümü de Güney Avrupa ve Ortadoğu’ya göç ediyor.

On dokuzuncu yüzyılda, Fransa’daki dine bakılmaksızın herkese eşit vatandaşlık tanıma politikası, (özellikle Orta ve Doğu Avrupa’dan) Yahudilerin bu ülkeye göç etmesine yol açıyor.

Aralarında 1880-1925 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden iki milyonu aşkın Doğu Avrupa Yahudi’sinin de bulunduğu milyonlarca Yahudi Yeni Dünya’ya geliyor.

Doğu Avrupa’daki pogromlar, modern Antisemitizm’ in yükselişi, Holokost ve Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkışı gibi etkenler çok sayıda Yahudi’nin bir ülkeden diğerine, bir kıtadan diğerine hareket ve göç etmesine, sonunda da toplu olarak İsrail’e gelmesine neden oluyor.

İran İslam Devrimi birçok İran Yahudi’sini İran’dan kaçmaya zorluyor. Bunların çoğu ABD’ye ve İsrail’e, küçük bir bölümü de Kanada ve Batı Avrupa’ya sığınarak cemaatlerini oluşturuyorlar.

Sovyetler Birliği‘nin yıkılması ile birlikte, o zamana kadar ülke sınırlarını terk etmelerine müsaade edilmeyen Yahudilerin birçoğunun gitmesine izin veriliyor, bu da, 1990′ların başında İsrail’e doğru bir göç dalgası yaratıyor.

Teodor Herzl’in 1897’de, İngiliz desteği ile Yahudi Devleti kurmak amacıyla topladığı I. Siyonist kongrede ‘Yahudilerin bir ulus oldukları ve atalarının vatanı olan İsrail’de yaşama ve diğer özgürlüklere sahip olma haklarının olduğu’ teziyle ilk Siyonizm çalışmaları başlıyor.

I.Dünya Savaşıyla birlikte Filistin ve çevresinde dengeler değişmeye başlıyor, İngiliz Manda Yönetimi kuruluyor. 1917′de, İngiltere Filistin’de Yahudi halkları için bir vatan kurulması sözü veriyor. Balfour Deklarasyonu olarak anılan bu mektupta, nüfusun %93’ünü oluşturan Arap ve Hıristiyanların hakları gözetilmediğinden Araplar için bu konu Filistin sorununun özünü oluşturuyor.

İngiltere mandası altındaki Filistin’e Siyonist Proje kapsamında yüzbinlerce Yahudi göç edince Arap topluluklarda öfke ve isyan başlıyor. Nisan 1920’de,Filistinli Araplar ayaklanıyor ve Milliyetçi Arap devriminin başlangıcını oluşturuyorlar. 1922′de İngiltere’nin düzenlediği bir nüfus sayımı, Yahudilerin sayısının, Filistin’deki 750 binlik nüfusun yüzde 11′ine ulaştığını gösteriyor. Bundan sonraki 15 yılda 300 bin Yahudi daha bu topraklara göç ediyor.

Filistin’i 1920′den beri idare eden İngiltere, Siyonist-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947′de Birleşmiş Milletlerce devrediyor. Yahudiler bu tarihte toprakların %6’sını ellerinde tutarken nüfusun üçte birini oluşturuyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya merkezli olarak yaklaşık 6 milyon Yahudi öldürülüyor. Nazi zulmünden kaçan yüz binlerce Yahudi’nin de buraya ulaşması çözüm arayışını daha da acil hale getiriyor. BM’nin kurduğu özel komite, bölgeyi Filistin ve Arap devletleri arasında paylaştırmayı planlıyor. Paylaşım planı, Filistin’in yüzde 56,47′sini Yahudi devletine, yüzde 43,53′ünü de Arap devletine bırakıyor. Kudüs ise uluslararası bir idare altında tutuluyor. Filistinlilerin reddettiği plan uygulanamıyor.

İsrail Devleti, 2 bin yıldır kurulan ilk Yahudi devleti olarak Tel Aviv’de 14 Mayıs 1948′de saat 16:00′da ilan ediliyor. Karar, son İngiltere birliklerinin bölgeyi terk ettiği ertesi gün yürürlüğe giriyor. Filistinliler, 15 Mayıs’ı ‘El Nakba (Felaket)’ günü olarak anıyorlar. Bu tarihten sonra, 1964’de FKÖ kuruluyor; 1967’da ‘ 6 Gün Savaşları’ patlak veriyor;1973 Yom Kippur  (Kefaret Günü) Savaşı çıkıyor; 1979’da İsrail ve Mısır barışı imzalanıyor; 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ediyor; 1987-1993 Yılları arasında İntifada ayaklanması yaşanıyor; 2002’de Batı Şeria yeniden işgal altına alınarak 700 Km.lik Utanç duvarı inşaatı başlıyor; 2006’da İsrail Lübnan’ı işgal ediyor.

Bütün bu şiddet ve savaş sonunda bugün, 1946 yılında bugünkü İsrail topraklarında yaşayan Arap çoğunluğu azınlığa düşüyor ve tecrit altında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bugün bu topraklarda 4.8 milyon Yahudi, 1.8 milyon Arap ve Yahudi olmayan halk yaşamaktadır. Batı Şeria ve Gazze’de ise 3.3 milyon Filistinli tecrit ve işgal altında yaşamaktadır.

1939 Doğumlu yazar Amos Oz işte bu topraklarda doğup büyüyor, bu topraklar onun bireysel biçimlenişine kaynaklık ediyor.14 Yaşındayken annesi intihar ettikten sonra evi terk edip ortaklaşa kullanılan bir yerleşim bölgesi olan kibutza yerleşiyor, yazarlığa da burada başlıyor. Kibutz tarafından Kudüs’teki Hebrew Üniversitesi’ne eğitime yollanıyor,1963’te mezun olup felsefe ve edebiyat hocalığına başlıyor, 6 Gün Savaşı’na (1967)ve Yom Kippur Savaşı’na (1973) katılıyor. 1960’da evlenip üç çocuk sahibi olduktan sonra da,  1986 yılına dek ailesiyle birlikte kibutzda yaşamaya devam ediyor.

İşçi Partilidir ve kendini siyonist olarak tanımlar. 2006’da, ‘Mümkün olduğunca (!) sivil halkın korunması, sadece Hizbullah’ın hedef alınması’ koşuluyla Lübnan işgalini destekliyor çünkü yazara göre bu bir ‘kendini koruma savaşı’ydı.

Yazar bir yandan 2008-2009 İsrail-Gazze anlaşmazlığında Hamas’a karşı girişilen saldırıyı onayladığına dair destek metni imzalıyor bir yandan da Gazze’de masum halkın zarar gördüğünü, sivil halkın öldürüldüğünü, bu durumun bir savaş suçu olduğunu ve buna göre suçluların yargılanması gerektiğini savunuyor,‘Hamas yalnızca bir terörist örgüt değil, aynı zamanda bir düşünce, fanatik ve umutsuz bir ideal. Bir düşünceyi güç kullanarak yıkamazsınız, onu ancak daha iyi bir fikirle yıkabilirsiniz’ diyordu.

Yazarın başyapıtlarından sayılan Kara Kutu 1986’da yayımlanıyor. Yıkılmış bir evliliğin mektuplar aracılığıyla süren gerginliğini anlatan bir kitap. Bir evliliğin, sona ermesinden yedi yıl sonra açılan kara kutusu.

Mektuplarda, erkekler dünyasında sıkışmış bir kadın kahraman İlana’yı tanıyoruz. Onu ablukaya almış erkeklerin, eski kocası, yeni kocası, oğlu, eski kocasının avukatı ve hatta erkek egemen söylemi benimsemiş ablanın ağzından, şiddet dozu yüksek ve hastalıklı aile ilişkilerini izliyoruz. İlana da boş durmuyor, mektupları eski kocasını kışkırtan bir silah, gizli bir erotizm yüklü baştan çıkarma aracı olarak kullanıyor.

İlana, kendi kendine de şiddet uygulayan bir kadın. Edilgen değil, kontrolcü, hapsedildiği erkek egemen dünyanın kabuğunu kırmaya çalışıyor. Adeta bu dünyaya savaş açmış durumda. Kışkırtıyor, aşağılıyor, üste çıkmaya çalışıyor, alttan alıyor… Eski kocasına ‘Seni zalimliğine rağmen sevmedim ben; canavarın kendisini sevdim’ diyor. Kendini aşağılayan erkeklere tutkuyla bağlanan,dişiliğini öne süren bir kadın. 2 Kocasına sürekli onları sinirlendirecek, kıskandıracak, kışkırtacak şeyler söylüyor/yazıyor, bundan adeta zevk alıyor. Ardından da ‘nefretten gözlerin mi kararıyor?’ diye soruyor. Sanki bir erkeğin sevgisini/ilgisini ancak böyle hissedebiliyor gibi.

Yazar, dünyanın farklı yerlerinden, Avrupa, Rusya, Kuzey Afrika’dan, farklı şartlarda büyümüş ve farklı kültürlere sahip insanların (Yahudilerin) bir araya gelerek kurduğu devleti anlatırken traji-komik bir üslup kullanıyor.  Eski koca Alek’in dinden uzak, mesafeli, bilim adamı tavrıyla yeni koca Mişel’in aşırı dindar, muhafazakâr tavrı romanda politik bir gerilim yaratıyor.

Amos Oz, en derin nefreti anlatırken içindeki sevgiyi, aşkın içinde nefreti hissettiriyor. Nefret ve aşk bıçak sırtında duruyor, her an biri diğerine dönüşebiliyor.

Kara kutu sayfa sayfa açıldıkça yanlış anlamaların, yanlış davranışların bedellerinin ne denli ağır ödendiğini görüyoruz.

1970’ler, İsrail’de 6 Gün Savaşları (1967) ile Yom Kippur  (1973)Savaşı arasında geçen yıllar. Yazar işte hem toplumsal hem de bireysel şiddetin yoğun olarak yaşandığı bu yılları anlatıyor bize. Ülkede ve bireylerde genel bir umutsuzluk egemen. Tek umut filizi İlana’nın oğlu Boaz’ın kurduğu, ilkel tarım toplumlarına dönüşü simgeleyen ama yine de gelecek, umut aşılayan çiftliği.

Semavi üç din, yeşerdiği bu topraklarda olduğu gibi kitapta da etkin. Dinler ve yazılı metinleri, onlara dayalı yaşam ve düşünce biçimi bir şiddet aracı olarak genişçe yer alıyor kitapta. ‘Kılıç tutanların hepsi kılıçla helak olacaklar (İncil)’, ‘Zaferi, yıkımı olacak (İncil)’, ‘Din kitaplarının hepsinde mutluluk yasak’, ‘Mutsuzluk bir şükran kaynağı’. Ancak yolda, eylemde var mutluluk;‘Yolda kamil olana ne mutlu’. ‘Tevrat’a inanmayan bir Yahudi tarladaki hayvandan daha beterdir’,‘Nasralı İsa yılanlar gibi akıllı güvecinler gibi akıllı ol diyor’,‘Her insan yakınlarının bekçisidir. Tabii her Yahudi de!’, ‘Bir Yahudi hayata iyi vakit geçirmek için gelmedi’.

Sanki tarih boyunca şiddet konulu bir tez yazılsa ağırlığı din kitaplarına vermek gerekir görüşünü doğrularcasına şiddet yüklü, şiddete yol gösteren, aracılık eden, kışkırtan satırlarla, metinlerle karşılaşıyoruz.

Yazar yaşanılan topraktaki diğer yaşayanları aşağılamayı, Yahudi toplumundaki kast sistemini,  hayvanlara yönelik şiddeti de yoğun olarak hissettiriyor. Kadının yaşlanmasının fizyolojik belirtileri aşağılayıcı bir dille uzun uzun betimleniyor. ‘Araplar mı? Pislik’, ‘Arap mı at mı?’, ‘Faslılar kadar acı çeken Almanlar’, ‘Bir Yahudi de bir Arap kadar putperest olabilir’. ‘Neden benden yüksek bir kadınla evlenip gururlandım?’, ‘Dört kez ateş edilen deve’, ‘ Taşla serçe öldürmek’, ‘Köstebekleri dumanla boğmak’, ‘Ölü fare yakmak’.

Yazarın yüzyıllardır savaşla, acı ve kanla beslenmiş bu toprakların gerçeklerini idealize etmeden sunduğunu görüyoruz. Ancak, gerçek hayatında bir sarkaç gibi bir bu yana bir o yana salınan düşünceleri, metninde de dil ve duygularında bir barışçıl bir şiddet yüklü satırlar olarak salınıyor. Kitap duygusal şiddetin çok yoğun olduğu bir metin olarak belleğimizde yer ediyor ve duygusal şiddeti fazla olan birinin geleceği konusunda bizi kaygıya sevk ediyor.

‘Vaat edilmiş toprakların nerede olduğunu, çıkış yolunu nasıl bulacağını anlamaya çalışan’, ‘günahın kefareti olarak acı’ çeken İsrail halkının gerçekliği, tarım toplumlarında mevsimlere ve doğal olaylara göre tanımlanan zamanın bu topraklarda savaşa göre tanımlanması, Atölye’mizce İsrail Ülkesinin gelecek günleri konusunda kaygı duymasına yol açtı. Diğer yandan barışa duyduğumuz gereksinimi, taşıdığımız umut ve arzuyu, ulaşmak için gösterdiğimiz çabalardaki kararlarımızı pekiştirdi.

 

26 Mart 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Onikinci Kitabı

V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin on birinci toplantısı Etgar Keret’in Kapı Birden Vuruldu kitabı üstüneydi. Burcu Aktaş’ın yazarı tanıtan sunumunun ardından Alev Yapışkan-Tahmaz kitabı tanıtıp tartışmaya açtı.

Yazar 1967 yılında Tel Aviv’de doğuyor.  Babası İsrailli bir Yahudi, annesi ise Polonyalı. Her ikisi de soykırımdan kurtulabilmiş kişiler. Annesi, tüm ailesini kaybettikten sonra bir yetiştirme yurdunda büyüyor, Fransa’ya, bir süre orada yaşadıktan sonraysa İsrail’e göç ediyor. Ebeveynlerin yaşadığı tüm bu travmalara karşın yazarın çocukluğu huzurlu bir aile ortamında geçiyor. Etgar Keret annesi ve babasının birbirlerine seslerini hiç yükseltmediğinden, tartışmalı aile ortamlarına bir tek seyahatler sırasında,  anne ve babasına savaş zamanlarındaki kontrol noktalarını hatırlattığı için pasaport kontrolleri sırasında şahit olunduğundan söz ediyor.

Ablası ve ağabeyi gibi Etgar Keret de uzun dönem askerlik yapıp Lübnan savaşına ve işgallere katılıyor. İlk kitabını 1992 yılında yayımlıyor. Yazmayaysa 19 yaşında askerdeyken,  orduya beraber katıldığı en yakın arkadaşının duygusal bir kriz sonunda kendini vurmasıyla başlıyor. Bu zor dönemde, yazdığı ilk öykü olan ‘Borular’  ile hem arkadaşına bir yanıt veriyor hem de kendine bir çıkış yolu buluyor. ‘Ona bir çıkış yolu vardır demeye çalıştım o öyküde. ‘Borular’ı o öldükten iki hafta sonra onun öldüğü yerde yazdım. Bitirdiğimde onun bir öykü olup olmadığından emin değildim ama yazmayı sürdürdüm. Yazarlık benim için neredeyse itiraf gibi bir şey’.

Yazarın doğduğu, yaşadığı yer ve dönem savaş, şiddet ve işgallere tanık olunan, hoşgörünün azaldığı, halklar arasında iletişimin koptuğu dönem ve coğrafya.

·         1967’da ‘ 6 Gün Savaşları’ patlak veriyor.

·         1973 Yom Kippur  (Kefaret Günü) Savaşı çıkıyor.

·         1979’da İsrail ve Mısır barışı imzalanıyor.

·         1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ediyor.

·         1987-1993 Yılları arasında İntifada ayaklanması yaşanıyor.

·         2002’de Batı Şeria yeniden işgal altına alınarak 700 Km.lik Utanç duvarı inşaatı başlıyor.

·         2006’da İsrail Lübnan’ı işgal ediyor.

Ergar Keret Orta Doğu siyasetinden söz ederken ‘Herkes cesur insanların barışından bahsediyor. Bense cesur insanların barış istemediği kanaatindeyim. Cesur deyince aklıma Mel Gibson’un Cesur Yürek filmi geliyor. Cesursanız savaşırsınız. Bense korkakların, tembellerin barışından yanayım. Kusurlu insanların barışından. İhtiyacımız olan bu’, diyor.

Kitabın ilk öyküsü kitaba da adını veren ‘Kapı Birden Vuruldu’. Bu öykü bir sunuş, bir manifesto, yazarın büyülü, gerçek üstü 37 hikayesine açılan kapı gibi. Kapı ilk öyküde vuruluyor, okuyucu yazarın dünyasına adım atıyor ve son öykü olan ‘Sen Hangi Hayvansın’la da kapanıyor adeta..

Tüm öyküler özellikle de ilk öykü bir İsrail toplumu mozaiğinin anlatımı. Doğu-Batı karşılaştırması yapıyor, Doğu’nun şiddet atmosferini eleştiriyor ‘Batıda bir şey istendiğinde kibarca rica eder ve genellikle istediğini alırsın. Fakat boğucu, bunaltıcı Orta Doğu’da bu böyle değil. Filistinliler bir ülke istedi, kibarca. Aldılar mı? Hava aldılar. Bu yüzden otobüslerdeki çocukları havaya uçurma yoluna gittiler ve insanlar böylelikle onlara kulak vermeye başladı’.  Bu topraklarda herkes taleplerini şiddet yolunu kullanarak elde etmeye çalışıyor, ancak o zaman dikkate alındıklarını düşünüyorlar.

İlk öyküden itibaren biz ve onlar vurgusu sürekli tekrarlanıyor. Biz dediği şiddet ve zorbalık yaygın bir yöntem olarak kullanıldığı Orta Doğu, onlar, medeni yöntemleriyle Batı. Batıya duyduğu özlemi sık sık dile getiriyor. ‘Bu ülkede güçlü olan haklıdır; siyaset, ekonomi ya da park yeri fark etmez… Doğu doğudur, batı da batı. Farklı zihniyetler.’

İsrail toplumunda ve kendi dilindeki ayrımcılığa, sürekli vurgu yapıyor. ‘Neden kötüymüş zamanlamam? Tenim sizinkinden kara olduğu için mi?’, ‘Arap’, ‘Arap görünümlü adam’, ‘Köpek Türk mü?’, ‘Bütün Almanlar Hitler’, ‘Çinli akapunkçurcuyla çocuk yalnız bırakılamaz’.

Toplumsal şiddetin, öfke ve nefretin aktörlerini sıralıyor; sağcı, ırkçı…Şiddetin öğrenilen bir yöntem olduğunu, kendisinden güzel bir dille hikaye isteyen küçük oğluyla anneannesinden kurtulmak için kurdukları ekip çalışmasında anlatıyor.

Bir korku imparatorluğu olan İsrail toplumun duyarlılığı yüksek tüm sinir uçlarını sıralıyor ‘İşsizlik, intihar bombacıları, İranlılar…. Umutsuzuz be adam, umutsuz!’

Bu toplumsal korkular ve şiddet ortamının bireyde yarattığı sıkışmışlık kaçma arzusu yaratıyor. Kaçış masallara, masalsı anlatılara, gerçek üstücülüğe, mutlu yalanlara, rüyalara, sarkastik anlatımlara… diğer deyişle yazarın kitapta ele aldığı dil ve üsluba. Böylelikle yazarı öykülerde kurduğu atmosferle, kullandığı dille suçlayamayacağımız, barışçılmış gibi görünen ancak içine sinmiş şiddeti ele veren anlatılar, öyküler çıkıyor ortaya. Akıllıca kendini ele vermiyor. Şiddete karşıymış gibi yapıyor, ama…

Barış özlemi bazı karakterler üzerinden anlatılıyor. Karakter, söylediği yalanların kötü sonuçlarıyla paralel bir evrende yüzleşiyor,nedamet getirerek hikayenin sonunda ‘Aydınlık çiçekler ve güneşle dolu. Bir ya da iki bebek belki, gülücükler içinde’ diyerek mutlu yalanlar söylemeye karar veriyor. Guava meyvesine dönüşen adam melekten son olarak dünya barışı istiyor ve ölmeyi göze alıyor.’O güne dek yerine getirilmesi istenen en zahmetli ve karmaşık dilek dünyada barış’.

Ancak yazarın şiddeti meşrulaştırdığı, ötekileştirmelere başvurduğu satırlar çoğunlukta. Bir babanın barışçıl oğluna kendine şiddet uygulamasını öğütlemesinde şiddet bir yöntem ve meşru müdafaa haline geliyor.

Kadına bakış açısı, kadının nesneleştirilmesi de Atölye’miz açısından sorunluydu. ‘Kadın biçimine bürünmüş bir dünyaya mastürbasyon yapmak’, ‘Anoreksik kız sinirli ve uyumsuz, kaygılı’,

‘Biz liberal solcuların işi zor. Kendimizi dar alana hapsetmişiz. Öfkemizi çıkartacağımız hiç kimse yok’ diyor demesine ama bir başka yerde de ‘Ordumuz nasıl dünyanın en iyi ordusuysa öykümüz de öyle…’ diyebiliyor. Yazar belki samimi ama barışçıl değil. 37 Öyküyü okurken bir yazarın şiddetin mağduru oldukça zaman içinde nasıl öznesi haline geldiğini izliyoruz.

 

30 Nisan 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Onüçüncü Kitabı – İstanbul

V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin on ikinci toplantısında Sinan Akboğa bize Irakla ilgili genel bir bilgi sunduktan sonra, Iraklı yazar Hiner Saleem’i ve kitabı Babamın Tüfeğini tanıttı ve tartışmaya açtı. Irak, en eski uygarlıkların doğduğu Mezopotamya topraklarında, 1916 yılında, Fransız ve İngilizler arasında, masa başında, Ortadoğu’yu iki ülke arasında paylaştıran Sykes-Picot Anlaşmasıyla kurulma çalışmaları başlayan yeni bir ülke. Bölgenin etnik ve dinsel yapısını göz önünde bulundurmaksızın, harita üstünde, yalnızca Fransa ve İngiltere’nin kendi çıkarları doğrultusunda, yapay olarak yeni ülkeler oluşturan bu anlaşmayla, yüzyıl boyunca sürecek çatışmaların başlamasına yol açılmıştır. Bu anlaşma sonucunda kurulan devletlerden Irak, Ürdün, Filistin İngiliz etki bölgesini,  Suriye, Lübnan Fransız etki bölgesini oluşturmuştur.

Modern Irak, 1920’de Osmanlıların I. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle birlikte, İngilizlerin Osmanlı eyaletleri olan Musul, Bağdat ve Basra’yı yeni bir politik düşünceyle değiştirmeleri sonucu, Fırat-Dicle Havzasını kontrolü altına alan ve yakın bir bölge devleti tarafından yönetilmeyen yeni bir oluşum, tasarısı olarak şekillenmiştir.

İngilizler tarafından Kral Faysal’ın başa geçirilmesiyle birlikte, Arap ulusçuluğu ve Arap birliğine yönelik çalışmalar, güçlü ve bağımsız bir Irak kurabilmenin yolunun güçlü bir ordudan geçtiğini öngörerek askeri yatırımlarına başlanır. 1930 yılında Irak hükümeti bağımsız bir devlet olma yolunda İngiltere ile 25 yıllık bir anlaşma imzalar, 1932 yılında Birleşmiş Milletlere bağımsız bir devlet olarak katılır.

1945 yılında Arap ülkeleri bir araya gelerek, bir Arap Birliği örgütü kurarlar. Birlik, Arap ülkeleri arasında milliyetçilik duygularının artmasına yol açarak Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan’ı bir tek ülke olarak birleşme düşüncesini ortaya çıkartır. Ortadoğu’da İngilizlerin etkisinin zayıflaması, İsrail devletinin kurulması, Mısır’ın muhalefeti gibi nedenlerle bu birlik fikri hayata geçirilemez.

Bu tarihlerde, ABD’nin etkisi ile Türkiye’nin İsrail devletini tanıması, Arap ülkelerinde tepki ile karşılanır. Türkiye bu tepkileri azaltmak ve yeni müttefikler bulabilmek için Irak’la yakınlaşmaya çalışır. ABD ve İngiltere’nin aktif katılımlarıyla Bağdat Paktını imzalanır.

Dünya üzerindeki güç dengelerinde büyük değişmeler yaşandığı İkinci Dünya Savaşı sonrası, İngiltere Irak ve bölge üstündeki egemenliğini yitirirken, egemenlik yavaş yavaş ABD ve Sovyetler’ geçmeye başlar. Irak bu dönemde Sovyetler Birliği’nin yanında yer alır.

1958 yılında gerçekleşen kanlı bir darbeyle Irak’ta krallık devrilerek cumhuriyet ilan edilir. General Abdülkerim Kasım cumhurbaşkanı olur. Irak bu darbenin ardından Bağdat Paktı’ndan çekilir, komünizm ve etnik milliyetçilik ülkede yayılmaya başlar.

Önce Irak’ta, ardından Suriye’de benzer eğilimlerin artması, Sovyetler Birliği’nin egemenliğinin artmaya başlaması, ABD ve İngiltere’yi harekete geçirir. 8 Kasım 1963′te Baas Partisi mensupları ve ordudaki milliyetçiler darbe girişiminde bulunurlar. Ancak General Abdüsselam Arif yeni lider olur ve ülke genelinde komünist avı başlatılır.

1940 yılında Suriye’de kurulan Baas ideolojisi, amaç olarak Ortadoğu’da tek bir Arap devleti kurulmasını benimsemiştir. Partinin sloganı ‘birlik, özgürlük ve sosyalizm’dir. Parti ideolojisi, parti birliğine ve dış baskılara karşı durmaya dayanmaktadır. Baas Hareketi Suriye’de ortaya çıkmışsa da, Irak’ta da taraftar bulur. Parti, Suriye ve Irak’ta yaptıkları devrimlerle iktidarı ele geçirir. Saddam Hüseyin ve Hafız Esat, Baas akımının son büyük temsilcileri olurlar.

17 Temmuz 1968′de gerçekleşen kansız bir darbenin ardından iktidar tamamen Baasçılara geçer. Hükümet programı konusunda başlayan anlaşmazlıklar üzerine Baas yanlısı Saddam Hüseyin’in başında bulunduğu bir grup subay, temmuz sonlarında öteki darbeci hizipleri saf dışı bırakır. Devlet başkanlığı ve başbakanlığa getirilen Ahmet Hasan el-Bekir, aynı zamanda yeni oluşturulan Devrimci Komuta Konseyi ve Baas Partisi Bölgesel komutanlığı başkanı olarak kesin bir denetim sağlar. Hükümete ağırlığını koyan Baas Partisi, örgütlü yapısıyla hemen hemen bütün kurumları ele geçirmeyi başarır.

Tabanını genişletmek isteyen Parti, 1970′te Kürtlerle çatışmaya son vererek Irak Komünist Partisi (IKP), Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve öteki bazı milliyetçi ve sol eğilimli siyasi güçlerle işbirliğine yönelir. Ancak, 1974′te Kürtlerle, ardından komünistlerle ilişkilerin bozulması sonucunda yeniden tek partili, sıkı bir rejime dönülür.

1976′da başbakanlığı ve bazı önemli yetkileri Ahmet Hasan El Bekir’den devralan Saddam Hüseyin, Temmuz 1979′da, devlet başkanı oldu.

1975′te Kürt sorununu çözmek için İran’a bazı ödünler veren Irak, 1979 yılında İran’da yaşanan İslam Devrimi rejim değişikliğinden yararlanarak İran’a savaş açar. Bu dönem içinde Irak, 1987’de Kürtlere yönelik büyük katliamlara girişir. Halepçe bunların en büyük ve acımasızıdır. 1986-1988 arasında, Irak‘ın kuzeyinde, Kürtlere karşı düzenlenen El-Enfal Harekâtı adlı isyanı bastırma operasyonunun bir parçası olan girişim,1 Mart 2010′da, Irak Yüksek Ceza Mahkemesi Halepçe Katliamı soykırım olarak tanındı. Her iki ülkeye de insani ve ekonomik olarak büyük kayıplar verdiren İran-Irak Savaşı 1988′de imzalanan ateşkes antlaşmasıyla sona erer.

Irak, Ağustos 1990′da petrol üretim kotalarını aşmak ve tartışmalı bölgelerden petrol çıkarmakla suçladığı komşusu Kuveyt’i işgal ederek 19. ili olarak topraklarına kattığını ilan eder. BM Güvenlik Konseyi, Irak’a 15 Ocak 1991′e değin Kuveyt’ten çekilmesi için son bir uyarıda bulunur. 17 Ocak 1991′de başlayan ve Körfez Savaşı olarak bilinen Çöl Fırtınası Harekatı sonunda 27 Şubat 1991′de Kuveyt işgalden kurtarılır. 28 Şubat’taki ateşkesin ardından, kuzeydeki Kürtler ve güneydeki Şiiler arasında başlayan ayaklanmalar, Irak kuvvetlerince acımasızca bastırılır. 2 milyonun üzerinde Iraklı Kürt Türkiye ve İran’a sığınır.

ABD yönetimindeki ‘müttefik kuvvetler’ 1993, 1996, 1998 ve 2001 yıllarında Irak’a karşı hava saldırıları düzenler. Körfez Savaşı’ndan sonra uygulamaya konan BM ambargosu 1996 yılında başlayan Gıda Karşılığı Petrol programıyla yumuşatılır.

ABD ve Birleşik Krallık öncülüğündeki koalisyon kuvvetleri Irak’ı kitle imha silahlarından arındırmak, Saddam Hüseyin’in teröre verdiği desteği kesmek ve Irak Halkını özgürleştirmek gerekçeleriyle Irak’taki Baas Rejimi’ne karşı saldırıya geçer. 20 Mart 2003′te başlayan hava saldırısı ve onu takip eden kara harekatı sonunda 9 Nisan 2003′te başkent Bağdat’a giren koalisyon güçleri, Saddam Hüseyin iktidarını devirir. 15 Nisan’da Irak tümüyle koalisyon güçlerinin denetimine geçer. Aralık 2003′te Saddam Hüseyin yakalanır. Sonraki dönemlerde işgalci ABD güçlerine karşı bir direniş başlar. Günümüzde de çok şiddetli olarak (özellikle Felluce) devam etmektedir. Bunun yanında Şiiler ile Sünniler arasında derin bir ayrışma ortaya çıkar ve adeta iç savaşı andıran, günümüzde de devam eden şiddetli çatışmalar yaşanır.  İşgalin başladığı Mart 2003′den sonra 1 milyondan fazla Iraklı şiddet, çatışma ve direniş olayları sonucu öldürülür, milyonlarcası şiddet ve işkence görür, göç etmek zorunda kalır.

2008 yılı nüfus tahminlerine göre Irak, 28 milyonluk bir nüfusa sahip. Toplam nüfusun % 70-75-’ini Araplar, % 20′sini Kürtler ve % 10′unu ise Türkmenler, Süryaniler, Keldaniler, Nesturiler, Asuriler ve diğer etnik gruplar oluşturur. %97’si Müslüman olan halkın %60-65′i Şii Müslümanlar, %32-37’si Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır. Şii Araplar ağırlıkla Irak’ın güneyinde yaşarken, Bağdat civarında Sünni ve Şii Araplar, Irak’ın kuzeyinde ise Sünni Kürtler, Ezidiler ve Irak Türkmenleri yaşamaktadır.

2004 yılında yazılan Babamın Tüfeği’nde Hiner Saleem, Baas Rejimi öncesi, cumhuriyetin kurulduğu yıllardan, Saddam Hüseyin´in iktidara gelmesi sonrasına, on yedi yaşında, artık katlanamadığı topraklardan kaçmasına kadar süren çocukluğunu ve ailesini anlatıyor. Savaşın tam da içinden ve bir çocuğun gözünden anlatılıyor hikâye. Bir yandan kişisel bir tarih okuması olan anlatı, diğer yanıyla da belgesel nitelik taşıyarak ülkenin kaderine tanıklık ediyor. Sinemacı olmanın verdiği gözle,bazen ayrıntılara ve bir çocuğun düşlerine odaklanırken bazen de en tepeden dağı taşı, akın akın insanların göçünü gösteriyor. İlk bölüm, çocukluğunun, umut dolu yıllarını, yoksulluğunu mizahla anlattığı 1968 yılı öncesidir. Azad çocuktur.

Sonraki dönem Ahmet Hasan el-Bekr’in devlet başkanı, Saddam Hüseyin´in yardımcısı olduğu, korku, acı, göç, sürgün ve trajedinin başladığı, 1970- 1974 arasında yalancı özgürlüğün yaşandığı yıllardır. Uçakların bombardımanı altında, diktatörün askerlerinin kol gezdiği, her gün bir yerden göçüp bir yere konan kaybedenlerin hikâyesi başlar. Ölenler geride bırakıldığı, yılgınlığın baş gösterdiği yıllardır. Azad hâlâ çocuktur.

Savaşın savaşı, şiddetin şiddeti doğurduğu üçüncü dönemde, Azad direniş güçlerine katılmaya karar verir, sonra fikri değişir ve geri döner. Yapmak istediği bu değildir; o sinemacı olmak istemektedir. Artık katlanamadığında hapishaneden çıkmak için bir yol bulur ve önce Suriye´ye oradan İtalya´ya, oradan da Fransa´ya geçer. Azad artık bir çocuk değildir, Baas’ zulmünden kaçınca büyür.

Bir ülkenin çocuk gözünden dramı anlatılır. ‘Adım Azad Şero Selim. Selim Malay’ın torunuyum. Dedem, güçlü bir mizah anlayışına sahipti. Özgür topraklarda bir Kürt olarak doğduğunu söylerdi. Ardından Osmanlılar geldi ve dedeme şöyle dediler: Sen Osmanlısın ve o bir Osmanlı oldu… İngilizler Irak’ı icat ettiler, dedem bir Iraklı oldu, fakat bu yeni sözcüğün gizemini asla çözemedi: Irak, ve son nefesine kadar asla Iraklı olmaktan gurur duymadı; oğlu yani babam Şero Selim Malay da öyle. Ama ben Azad, o zamanlar hâlâ bir çocuktum’, ‘O gün ailemizden yedi erkeği kaybettik. Kaçtık. Ben hâlâ bir çocuktum’,‘Annemin yüzündeki gülümseme kaybolmuştu, öldürülen erkek kardeşinin ve ailenin diğer altı ferdinin yasını tutuyordu. Ama ben hâlâ bir çocuktum.’

Ortadoğu edebiyatında sıkça gördüğümüz, ülkelerin trajedileri yanında ailelerin trajedileri, Babamın Tüfeği’nde önemli bir yer tutuyor. Güçlü, gerçek, insani, adil anne/kadınlara karşı, otoriter, şiddet yanlısı, her an tüfeğine sarılan, dağa çıkan, savaşla var olan baba/erkek figürler. Yazar bu geleneksel rol ayrımlarını olumlayan bir yerde duruyor anlatı boyunca. ’O bir erkek olarak ölmek istiyordu’,’Barut kokusuna doymuştu’, ‘Az yaşa atik yaşa’, ‘Kuş tek kanatla uçamıyorsa ötekiler ona kanat versin ama yengem değil’, ‘Toprağımız üstünde ölmek, Şahın hizmetinde milis erleri ya da Amerika’da mülteci olmaktan daha onurluydu. Toprağımıza dönmeye karar verdik.’ Yüceltilen erkek değerleri zaman içinde, Birno marka tüfek gibi dönem dışı, teknoloji dışı kalıyor ama yazar bunu görmesine karşın savunmaya devam ediyor.

Atölye’miz kitabı ve yazarı, ‘bu coğrafyanın gerçeği bu’ demek için yazılmış bir çalışma olarak yorumladı. Eleştirmeden, isyan etmeden, zaman zaman oryantalist vurgulara kaçan, şiddeti içselleştiren, genetik davranışsal reflekslerle hareket eden, güvensizlik, hıyanet, şüphe üzerine kurulmuş bir dil ve üslup sahibi olarak değerlendirdi.

Şiddete kaçmakla birlikte, zaman zaman da olsa barışçıl söylemlerin eksik olmadığı, Kürt sanat ve sanatçılarının yarattığı duygusal hazzın anlatıldığı satırlar da dikkatimizden kaçmadı. ‘Kaçak gazete Xebat, yasallaşmıştı, artık bundan böyle bu gazeteyi rahatça edinebildik. Bir gün babam kolunun altında gazete ve koca bir kitapla geldi. Bunlar Melayê Cizîrî’nin şiirleriydi. Ne harika bir kitaptı! Her şiir bir resimle süslenmişti. Artık bütün radyoları, Bağdat Radyosu, İsrail Radyosu, Moskova Radyosu ve Amerika’nın Sesi’ni dinledikten sonra, gecenin geç saatlerinde babam koca kitabı alıyor, çok güzel bir Kürtçeyle yazılmış olan şiirleri okuyordu bize. Hayal gücünü serbest bırakarak bize bunları yorumluyordu. Ama beni esas büyüleyen şey, şiirlerin karşılarında bulunan muhteşem resimlerdi. Hayatımda ilk kez resim görüyordum ve bu sihirli sanatı keşfedince alt üst olmuştum. Bu resimlerin bu kadar güzel olmalarının sebebi, şiirlerin çok güzel olmasıdır diye düşünüyordum’, ‘Tablonun ismi ‘Kürt Kızı’ydı ve ‘Sami’ diye imzalanmıştı’, ‘Sami artık sadece Kürt kızlarını resmetmiyordu. Tablolarından birisi, karlı dağın üzerine konmuş dört kekliği temsil ediyordu. Bu, dört ülke arasında parçalanmış olan vatanımızın sembolüydü’ ,’Gizli teşkilat tarafından götürüldükten sonra, bir daha hiç ortaya çıkmadı. Annesiyle babası, onun sülfürik asitte eritildiğini düşünüyorlar’. Ressam Sami de ülkenin kaderine ortak olmuştu.

 

14 Mayıs 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Ondördüncü Kitabı – İstanbul

V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin on dördüncü toplantısında Pınar Demircan bize Suudi Arabistan ile ilgili genel bir bilgi sunduktan sonra, Nilüfer Uğur-Dalay Suudi Arabistanlı yazar Türkî el Hamad’ı kitabı Adama’yı tanıttı ve tartışmaya açtı. Arap Yarımadası’nın büyük bölümünde binlerce yıl boyunca göçebe kabile yaşamı sürdürülmüştür. Muhammed’in 571′de Mekke’de doğması, dünya tarihinde yeni bir çağ başlatarak, Arabistan’ın önemini artırdıysa da, Emevi sülalesinin, Şam’ı başkent yapmasıyla, İslâm dünyasının ağırlık merkezi Suriye’ye kaymıştır.

Arap Yarımadası 16. yüzyıldan I. Dünya Savaşı’na kadar, Osmanlı yönetiminde kalır. 1730′larda ortaya çıkan Vehhabi hareketi, 1745′te Suud ailesi tarafından benimsenir. 1902′de Kuveyt’te sürgünde bulunan Abdülaziz bin Suud, Riyad’a dönerek yeniden siyasal birlik arayışlarına başlar.

Aynı yıllarda Osmanlı devleti bu fiili durum karşısında bir çözüm olarak Abdülaziz’in babası Abdurrahman’ı Riyad kaymakamı olarak tayin eder. Balkan savaşının sürdüğü sıralarda, Osmanlı askerlerinin bölgede azaltılmasını fırsat bilen Necit emîri ve vahhabi imamı olan Abdülaziz bin Suud, idari merkez olan Hasa/Ahsa’yı ele geçirir (1913). Sonra, 1921-1926 arasında Ha’il, Mekke, Cidde ve Asir’i ele geçirerek topraklarını genişletir ve 1926′da Hicaz kralı, 1932′de Suudi Arabistan kralı ilan edilir. Aynı yıl Suudi Arabistan’ı resmen tanıyan ilk devlet Türkiye Cumhuriyeti, ilk kutlama mesajını çeken kişi de Gazi Mustafa Kemal olur.

1936′da ilk petrol yatağının bulunduğu, ama II. Dünya Savaşı’na kadar ciddi bir kuyu açma çalışması yapılmayan ülkede, Faysal bin Abdül Aziz’in tahta geçirilmesiyle (2 Kasım 1964),modernleştirme girişimleri başlar.

Suudi Arabistan, şeriat yasalarının anayasa olarak kabul edildiği bir krallıktır. Hem yürütme gücünü, hem yasama gücünü elinde tutan kral, Bakanlar Kurulu’nu kendi atar ve kararlarını veto etme hakkına sahiptir. Yönetimle ilgili önemli kararların aşağı yukarı tümü, Suudi ailesi tarafından alınır.

Suudi Arabistanlıların büyük bölümünü, yerli kabilelerin soyundan gelen Araplar oluşturmaktadır. Basra Körfezi kıyısında bir İranlı azınlık topluluğu yaşar. Yabancı işçilerin sayısında son yıllarda büyük bir azalma olmakla birlikte, ekonomi yabancı işgücüne bağımlı durumdadır.

Nüfusun %97′si Müslümandır. Suudi vatandaşlarının çoğunluğu Selefiyye mezhebinden Sünnilerdir. Şiiler Müslüman nüfusun %20-25′ini oluşturur.

Nüfusun büyük bölümü Riyad, Cidde, Mekke, Taif, Medine, Dhahran, Dammam, El Huber ve Hufuf gibi büyük kentlerde toplanmıştır. Kırsal kesimde, göçebe Bedevilerin sayısı, yerleşik tarımcılarınkinden yüksektir.

1936′da petrol bulunmasına kadar ekonomisi Mekke ve Medine’yi ziyarete gelen hacılara ve hurma dışsatımına bağımlı olan Suudi Arabistan’ın, bu gelirleri günümüzde de sürmekle birlikte, ekonomisinin temeli petrole dayanır. Hükümet, petrolden elde edilen gelirleri Suudi Arabistan’ı çok çeşitli bir sanayi ülkesine dönüştürmek için gerekli altyapıyı oluşturmak için kullanmıştır. Ham petrol ve petrol ürünlerinin, devlet gelirlerinin %90′dan çoğunu oluşturduğu ülkede, petrolün büyük bölümünü çıkaran ARAMCO şirketinde Suudi ailesinin payı 1973′te %25 iken, 1974′te %60′a, 1980′de de %100′e yükselmiştir.

Basra Körfezi kıyısındaki Jubail ve Kızıldeniz kıyısındaki Yanbu’da kurulan yeni ve büyük sanayi merkezlerinde, enerji kaynağı olarak petrol yataklarından boruyla getirilen doğalgaz kullanılmaktadır. Petrol yatakları, petro-kimya sanayisi ve yapay gübre üretimi gibi sanayi kollarının yanı sıra demir-çelik sanayisi, çimento sanayisi, besin sanayisi, vb. dallar hızla gelişmektedir.

Tarım alanında, hükümet, besin ürünleri alanında dışsatıma bağımlılığı azaltmak için, tarım üretimini desteklemektedir. Yakın dönemde balıkçılık da gelişmeye başlamıştır.

Yüzölçümü: 2.149.690 km² (13.)   Nüfusu: 29.994.272 (43.) Yoğunluk: 12.3/km2 (216)          GSYİH: 718.472 Milyar $ (19.) Kişi başına düşen gelir: 24.246 $(28.)

Suudi Arabistan’da etkin görüş olan Vahhâbîlik,  Sünnî İslâm’ın Hanbelî mezhebine bağlı, radikal görüşlü bir İslam âlimi olan Muhammed bin Abdülvahhab’ın başlattığı bir inanıştır. Necd bölgesinde doğmuştur.  Vahhabilik, Suudi Arabistan’da resmî mezhep konumundadır. Vahhabiler kendi mezheplerinden olmayanların gerçek Müslüman olmadığını kabul eder. Bu özelliği nedeniyle kimi geleneksel/sûfî dînî hareketler tarafından tepkiyle karşılanmaktadır.

1953 Yılında, Ürdün’de tüccar bir ailenin oğlu olarak doğuyor. Ailenin kökeni Suudi Arabistan’ın en orta bölgesi Necd’deki El Kasım bölgesindeki Bureyde’den geliyor. Ailesi, Turki daha küçükken Doğu Eyletinde, Bahreyn’e komşu Dammam bölgesine taşınıyor. Riyad’da üniversite okuyor. Daha sonra Güney California Üniversitesi’ne siyasal bilgiler doktorası yapmaya gidiyor. 1985 Tarihinde ‘Toplumların dönüşmelerinde siyasal sistemlerin etkisi. Suudi Arabistan: Geleneksel bağlamda bir modernizasyon öyküsü’ konulu tezini veriyor. Tez üniversite yayınları içinde yayınlanıyor. Dönüşte Riyad Kral Suud Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine başlıyor. Profesör oluyor. 1995 yılında emekliliğini isteyip yazarlığa dönüyor.

Gazeteci, akademisyen, yazar. Arap dünyasında siyasal kültürün özü, toplumsal yapı değişimleri, Suudi toplumunun şizofrenisi ve terörizmin kökleri, kaynakları üzerinde çalışmalarda yoğunlaşıyor.

1998’de yayınladığı “Issız sokağın hayaletleri” üçlemesiyle tanınıyor; Adama – Shumaisi – El Karadib.  İlk kitabı Adama, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Kuveyt’te 20.000 adet satıyor. Afrika ülkelerinde yasaklanıyor.  Arap dünyasında olay oluyor. İngilizceye, Adama 2003 –Shumaisi 2004’de- Karadib 2006’da yayınlanıyor.

Üçleme, 1967 yılındaki 6 Gün Savaşları ile 1973 Petrol Krizine kadar geçen süreyi, Hişam İbrahim al Abir’in( bir taraftan bir tarafa geçen anlamına gelir) başından geçenler üstünden anlatıyor. Hişam’ın cinselliği keşfedişi, illegal örgüt üyeliği, edebi ve bilimsel olgunlaşması, dinsel başkaldırı, özgürlük arayışlarını konu ediyor.

Hamad, ‘yaşadığım topraklarda üç ana tabu var; din, siyaset ve seks’ diyor. Üçlemeyi bu konuşulması dahi yasak üç tabuyu kırmak için kaleme aldığını söylüyor. Helal –Haram arasındaki toplumsal sarkacı irdeliyor.

Üçlemeler, Abdurrahman Munif’in 5 Bölümlük ‘ Tuz Kenti’ birlikte S.A. edebiyatının rönesansı kabul ediliyor.

Diğer eserleri

1986:Comparative Revolutionary Movements (Karşılaştırmalı Devrimci Hareketler)

1992: Case Studies in Arab Ideology (Arap İdeolojisi çalışması)

1993: Arab Culture in the face of Challenges of Change (Değişim denemeleri karşısında Arap Kültürü)

Arab Culture in the Globalization Era (Küreselleşme Çağında Arap Kültürü)

1995’den sonra iki roman: East of the Valley (Vadinin doğusu) Sad Memory (Acı anılar)

Ardından History Remains Open (Tarihin bir ucu açık kalıyor) ve Here the Change Begins (İşte tam da orada değişim başlıyor).

2006 Helalle haram arasındaki siyaset

2005 ‘Cennet Rüzgarları’ : 11 Eylül 2011 ile ilgili kitabında dört hava korsanının hayatlarını konu alıyor. 11 Eylülü ‘Arap dünyasında kronik rahatsızlıkların bir sonucu’ olarak tanımlıyor. ‘Bütün dünya bize karşı’, ‘Bize bizden başka dost yok’, ‘Ya yaşam ya ölüm’ , ‘Biz olmadan dünya bir hiçtir’ halisünasyonunun sonucu. En büyük hayal ise ‘Biz Allahın himayesindeki melekleriz, dünyanın geri kalanı şeytandır.’

1999’da Suudi Müftülüğünce hakkında 7 fetva çıkartılıyor. El Kaide’nin ‘dinden dönen mürtedin katli vaciptir’ listesine giriyor. Kendisi ve ailesi ölüm tehditleri alıyor. BBC’ye, Daily Star’a verdiği röportajda, ‘can sıkıntısı, başka bir şey değil,’ diye yanıtlıyor. Kral Abdullah’ın 2005 Ağustosunda tahta çıkmasıyla kral tarafından koruma altına alınıyor. Vahabiliği eleştiriyor.

El Hamad ülkesindeki kadına bakış açısını “Mutlak gerçeği bildiklerini söyleyenlere güvenmiyorum. Dünya İran’ın nükleer silahlarından endişe duyarken, biz hâlâ kadınların araba kullanmasını tartışıyoruz” diye eleştirmişti.

Din ve diğer konularda attığı twitler nedeniyle 24 Aralık 2012’de İçişleri Bakanı Muhammet bin Nayef tarafından tutuklanıyor, 2013 Haziran aylarında serbest bırakılıyor. Ocak ayında ise yaklaşık 500 ismin imzası olan bir dilekçeyle Suudi veliaht Prens Selman bin Abdülaziz’den Hamad’ın serbest bırakılması isteniyor.

Adama’da Hisham 18 yaşında. Baasçı Partinin içindeki illegal grubun içinde (Arap Devrimci İşçi Partisi), partiye dayalı iktidar ve güç dinamiklerini elinde tutan iki kişiyle mücadelesi, zihinsel ve bedensel gelişimi eşliğinde anlatılıyor.

Shumaisi’de (Riyad’daki Mahallesi) Hisham 20 yaşında Riyad Üniversitesi öğrencisi.  Politik yaşamı arkada kalmış, derslerine sarılmış. Ancak üniversite çevresini yavan bulduğundan kadınlar, alkol ve kötü alışkanlıkların kucağına düşüyor. Hisham’ın uçakta olmasıyla başlıyor. Cidde’ye gidiyor bu kez. Komşu evde evli, kocasıyla sorunları olan Suwayr ile ilişkisi, cinsel deneyimleri anlatılıyor. Sıkılan, dikkati dağılmış, sevimsiz bir Hisham’ı görüyoruz. Kadınlarla ilişkisi sürüyor; Rukiye, Nura, Mudi, Suwayr.

Karadib’de Hişam Allahla şeytan’ın aynı şey olup olmadığını sorguluyor.

Hisham’ın ailesi, okul çevresi, okul arkadaşları, cami, çete, siyasal örgütü, yoldaşları, şehir yaşamı, komşu kızı bu üçlemelerin ana ilişkilerini oluşturuyor.

Her şey yasak, her şey mübah; Riyad’da kahvelerde, rakı, alkol, yoğun kahveler, fahişeler, porno filmler, arabalarla dolaşmalar, düzmece camii turları.

Yalan her yerde. Ahlaki anlamda yalanın sorgulanıyor; siyasette, diplomaside, propagandada, ailede, toplumda. İki yüzlülük! Kaddafi darbesi sonucunda partinin iki farklı broşür çıkartması; ‘Kitle kendi çıkarlarının ne olduğundan bihaberse parti…’, ‘Ahlakı peygamberlere ve felsefecilere bırakalım’, ‘mücadeleyle ütopik hayaller arasında salınma’, partide arkadaşlığın yasaklı olması. Yasağı Adnan için delmek.

Adama, sol hareketlerin benzer zaafları dünyanın her bir köşesinde yaşadıklarını hatırlatması açısından önemli. Türkiye’de de geçebilir Hişam’ın hikâyesi. Sol hareketin bireyin özgürlüğünü soru sorma özgürlüğünü tanımaktaki çekincesi Adama’da altı çizilen konulardan biri.

Şeriata uygun davranmak toplumun ana baskı gördüğü alan.

Yetişme, büyüme sancıları, karşı cinse, cinselliğe duyulan ilgi… Üstelik bütün bunlar bir de ‘şeriat düzeni’nde yaşanıyor. El-Hamad’ın romanında çizilen Suudi Arabistan’da kamusal alanın şeriata uygun olduğu görüntüsünün korunduğu ama insanların kamusal alana çıkmadıkları takdirde şeriatın yasakladığı hemen her şeyi yapabildikleri bir ülke resmi çiziliyor.

Toplumsal arka plandan çok, bir yeniyetmenin yetişme psikolojisini başarıyla vermesiyle öne çıkan bir roman Adama. El-Hamad sadece ülkesinin görünen hâlinin ardını göstermiyor romanında, insanın karanlık yanına da yumuşak bir ışık tutuyor. Hişam için arkadaşlık ve birkaç arkadaşıyla oluşturdukları ‘çete’ çok önemli. Ama arkadaşlarından biri daha da önemli: Adnan. Adnan, Hişam için çok önemli, ama roman ilerledikçe Hişam’ın en yakın arkadaşıyla ilişkisindeki dinamikler arasında ‘hâkimiyet’in de bulunduğu görünür, sezilir hâle geliyor.

Aynı biçimde, Hişam’ın âşık olduğu kızla ilişkisinde girdiği hâller de aşkın karanlık yanlarının birer örneği aslında.

Annesinin tatlı dilli baskıcılığı hakkında düşünürken, annesinin partide iyi bir genel sekreter olacağını düşünür. Hâkimiyet ilişkisinin toplumun geneline yayılmış bir ağ hâlini aldığı şeklindeki Foucaultcu tezin bir görünümünü yakalarız.

Atölyemiz açısından savaş ve şiddet iki bağlamda ele alınıyor.

1. Arap toplumundaki baskı ve şiddet

a. Siyah-Beyaz, Cennet- Cehennem, Haram-Helal, İyi-Kötü

b. Hâkimiyet ilişkisinin toplumun geneline yayılmış ağı.

c. Şeriata uygun davranmak uğruna baskıcı ama ikiyüzlü yapı. Her şey yasak, her şey mübah.

d. Kadına bakışı nerdeyse tüm Orta Doğu edebiyatında gördüğümüz gibi yok sayılma noktasında.

e. Yalan her yerde bir baskı konusu; ailede, siyasette, toplumda, diplomaside, propagandada. İkiyüzlülük.

2. Bireysel şiddet

a. Bir yeniyetmenin yetişme psikolojisini başarıyla vermesi

b. İnsanın karanlık yanına değinmesi

c. Kadına bakış açısı

 

28 Mayıs 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Onbeşinci Kitabı – İstanbul

V.Dönem Ede175bbiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin on beşinci toplantısında Emrah Gürsel bize Filistin ile ilgili genel bir bilgi sunduktan sonra, Evren Ergeç İsrail vatandaşı Filistinli yazar Mahmut Derviş ve kitabı Unutulanı Anmak’ı (Unutulanın Anısı) tanıttı ve tartışmaya açtı.

Filistin topraklarında insan yerleşiminin geçmişi paleolitik çağa, M.Ö. 10 binlere, dayanmaktadır. Filistin ismi, M.Ö.1150′lerde, Mısır tapınaklarındaki hiyeroglif metinlerinde, Peleset, (P-r-s-t) olarak geçmektedir.  Filistin terimi ilk kez M.Ö.5.yüzyılda, Antik Yunan’da, Heredot’un Tarihler Kitabı’nda, ‘Suriye’nin bölgesi Palaistine’ olarak geçer.

İsrailoğulları, Asurlular, Babilliler, Persler, Romalılar, Araplar(Emeviler, Abbasiler, Fatimiler), Osmanlılar ve İngilizler bu bölgede egemenlik kurarlr.

Bu topraklarda geçen son yüz yıl Filistinlilere sömürgecilik, sürgün, askeri işgal ve onu izleyen kendi kaderini tayin etme hakkı mücadelesi getirmiştir. Kayıplarına ve acılarına sebep olarak gördükleri bir ulusla, bir arada yaşama yolundaki zorlu arayış için çaba harcamışlardır. Yahudileri için ise dünyanın her yanında, yüzyıllardır süren zulüm ardından atalarının topraklarına, İsrail’e geri dönüşü simgelese de, onlara da barış ve güvenlik getirmez.

Bilindiği gibi, 1896 yılında, gazeteci Theodor Herzl’in girişimleriyle Basel’de toplanan Birinci Siyonizm Kongresinin sonunda yayınlanan Basel Programı, Filistin’de bir Yahudi vatanının kurulması ve Dünya Siyonizm Teşkilatı’nın bu amaca ulaşmak için faaliyete geçirilmesi öngörülüyordu. 1897′den önce, çok az sayıda Siyonist göçmen zaten bölgeye gelmeye başlamıştı. 1903′e kadar, bunların sayısı yirmi beş bine ulaştı. Çoğu Doğu Avrupa’dan gelmiş, bölgenin yarım milyona yakın Arap sakiniyle birlikte yaşıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Filistin’e 1904 ila 1914 arasında kırk bin kişilik bir ikinci göçmen dalgası gelir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Filistin ve çevresi, İngiltere’nin desteklediği Arap güçleriyle Osmanlı egemenliğine son verene kadar direnişe geçer. İngiltere savaşın sonunda, 1918′de, bölgeyi işgal eder. 25 Nisan 1920′de alınan Milletler Cemiyeti kararıyla, İngiltere’ye, bölgenin manda idaresi için yetki verilir. Bu değişim döneminde üç söz verilir.

1. 1916′da Mısır’daki İngiliz idarecisi Sir Henry McMahon, Osmanlı’nın Arap illerindeki Araplara bağımsızlık sözü verir.

2. Bununla birlikte, galip devletler Fransa ve İngiltere arasında gizlice imzalanan Sykes-Picot Antlaşması, bölgeyi bu ülkeler arasında ikiye böler, Filistin’de uluslararası idare kurulması öngörür.

3. 1917′de İngiltere, Balfour Deklarasyonuyla, Filistin’de Yahudi halkları için bir vatan kurulması sözü verir.

İngiltere mandası altındaki Filistin’e Siyonist proje kapsamında yüzbinlerce Yahudi göç eder. Bu da Arap topluluklarda öfkeye, isyana yol açar.  1922′de İngiltere’nin düzenlediği bir nüfus sayımı, Yahudilerin sayısının, Filistin’deki 750 binlik nüfusun yüzde 11′ine ulaştığını gösterir. Bundan sonraki 15 yılda bölgeye, 300 bin Yahudi daha gelecektir. Siyonistlerle Araplar arasındaki düşmanlık, Ağustos 1929′da kanlı çatışmalara dönüşür. 133 Yahudi, Filistinliler tarafından öldürülür. İngiliz polisi de 110 Filistinliyi öldürür.

Arapların tepkileri, 1936′da, geniş çaplı uygulanan genel grevle birlikte sivil itaatsizliğe dönüşür. Temmuz 1937′de İngiltere’de Kraliyet Komisyonu, bu bölgeyi Yahudi ve Arap devletleri arasında ikiye bölmeyi önerir. Yahudi devleti, İngiliz mandasındaki Filistin’in üçte birini kaplayacak ve Celile Denizi ile sahildeki düzlükleri içine alacaktır. Filistinli ve Arap temsilciler teklifi reddeder. Göçün durmasını ve azınlık haklarına saygılı bir üniter devlet kurulmasını isterler. İngiltere’den gönderilen takviye birlikler tarafından bastırılıncaya dek şiddet içeren muhalefet 1938′e kadar sürer.

Filistin’i 1920′den beri idare eden İngiltere, Siyonist-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947′de Birleşmiş Milletler’e devreder. Bölge şiddet olaylarıyla sarsılır. Yahudiler artık nüfusun üçte birini oluştururken toprakların yüzde 6′sı onların eline geçmiştir. Avrupa’daki Nazi zulmünden kaçan yüz binlerce Yahudi’nin buraya ulaşması çözüm arayışını daha da acil hale getirir. İkinci Dünya Savaşı’nda altı milyon Yahudi öldürülmüştür.

BM’nin kurduğu özel komite, bölgeyi Filistin ve Arap devletleri arasında bölmeyi önerdir. Arap Yüksek Komitesi diye anılan Filistinli temsilciler, teklifi reddederken, Yahudi temsilciler kabul eder. Paylaşım planı, Filistin’in yüzde 56,47′sini Yahudi devletine, yüzde 43,53′ünü de Arap devletine bırakmaktadır. Kudüs ise uluslararası bir idare altında olacaktır. 29 Kasım 1947′de BM Genel Kurulu’nda 33 ülkenin oyuyla plan onaylanır. 13 ülke karşı oy kullanırken, 10 ülke de çekimser kalır. Filistinlilerin reddettiği bu plan hiç uygulanmaz.

İngiltere, 15 Mayıs 1948′de, Filistin’deki manda idaresine son verme niyetini ilan ederse de bu tarih öncesinden çarpışmalar başlamıştır. İngiltere halkı, askerlerinin ölümü nedeniyle Filistin’de İngiliz varlığına karşı çıkmaya başlamıştır. Ayrıca İngilizler, ABD’nin daha fazla Yahudi mültecinin buraya kabul edilmesi için uyguladığı baskıya öfkelidir. Bu da Siyonizme Amerikan desteğinin artışının işareti olur.

Hem Arap hem de Yahudi taraflar, yaklaşan savaş için güçlerini seferber ederler. Yahudi milis güçlerinin Arap köylerinde ‘temizlik’ operasyonları 1948 yılında Aralık ayında başlar.

İsrail Devleti, 2 bin yıldır kurulan ilk Yahudi devleti olarak Tel Aviv’de, 14 Mayıs 1948′de saat 16.00′da ilan edildi. Karar, son İngiltere birliklerinin bölgeyi terk ettiği ertesi gün yürürlüğe girer. Filistinliler, 15 Mayıs’ı ‘El Nakba’ diye anarlar, ‘Felaket’ günü.

1948′e girilirken Arap ve Yahudi birlikleri birbirlerinin elindeki topraklara saldırmaya devam ediyordur. Irgun ve Lehi örgütlerinin militanları, 9 Nisan’da Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyünde çok sayıda Filistinli’yi katleder. Katliam haberi, Filistinliler arasında hızla yayılır, dehşet yaratır ve yüz binlercesi Lübnan, Mısır ve şimdi Batı Şeria denen bölgeye kaçar. Yahudi orduları, Necef Çölü’nde, Celile’de, Batı Kudüs’te ve sahildeki düzlüklerin birçok bölümünde galip gelir.

İsrail devleti ilan edildikten bir gün sonra, Ürdün, Mısır, Lübnan, Irak ve Suriye orduları, İsrail’de işgale başlar ama püskürtülürler. İsrail ordusu küçük bölgelerde süren direnişi bastırır. Ortaya çıkan ateşkes hatları, İngiltere mandasındaki Filistin’in çoğunluğunu İsrail’e bırakır. Mısır, Gazze Şeridi’ni elinde tutar. Ürdün Kudüs çevresindeki toprakları ve şimdi Batı Şeria denen bölgeyi ilhak eder. Bunlar, İngiltere manda topraklarının yüzde 25′ini oluşturur ve bu durum 1967 savaşına dek sürer.

1948′den o gtarihe kadar, İsrail’in ortaya çıkışına verilecek karşılığa önderlik etmek için Arap devletleri arasında süren rekabete seyirci olmaktan vaz geçen Filistinliler, 1964′te, Kudüs’te, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) kurarlar, 1969 yılında da örgütün başkanlığını Yaser Arafat ele geçirir.  Yaser Arafat ve kendisine bağlı, beş yıl önce gizli olarak kurulmuş El Fetih örgütü, İsrail’e karşı operasyonlarıyla ün kazanmaya başlamıştır.

İsrail ve Arap komşuları arasında artan gerginlik, 5 Haziran 1967′de başlayan 6 Gün Savaşları’na yol açar. Orta Doğu anlaşmazlığının çehresi bu altı günde değişir. İsrail, Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’den de Golan Tepeleri’ni alır, Ürdün güçlerini Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ten çıkartır. Mısır’ın güçlü hava kuvvetleri, İsrail uçakları tarafından, savaşın ilk günü saf dışı bırakılır. Toprak kazanımları İsrail’in kontrolündeki alanı iki katına çıkartır. BM Güvenlik Konseyi, 242 sayılı kararı savaşla toprak kazanımı reddedilmektedir. Son çarpışmalarda ele geçirdiği yerlerden İsrail’in çekilmesi ister. BM’ye göre, bu savaşta 500 bin Filistinli daha mülteci haline gelir, Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye göç etmek zorunda kalırlar.

1973 Yılında, Yahudilerin en önemli dini bayramı Yom Kippur’da (Kefaret Günü), 1967′deki savaşta kaybettikleri toprakları diplomatik yollardan geri alamayan Mısır ve Suriye, İsrail’e karşı, Ramazan Savaşı adı verilen bir taarruza girişir. Üç hafta süren çarpışmalar sonunda İsrail, 1967′deki ateşkes hattının da ötesine, Süveyş Kanalı’nın batı yakasına geçer.

ABD, Sovyetler Birliği ve BM, diplomatik müdahalelerle ateşkes anlaşmasına varılmasını sağlar. Mısır ve Suriye, toplam sekiz bin beş yüz asker kaybederken İsrail’in can kaybı altı bin olur.

Savaş sonunda İsrail, askeri, diplomatik ve ekonomik destek açılarından ABD’ye daha da bağımlı hale gelir. Savaşın hemen ardından Suudi Arabistan, İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ambargosu başlatır. Petrol fiyatları bütün dünyada hızla yükselirken küresel nitelikte bir ekonomik kriz baş gösterir ve ambargo Mart 1974′e kadar sürer.  Ekim 1973′te, BM Güvenlik Konseyi, aldığı 338 sayılı kararla taraflardan, bir an önce çarpışmaları durdurmalarını ve müzakerelere başlamaları ister.

Arafat liderliğindeki FKÖ ile Ebu Nidal gibi, FKÖ dışındaki Filistinli örgütler, İsrail ve diğer hedeflere karşı 1970′lerde bir dizi eylem düzenler. Kara Eylül diye de bilinen Ebu Nidal’in örgütü, 1972 Münih Olimpiyatları’ndaki eylemde 11 İsrailli sporcuyu öldürür.

Filistin’in tamamını ‘kurtarmak’ için silaha başvuran FKÖ’nün lideri Arafat, bir yandan da BM’de barışçı çözümü savunduğunu anlatan ilk konuşmasını yapar. Siyonist projeyi kınar ama ‘Bugün bir elimde zeytin dalı, bir elimde kurtuluş savaşı veren birinin silahı var. Zeytin dalını düşürmeyin’ diye ekler. Bu konuşma, Filistinlilerin uluslararası tanınma çabalarına büyük katkı sağlar. Bir yıl sonra ABD Dışişleri Bakanlığı, Arap-İsrail barışı müzakere edilirken Filistin halkının meşru çıkarlarının da hesaba katılması gerektiğini söyler.

İsrail’in 1948′de kuruluşunda İrgun ve Lehi gibi aşırı grupların katkısı büyüktür. Ama bu örgütlerin mirasçısı Herut (sonradan Likud adını alıyor) Partisi, 1977′ye kadar hiçbir seçim kazanamamıştır.  Likud ideolojisi, İsrail idaresinin İngiliz mandasına dâhil olan bütün topraklara, yani Ürdün de dâhil Kutsal Kitap’ta anlatılan ‘Büyük İsrail’e’ yayılmasını savunmaktadır. Eski İrgun lideri Menahem Begin başkanlığındaki yeni hükümet, Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nde yeni yerleşim yerlerini açmayı hızlandırır. Amaç 1967′de kazanılan toprakları ileride geri vermemek için gerekçeler sağlamaktır.

Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat 19 Kasım 1977′de İsrail Meclisi Knesset’te bir konuşma yapar ve İsrail’i tanıyan ilk Arap lider olur. Mısır ve İsrail, 1978′de Camp David anlaşmasını imzalarlar. Metinde Orta Doğu’da barışın çerçevesi çizilir ve Filistinlilere sınırlı özerklik verilmesi maddesi eklenir. Sina yarımadası Mısır’a geri verilir. İsrail’le kendi başına pazarlığa giriştiği için Mısır, Arap devletleri tarafından boykota uğrar, Enver Sedat 1981′de, kendi ordusundaki İslamcı unsurlar tarafından öldürülür.

1982 Tarihinde, Ebu Nidal örgütünün İsrail’in Londra büyükelçisine suikast girişimi üzerine İsrail, Lübnan sınırına yakın yerleşim birimlerini saldırılardan korumak amacıyla işgale başlar ve ordu ağustos ayında Beyrut’a kadar girer,  FKÖ’yü ülkeden çıkarır. Yapılan ateşkes anlaşması uyarınca FKÖ milisleri çekilince, Filistin mülteci kampları savunmasız kalır.  İsrail güçleri 14 Eylül’de Beyrut etrafında birikirken, Hıristiyan Falanj milislerin lideri Beşir Cemayel, başkentteki karargâhında bir bombanın patlamasıyla ölür. Ertesi gün İsrail ordusu Batı Beyrut’u işgal eder.

16 Eylül’den 18 Eylül’e kadar, İsrail’le ittifak yapan Falanjistler, Sabra ve Şatilla kamplarında yüzlerce Filistinliyi öldürürler. Çağın en katlı katliamlardan biridir bu.. Sabra ve Şatilla katliamları Ariel Şaron hakkındaki ‘savaş suçlusu’ iddialarının kaynağını oluşturur.

İsrail işgaline karşı intifada, yani kitlesel ayaklanma, 1987-1993 yılları arasında sürer.  Gazze Şeridi’nde başlar, kısa sürede Batı Şeria’ya yayılır. Protestolar, sivil itaatsizlik şekline bürünür. Genel grevler düzenlenir, İsrail ürünleri boykot edilir, duvarlara yazılar yazılır, yollarda barikatlar kurulur. Uluslararası ilgi toplayan protesto şekli, ağır silahlarla donanmış İsrail askerlerine taş atan Filistinliler olur. İsrail ordusu karşılık verir, çok sayıda Filistinli sivil yaşamını yitirir. 1993′e kadar süren protestolarda toplam can kaybı bini aşar. İsrail büyük askeri gücüne rağmen 1987′de başlayan intifadayı durduramaz.

1982′de Lübnan’dan sürüldükten sonra Tunus’a yerleşen FKÖ için de bu ayaklanma tehlike işaretidir. Filistin‘devrimi’ hedefine dönük mücadelede dikkatler, FKÖ ve diaspora yerine işgal topraklarına dönmüştür. FKÖ başrolü kaybedebileceğini düşünmeye başladır. Sürgündeki hükümet işlevi gören Filistin Ulusal Konseyi, Kasım 1988′de Cezayir’de toplanır ve 1947′deki Birleşmiş Milletler kararında yer alan ‘iki devlet’ çözümünü kabul eder.

1991′de çıkan Körfez Savaşı FKÖ için felaket niteliğinde olur. Yaser Arafat, Irak’a destek verdiği için Körfez bölgesindeki zengin hamilerini kaybeder. Irak’ın Kuveyt’i işgaline son verilmesi ardından ABD yönetimi Ortadoğu’da barış arayışına ağırlık verir. Bu girişimler mali olarak zayıflamış ve siyaseten tecrit edilmiş Arafat için değerlidir.  Madrid’de bir uluslararası zirve toplanmasına zemin hazırlanır. Golan Tepeleri’ni geri alacak müzakerelere girmeyi hedefleyen Suriye ve Ürdün daveti kabul eder. 30 Ekim’de başlayan tarihi zirveyi bütün dünya ilgiyle izler.

Haziran 1992′de İsrail’de İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi güçlü bir barış sürecini başlatır. 20 Ocak 1993′te Norveç’in Sarpsborg kasabasında önemli bir ilerlemenin kaydedildiği toplantılar başlar. Filistinliler işgal topraklarından aşamalı çekilmeye başlaması karşılığında İsrail devletini tanımayı kabul eder. İlkeler Deklarasyonu’nu imzalanır, Arafat ile Rabin tokalaşır. İsrail, Gazze Şeridi’nin çoğunu terk eder, Batı Şeria’da Eriha kentini Filistinliler’e bırakır.  Barış sürecinin sonunda, 1 Temmuz 1994’de Yaser Arafat, Filistin topraklarına geri döner, Filistin Kurtuluş Ordusu, İsrail birliklerinin boşalttığı yerlere konuşlanır, Yaser Arafat, Filistin Ulusal İdaresi, yani özerk yönetimin başkanı olur. Bu durum 1996′daki seçimle tescillenir.

Filistin yönetimi, Gazze Şeridi’ndeki ilk yılında zorluklarla boğuşur. Filistinli militanların bombalı eylemlerinde onlarca İsrailli ölür. Filistin Özerk Yönetimi kendi toplumunun öfkesini kitlesel göz altılarla bastırmaya çalışır. İsrail içinde ise dini ve muhafazakâr gruplardan barış sürecine tepkiler gelmeye başlar;‘Yahudi toprağının’ teslim edilmesine öfkelidirler. Öfke ve tahrik içeren bir kampanyaya hedef olan Başbakan Yitzak Rabin, bir aşırı dinci Yahudi tarafından 4 Kasım’da öldürülür.

1996 yılına girildiğinde Hamas örgütü İsrail içinde bir dizi intihar eylemleri düzenler. İsrail, Lübnan’ı üç hafta süreyle bombalar. İsrail mevcut barış sürecini eleştirmesine rağmen ABD’nin artan baskısı sayesinde Ocak 1997′de El Halil şehrinin yüzde 97′sini Filistinlilere devretmek zorunda kalır.

Oslo anlaşmalarında öngörülen beş yıllık geçiş süresi, 4 Mayıs 1999′da sona erer ama Yaser Arafat tek yanlı Filistin devleti ilanından vazgeçirilir. Beş yıllık barış süreci sonunda pek bir şey elde edilememesi, Filistin halkında büyük bir bıkkınlık doğurur.

2000 yılının sonuna gelindiğinde bölge giderek kanlı ve öfkeli bir hale gelen şiddet döngüsünün içindedir. İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki işgaline karşı intifada tırmanır. Birkaç dalga halinde gelen intihar saldırıları ardından, İsrail önce 2002 Mart sonra da haziran aylarında Batı Şeria’nın neredeyse tamamını işgal eder. 2002 yılının büyük bir bölümünde Filistin kentleri sık sık baskına uğrar, birbirleriyle bağlantısı kesilir, kuşatılır ya da uzun süreler sokağa çıkma yasağı altında kalır. Nisan ayında İsrail güçleri Batı Şeria’nın kuzeyindeki Cenin mülteci kampına girip bölgeyi ele geçirir. Uluslararası Af Örgütü İsrail ordusunun Batı Şeria’da Cenin ve Nablus’a düzenlediği operasyonlarda savaş suçu işlediği hükmüne varır.

2004 İsrail’in hava saldırıları ve Filistinli militanların intihar saldırılarının yaşandığı bir yıl olduğu gibi tecrit duvarın yükseldiği yıl olur. Temmuz ayında da Lahey Adalet Divanı duvarı yaşa dışı ilan eder. Ancak İsrail bu karara karşın duvar inşasını sürdürür. Ekim ayının sonlarında rahatsızlanan Filistin lideri Yaser Arafat, 11 Kasım’da tedavi için götürüldüğü Fransa’da hayatını kaybeder. Mahmud Abbas, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğine getirildi.

2005 Ocak ayında Filistin’de yapılan seçimler sonunda Mahmud Abbas özerk yönetimin başkanlığına getirilir. Ariel Şaron ise, Gazze’den çekilme planı için hükümetinden onay alır, plan ağustos ayı sonunda yaşama geçirilir. Gazze’de bulunan yerleşimciler zorla bölgeden uzaklaştırılır.

2006 Yılında, Hizbullah’ın iki askeri kaçırması ardından temmuz ayında Lübnan’a savaş açar, Beyrut’un da aralarında bulunduğu bazı kentleri bombalanır. Filistin’de ocak ayında düzenlenen seçimlerden Hamas ezici zaferle çıkar ve tek başına hükümet kurar. Ancak İsrail’in, var olma hakkını tanıması ve şiddeti reddetmesi için baskı altında kalan Hamas’a yönelik uluslararası ambargo uygulanır. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Hamas’ı gerekçe göstererek, Filistin’e mali yardımları durdurur, Hamas hükümeti kamu çalışanlarının maaşlarını bile ödeyemez hale gelir. Hamas’la El Fetih arasında tırmanan gerilim çatışmalara dönüşür.

Bugün, iyice giriftleşmiş uluslararası ilişkiler nedeniyle Filistin-İsrail sorunu içinden çıkılması zor bir duruma gelmiştir. Yüzyıl boyunca bölge savaş, şiddet, ölüm, göç, kuşaklar boyu süren kamp yaşamları, başka ülkelerde yaşamını sürdürme ve kendi topraklarında bir arada yaşamaya alışma, işgal, tecrit, duvarlar arasında, acının ülkesi olmuştur.

Mahmut Derviş işte bu acılı topraklarda 1941 yılında doğmuş, yaşamış,7 yaşında ülkesinden sürgün edilmiş bir Filistinli entelektüel. Unutulanı Anmak(Unutulanın Anısı) kitabı, yurt arayışı, yurt özlemi, onur meselesi, gurur meselesi, erkeklik meselesi, yer yurt edinme sevdası, unutulanı sayıklamak olarak betimleyebileceğimiz, savaşın travmasının bir kâbus gibi anlatıldığı bir eser. ‘Çağın vahşi ellerinin insanı korkuttuğu’ bir dünya anlatılmaktadır. İçerik ve biçim olarak savaştan başka hiçbir şeye yer verilmemiş.

Yazar, baskın bir erkek dili kullanılmayı yeğlemişti. ‘Erkeğin erkekliğini sınavdan geçiriyorlar’, ‘Kadının memesinin genişliğinde seviyorum. Sevgisiz veya oyunsuz olamam. Öldürülen cesedin genişliğini de seviyorum’,’ Ey Lübnan’ın efendisi Lübnan’ın bütün muhafızları davetimi korkutup dağıtmasın peygamberin çadırını. İsrail gençlerinin sayısı bize kocalık yapar gibi’, ‘Eğer onlar ve kandan gözyaşlarıyla yayılacaksa dönüşümüz, sonradan şehitlerimizi denizden alacağız, vurmam size yaralamadan vurmam ve yanımıza alacağız kadınları gemiyle’.

Savaş adeta kutsanıyordu. ‘Sabah saatin altısı ve savaşın gözbebeğinde’, ‘Biz de savaşırız insanlar zaten savaş halinde değil mi… hayır dönmek kaybetmektir’, ‘Özgürlüğümüzün tek şartını söylüyoruz: dövüşeceğiz’,‘ Onların gerekliliklerini özgürleştireceğim, ancak şehvetinin yünüyle ısıtacağız bu çabucak yaratılan savaşın eserini, savaşta daha bir güzel olacak günlerimiz, açan güllerin vedasıyla terleyip’,’ Kahraman, kahramanlar ve hepsi birer kahramandı’, ‘Savaş alanlarında sonuç ne olursa olsun kırık ve çaresiz düşmediler onlar şimdi susarak dövüşüyorlar’, ‘ Ne zaman edebiyatta uzak savaştaki cesetlerle yazılan devrim notlarını okutacağız?’, ‘Çığlımız gerçek bir çığlık olurdu’.

Dil ve sözcük seçimlerinde savaş normalleştiriliyordu. ‘Görünmeyen feryadı öldürünceye kadar’, ‘Son saatlerini cuma gününde boşalttı, onda kanı yarattı’, ‘Yükselen savaşların şafakta patlayan yüzleri’, ‘Hangi mekânda doğar, hangi dilde neyin cesediyle? Ancak hançer bu sayfalarda onlara ulaşmıyor’, ‘ Yıllarca onda barut doldurarak, öfkelenen nefsimin hazımsızlığında araştırdım. Feryatlar girdi derimin altına, ölümümde ve sağ çıkışımdan ve güç verdim. Savaşçıları uyandırdım böyle dizili düzenleriyle temiz hava çekip soluklandılar, savaştılar ve cehennem için kendilerine bir neden yarattılar. Ve marş istiyorum. Evet, marşlar okunsun istiyorum bu yakılan güne, onlara marş istiyorum’, ‘Oyun oynar öldürülmüş atın ayağıyla madalya takılacağını sanarak’, ‘Bombardıman kömürünün hüznünden bir deniz yarattı’.

Dilde ayrımcılığa da sıkça düşülüyordu. ’Arap ruhlarını sattı… Arap isteklerine boyun eğdi, maskeleri düştü’, ‘Amerikalı başkan satranç oynar gibi savunmasını çoğaltırdı delilikle daha dündü durmadan liyakatle siyasette sövgüyü yasaklardı oysa insan olmayanı değiştirirdik sövgüyle’,’ Oraya gitmeye hakkı yokmuş, o şehrine gitmeyi hak etmiyor… Yazacakları satırlar düşmanın yüzünde bahçe gibi açacak.

İsraillilerin böyle dipçikle aile bireylerini, mercimeğin içindeki siyah şeyleri vuruyor gibi… Hafife almayın. İsrailliler orada kendi akrabalarını dahi görmezden gelerek vuruyorlar’, ‘Oysa ya öldürecekler ya da çıkaracaklar ne zaman tırmalayıp yırtacaklar Arapların dününü, cesetlerle keseriz silsileyi, Amerika’nın silsilesini’, ‘Fransızların kibirlerinden başka değişen hiçbir şey olmadı’, ‘Yahudileri sevecektim ya lanetlendiler!’, ‘Onun büyümesiyle duracak ömrümüz. Musevi fitnesiyle…’.

Yurt arayışı her satıra sinmişti. ‘Başarılı olacak mısınız bu savaşta? Yok, önemli olan kalışımız, burada kalışımız bir başarıdır’, ‘Bu konunun asıl savaşçısı, düşmana duyduğu nefret ve anarşist tavır bir anıt gibi onda açığa çıkıyordu. Vurduğu silahla söz verir: başarıya ulaşacağız… Bu toprakta daha da yükselmeyi bileceğiz’.

Kan geçer akçe, kan bir pazarlık nedeniydi. ‘Ona pahalılaşan bu kanımızda’, ‘Öldürmek için yanında silah var mı? İçimdeki arzu beni öldürüyor. Kanın ipi…’, ‘Düşüm hayatımda kanlandı şimdi ölümü düşlüyorum’,

Yazar çok az yerde barışa özlemini dile getiriyordu ama o da kan ve savaşla maluldü. ‘Barış olacak, tarihin anlamında kanla sulananın barışı olacak, barış olacak öfke yatıştığında, bütün silahlara inat barış olacak, evet bunu teklif ediyor şiir’.

Bu dönem Orta Doğu edebiyatında sıkça gördüğümüz acılı yaşamlar Mahmut Derviş’in yaşamında da Unutulanı Anmak’ta da eksik değildi. ‘Beni cehennem ateşi püskürten bu makineler korkuttu, şimdi o makineler hala gözümün önündedir’.

‘Yavaş yeniden tekrarlansa bile… Savaşımız… Onlar kendi vatanlarında çoğalıp uzaklaşacak ve çocuklar emdikleri sütte çoğalıp uzaklaşacak ve daha sonra imdat diyerek bu sütü içecek. Kaçtıkları şehirden ellerinde satın aldıkları tüfekle dönecekler ve işte o zaman asıl kimliklerine yaklaşacaklar’,  ‘Özgürlüğümüzün tek şartını söylüyoruz: dövüşeceğiz’. Ancak bir şairin/yazarın edebiyatındaki savaş çağrısı barışın önünü kesen güçlü bir engel değil mi? Bir edebiyatçı savaşa çağrı yapmalı mı? O zaman ‘ Savaş fazlasıyla sürecek’.

 

11 Haziran 2014 – Edebiyat Atölyesi V. Dönem Son Toplantısı – İstanbul

V. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin on altıncı ve sonuncu toplantısında Emre Arda bize Ephrem-İsa Yousif’in Dicle ve Fırat Destanı’nı tanıttıktan sonra Yalçın Akyıldız Ürdün ile ilgili genel bir bilgi sundu. Ardından Didem Arslanoğlu, Ürdünlü yazar Abdurrahman Münif’i ve kitabı Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti tanıttı ve tartışmaya açtı.

Ephrem-Isa Yousif, Suudi baba,Iraklı anneden, 1944’de, bir  Asur-Keldani kasabası olan Sanate’de doğmuş.  Eğitimi Musul’da başlayıp Nice’de sona ermiş. Felsefe ve Uygarlıklar doktorası yapmış. 1981 Yılından bu yana Toulouse Üniversitesi’nde  felsefe ve Arap edebiyatı profesörü olarak dersler vermekte.

19.09.2013 Tarihinde Nusaybin Belediyesi’nce düzenlenen iki günlük  ‘Mezopotamya Tarihinde Nusaybin-2 Nisibis Okulu’ sempozyumuna katılmak üzere Mardin’e gelmiş ve bildiri sunmuş.

Yazarın Fırat ve Dicle’nin Destanı’nın dışında Süryani Vakanüvisler, Mezopotamya’nın Yıldız Şehirleri, Sanate’de Çocukluk Kokuları da içinde olmak üzere çok sayıda yayınlanmış kitabı bulunmaktadır.

Çalışmalarını, Sümerlilerden bu yana uygarlıklar beşiği olan Antik Mezopotamya’nın kentlerinin keşfine adamış olan yazar, Ermenilerin, Süryanilerin, Ezidilerin, Mihellemilerin, Arapların, Kürtlerin bir arada, yüzyıllarca yaşadığı bu kadim topraklardaki kentlerin, Ortadoğu başta olmak üzere tüm insanlığa model olması temennisinde bulunuyor.

Sümerliler, Akaadlılar, Babilliler, Asurlular, Mezopotamya’nın yüzünü şekillendiren, astronomi, astroloji, matematik ve hukuk alanında, uygarlıkları, sanatları, dilleri ve dinleriyle değerli eserler bırakmış devletler. Ancak bu kavimlere ait arkeolojik eserlerin ortaya çıkışları çok öncelere dayansa da, 20.yüzyılın başına kadar, semavi dinleri etkileyeceği kaygısıyla gizli tutulmuş.

Fırat ve Dicle’nin Destanı, V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’ne kaynaklık eden Orta Doğu  uygarlığının köklerinin destanı gibi.

Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği olarak adlandırılır. Bereketli toprakları, uygun iklim koşulları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yerleşmeye sahne olmuş ve birçok istilaya uğramış. Bilinen ilk okuryazar toplulukların yaşadığı bölgede birçok medeniyet gelişmiş. Mezopotamya olarak anılan belirli bir siyasi mevcudiyet olmasa da, sınırları belirli bir idari bölge değilse de, Yunanlı tarihçileri bu bölgeyi anmak için buldukları bir isim bize kadim bir uygarlıklar yatağını çağrıştırır.

Dicle ve Fırat nehirleri arasında yer alır.Geniş anlamda, Dicle ve Fırat nehirlerinin vadileri ile bu iki nehrin arasında kalan topraklar için kullanılmaktadır. İki nehir, birleştikten sonra Şattü’l Arap ismini alır ve Basra Körfezi’nden denize dökülür. Nehirlerin oluşturduğu dar toprak şeridinin iki yanı çöldür. Dicle ve Fırat’ın sürükleyip getirdiği topraklar, Mezopotamya’nın güneyinin çok verimli olmasına sebep olmuştur. Dümdüz uzanan ova, Mezopotamya’nın kuzeyinde oldukça bereketli ve ılıman iklimli bir yaylaya dönüşür.

Tarım gelişiminden ve kırsal yaşamının başlangıcından yazının ortaya çıkışına kadarki dönemin ünlü yerleşim bölgeleri Samarra, Tell Halaf ve Hasuna’dır. Bu dönemde her kent aynı zamanda ayrı bir kültürel tarz ortaya sunmuştur. Bu kentlerin ortak yönü, mimari tarzları farklı konutların ortaya çıkmış olmasıdır.

Bölgenin bir sonraki evresinde Uruk Kenti, sulu tarımın geliştiği bir dönemde, madencilik ve teknoloji dallarında da ortaya çıkan gelişmelerin kenti olur. Uruk kenti Mezopotamya kahramanı Gılgamış’ın doğduğu yerdir.

Mezopotamya’da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerliler olur. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik gerekse din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplumdur.  ‘Yaratılış’ ve ‘Tufan’a ilk kez Sümerlerde rastlanır. Sümer döneminde Mezopotamya’da 18′i büyük, yaklaşık 35 şehir ve kasaba vardır.

MÖ 2400-2350 yıllarında Sümerler düşüşe, Akadlar yükselişe geçer. Sümerler sonrasında Mezopotamya’nın lideri konumuna gelen halk, Mezopotamya’daki medeni gelişimin öncüsü olur. Akadlardan sonra Mezopotamya’da güçlü konuma ulaşacak yine Sami kökenli Asur ve Babil halkları olur. Zafer Anıtı’nı inşa eder, çok tanrılı dinlere inanır, ‘Evren veya Dünya Krallığı’ kavramını Mezopotamya’ya getirirler.

Akadlardan sonra, kuzeyde büyük bir siyasi güç olarak Asur, güneyde ise din ve kültür merkezi olarak Babil öne çıkar. İkinci binyılın başlarında yükselen kavimlerden Asurlular, özellikle oluşturdukları geniş ticaret ağıyla onların Mezopotamya kültürünü farklı bölgelere yayılmasına ve farklı kültürlerin de Mezopotamya’ya taşınmasına neden olurlar.  Anadolu’ya yazının gelmesi de yine bu dönemdeki Asurlu tüccarlar sayesinde olur.

Diğer yükselen kavmin, güneyli Babil’in, 5. Kralı Hammurabi, yazılı kanunlarıyla ünlüdür. Daha sonrasında Büyük İskender, Persler, Araplar, Osmanlılar bölgede egemenlik kurar.

I.Dünya Savaşı’nın sonunda Mezopotamya kısa bir süre için İngilizlerin yönetimine geçer ve İngilizler bugünkü Suriye ve Irak’ı bir Haşimi yöneticiye bağlı bir devlet olarak kurarlar. 1920’de İngilizler tarafından Irak ulus devleti, 1961 yılında Kuveyt bağımsız devleti ilan olur.

Hikâyeleri, tarihi ve bazı olayları anlatan tabletlere çizilmiş resimler, ilkyazı denemeleri olan piktogramlar, bu bölgede geliştirilmiştir. Daha sonraları, çivi yazısı denilen farklı harfler için farklı işaretler geliştirmeye başlarlar. Harfler, kil tabletler üzerine çizilir ve pişirilir.

Mezopotamyalılar iki sayı sistemine sahipken,Sümerler, zamanı altmış dakikalık saatlerde ölçen ilk insanlar olurlar. Ayrıca haftada yedi gün olan bir takvimi de onlar oluştururlar.

Babilli astronomlar gündönümü ve tutulmaları hesaplarlar. Astronominin gelişimi din ve mitoloji ile iç içedir zira insanlar astronominin bir amacı olduğuna inanır ve ona bazı dini veya mistik unsurlar yüklerler. Tıbbi tanı listeleri oluşturmuş, hastalıkları gözlemlemişlerdir.

Mezopotamya büyük oranda göç almış, birçok kavme ev sahipliği yapmıştır. Fakat göç eden toplulukların çoğu var olan Mezopotamya kültürünü benimsemiş, ayrı bir kültür veya dil olarak barınamamış. Bu nedenle Mezopotamya’da var olmuş çoğu halkın, yazılı kayıtlar sayesinde, sadece isimleri bilinmektedir.

Hammurabi Kanunları(MÖ 1780,bulunmuş en eski kanunlar olup eski Mezopotamya’dan günümüze en iyi korunarak gelebilmiş eserdir. Kanunlar 282 adet yasa içerir. Hukukun temelinin atıldığı Mezopotamya’da, Hammurabi kanunlarında yer alan evlilik ile ilgili kurallar da medeni kanunların temeli oluşturmuştur.

Antik Mezopotamya dini, kayıtları bilinen en eski dindir ve temelleri Sümerliler tarafından atılmıştır. Daha sonra oluşan uygarlıklar ve bölgeye yerleşen kavimler bu dini yapıyı benimsemiştirler. Her ne kadar bölgenin bölümleri arasında farklılık gözlense de temel dini figürler, destanlar ve inanışlar aynı kalmıştır. Destanlar çoğu zaman hem tarihi, hem de dini/mitolojik öğeler taşır, tarihi kayıtlarda da dini ve mitolojik unsurlara rastlanır. Çok tanrılı bir din olan Mezopotamya dininin tanrı ve tanrıçaları zaman içinde isim değiştirse de özellikleri genelde aynı kalmıştır. Kil ve balçıktan Ziggurat adı verilen tapınaklar yapmışlardır.7 Katlı olarak inşa ettikleri bu tapınakların ilk katları erzak deposu, orta katları okul ve tapınak, son katları ise gözlemevi olarak kullanılmıştır.

Resmi adıyla Ürdün Haşimi Krallığı, Orta Doğu’da, Akdeniz sahilindeki küçük Arap ülkelerinden birisidir. Arap, Memluk, Osmanlı egemenliğinde yaşayan ülke I.Dünya Savaşı’ndan sonra, 1921 yılında İngiliz mandası olarak Mavera-i Ürdün Emirliği adını almış ve ülkenin yönetimine I.Abdullah geçirilmiştir.

I. Abdullah,  İngilizlerden bağımsız hareket etmek isteyince öldürülür, yerine oğlu Tallal, Tallal akli dengesini yitirince oğlu Hüseyin, Hüseyin’in vefatından sonra ise Kral II. Abdullah geçirilir. Ürdün,  II. Dünya Savaşı’nın ardından bağımsız bir krallık olur.

2012 yılındaki arkeolojik araştırmalar sonunda, tarihteki ilk anfitiyatronun Ürdün’ün Faynan Vadisi’nde MÖ 9600 yılı civarında yapıldığı ortaya çıkmıştır. Ayrıca komünal binaların bulunduğu bir yerleşim merkezi de bulunmuştur.

Ürdün isminin aslı Ürdün Nehri’nden gelir.Ürdün kelimesinin aslı olan Jordan’daki ‘Jor’ kelimesi, Ürdün’deki Kutsal Elmar nehrinden, ‘Dan’ ise, bazı dillerde o bölgedeki yaşayan halka verilen isimden gelir. Ürdün kelimesinin ise güç ve azamet anlamı vardır ve bu ismin Nuh’un torunlarından birinin adı olduğu söylenir.

Çok eski yüzyıllarda Ürdün insan bakımından sürekli ıssız bir bölgeyken sonrasında çeşitli medeniyetlerin etkisinde kalır. Daha sonralarda Kenanilerin soydaşları olan Amoriler yerleşir ve Filistin devletini kurarlar. Ürdün’de ilk düzenli yerleşim M.Ö. yaklaşık 2000 senesinde ortaya çıkar. Ardından Enbad Krallığı kurulur. Aramiler yazıtlarında, Enbadlıların sosyal yaşantılarından bahsetmiş ve onların Arap Aristokratları, özgür vatandaşlar, köle sınıfı ve yabancı sınıfı olarak ayırdıklarını söylerler.

Romalılar M.S.62 yılında Ürdün’ü,  Suriye ve Filistin’i işgal etmiş ve 400 yıl boyunca bu topraklarda egemenlik kurmuşlardır. Hıristiyanlık bölgede bir din olarak kabul edilir. Bu dönemde Kuzey Ürdün’e, Arap kabileleri yerleşir. Bu kabileler önce Romalıların daha sonra da Bizanslıların Sasaniler ile olan savaşlarında Sasanilere karşı savaşırlar.

Gassaniler, 600 sene, M.S. 1.yüzyılın başlarından İslam’ın ortaya çıkışına kadar hüküm sürerler. Başkentleri güneydeki ‘Golan’ şehri olur.542 yılında veba, Ürdün halkının büyük bir kısmını yok ederken 614 yılında Sasaniler geri kalan halkı öldürür. Sasanilerin Ürdün, Filistin ve Suriye’yi işgali 15 sene sürer ve 629 yılında İslam’ın yükselişi karşısında geri çekilmek zorunda kalırlar.

Ürdün, Roma İmparatorluğunun egemenliğine, İslam Ordularının Şam Devletini fethedip Arap yarım adasından Roma İmparatorluğunu temizleyinceye kadar boyun eğer. Ardından Emeviler, Fatımiler, Eyyubiler, Memluklular, Osmanlı egemenliği sürer. Hicaz Demiryolu hattı Osmanlıların Ürdün’de yaptığı en önemli icraatlardan biri olur.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1916 yılında imzalanan McMahon Antlaşması’yla İngiltere’nin desteklediği bir Arap devleti kurulmasına ve bu devlete para ve silah yardımı yapılmasına, buna karşılık Arapların da İtilaf Devletlerini arasında yer almayıp, Osmanlılara karşı savaşmaması üzerinde mutabakata varılır. Bu anlaşmayla İngilizler de Arapların kurmuş olduğu Ürdün Devleti’ni tanıma sözü verirler.

Ürdün’de halkın yaklaşık %92′lik kesimi Sünni Müslümandır. Hristiyanlar 1950 yılında nüfusun %30′unu oluşturmakta iken şimdilerde sayıları azalmıştır. Diğer din azınlıklar Bahailer ve Dürzilerdir.

Ürdün Haşimiyye Krallığı II.Abdullah’ın krallığında bir monarşi rejimidir. Monarşi hükümeti olsa da bir kral ile yönetilir ve bu kral aynı zamanda ülkenin askerinin komutanıdır. Kralın, başbakan, bakanlar kurulu ya da kabinede otoritesi bulunmaktadır. Kabine, senato olarak da bilinen Ürdün Parlamentosunun demokratik olarak seçilmesinden sorumludur. Çok partili sisteme sahiptir. Siyasi partiler 40 sandalyeden daha fazla sayıda üyeye sahip iken geri kalan üyeler bağımsız adaylardan oluşur.

Ürdün’de 2010 sayımlarına göre okuma yazma oranı %92.6 dir.  Devlet harcamalarının %20.5′ini eğitim alanında yapması ile Türkiye ve Suriye’den önce gelmektedir. 2011 Global büyüme oranına göre, Ürdün, Orta Doğu’da Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden sonra 3. sıradadır.

Yazar Abdurrahman Münif Suudi asıllı baba ile Iraklı annenin son çocuğu olarak 1933’te Ürdün-Amman’da doğar. 1952’de Bağdat’ta başladığı hukuk öğrenimini bitiremeden, siyasal nedenlerle, Baas içinde aktif eylemci olduğu için, 1955’te Bağdat Paktı protestoları sonrası okuldan çıkartılır. 1958 Yılında Belgrad Üniversitesi’nde iktisat bölümünden mezun olup 1961’de petrol ekonomisi doktoru olur.

Munif, 1989 senesinde romancılık alanında Sultan bin Ali Uveys Kültür Ödülünü ve 1998’de ilk kez verilmeye başlanan Kahire Yenilikçiler Ödülünü almaya hak kazanır.

Munif’in en belirgin özelliği ‘haksızlık’ üstüne yaptığı mücadelelerdir. 1973 yılında başlayan petrol gelirindeki artışa rağmen Arap dünyası iki zıt kavramla tarif edilir; Orta Asya çöl ülkelerindeki yaşantı ve birkaç kişideki büyük mali bolluk ile yoksulluk, mahrum bırakma, işkence, işçi sınıfı, siyasi işkence… Bu haksızlıklara karşı yapmış olduğu çalışmalar, Suûdi Arabistan dâhil bütün Arap ülkelerinde yasaklanır. Bunlara karşın Munif, hayali yerleri betimleme ve bu yerleri yazma konusunda ısrarlı davranır. Bu hayal ürünü yerlerin içine gerçek olayları ve karakterleri yerleştirir. Ona göre yazdığı siyasi hikâyeleri, Arapların alışmış olduğu şeyleri ve özellikle de sıradan insanları değiştirecektir.

Munif, romanlarında sadece petrol ve haksızlık konularına değil, şehirler ve orada yaşayan insanların hakkında da bilgi vermeyi amaçlar.

Londra’da dördüncü kanal için yaptığı bir röportajında Suûdi Arabistan’ın içinde bulunduğu durum için şunları söylemekten çekinmez; ‘ “20. yüzyıl neredeyse sona ermek üzere. Batı, bize baktığı zaman sadece petrol görüyor. Halbuki Suûdi Arabistan’ın hala bir anayasası bile yok ve insanlar temel haklarından yoksun. Kadınlara üçüncü sınıf insan muamelesi yapılıyor. Böyle bir durum ilerleyen günlerde ciddi vatandaşlık sorunlarına yol açacaktır.’

20. yüzyılın en önemli Arap yazarlarından biri olan Abdurrahman Münif, aynı zamanda yaşadığı coğrafyanın politik karakterlerinden biri olarak da görülür. Irak’ta Petrol ve Gelişme dergisinde yöneticilik yaparken, bu derginin yayınları nedeniyle petrol krallarını kızdırır, kitapları birçok ülkede yasaklanır. Petrolün serüvenini anlattığı ‘Tuz Kentleri’ üst başlığını taşıyan beş kitaplık roman dizisinin bu tepkilerde büyük bir etkisi olduğu söylenir.

Munif, Arap Edebiyatında yirminci yüzyılın en yetenekli romancılarından biridir. 19. yüzyılın sonlarına doğru Necip Mahfuz’la birlikte Arap dünyasının yaşamı̧ olduğu kültürel ve siyasi kaygıları esas alarak bu bölgenin edebî çevresini değiştirmeye çalışır ve kısa bir süre içerisinde Arap Edebiyatının iki önemli lideri olurlar.

Munif, bir romancı olarak ismini ilk kez 1973 senesinde yazmış olduğu el-Eşcâr ve’l-İğtiyâlu’l-Merzûk adlı eseri ile duyurur.

Çölde yaşayan küçük gruplar arasındaki geri kalmışlığa ve bu yüzden ortaya çıkan sorunlara birkaç romanında değinmeye çalışır. Bu romanların en çok ilgi göreni, 1978’de kaleme almış olduğu en-Nihâyât ve Mudunu’l-Milh adlı eserleridir. En-Nihayet romanındaki olayların geçtiği yer, coğrafi özelliğe sahip, sınırları belli olan Taybe isimli bir köydür. O günlerde Taybe de dâhil Arap ülkelerindeki ve belki de dünya üzerindeki bütün köyler aynı durumdadır. Yazar, dünyayı saran kıtlıktan ve ölümden kurtulmak için insanların vermiş olduğu mücadeleyi dile getirmeye çalışır.

Munif, kendisiyle olaylar arasında geçen yer ve zaman ilişkisini sıkı tutmaya çaba harcamıştır. Eserlerinde sadece sınırları belirli bilinen yerleri vermekle yetinmemiş̧; aksine kendisinin de içinde yaşamı̧ olduğu, gerçekten pek de iyi bilinmeyen en küçük köyleri tasvir etmiştir. Ona göre olayların geçtiği mekânlar durağan ve tarafsız yerler değildir. Aksine bu yerler, düşüncelerin ve ilişkilerin kucaklaştığı, aralarında benzerliklerin bulunduğu, insanların ve ağaçların süslediği yerlerdir.

‘Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti’ yazarın ilk romanıdır. Bir yol hikâyesidir. Roman kahramanı Mansur Abdüsselam’ı evinden uzaklara götüren bir tren yolculuğu anlatılır.  Siyasi görüşleri onu bu yolculuğu yapmaya mecbur bırakmıştır. İşten çıkarılmış, çevirdiği kitapların yayını yasaklanmış, üç yılda ancak edinebildiği bir pasaportla ülkesinin dışına, arkeolojik kazılar yapacak bir Fransız ekibe çevirmenlik yapmaya gitmektedir. Tren yolculuğunda tanıştığı İlyas ve onun yaşamıyla kendi geçmişine yolculuk yapar.

‘Hayat nedir’, ‘Vatan nedir’ soruları, jandarma, gümrükçüler ve din adamlarının baskıları, Hıristiyanlık, Müslümanlık, tarım, Arap isyanları, kadın, doğa, hayvanlar gibi pek çok konuya değinir.

Yazarın otobiyografik hikayesi olarak da düşünülebileceğimiz bu yolculukta İlyas’ın tutkuları ve tutkularından vaz geçen Mansur’un açmazları ortaya dökülür.

Mansur’un ve İlyas’ın maruz kaldıkları baskılar ve kendi kurdukları baskılar, aşağılamaları ve aşağılanmaları, duydukları ve duyulan öfke, kin, intikam duyguları,  atom bombasıyla, kanlı bir devrimle dünyayı yok etmek isteyecek kadar büyüyen nefret, ülkedeki hava sıcaklığını anlatırken bile nefretle kanla anlatılış, Atölyemiz açısından savaş söylemleri olarak değerlendirildi. Kadınlarla olan ilişkiler, ‘Çingene, ‘İfrit Yahudiler ve İngilizler’ söylemleri de sorunlu, ayrımcı ve ötekileştirici olarak değerlendirildi.

Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti kitabı, ‘Değerler belirleyip ona göre yaşamayı, geleceğini buna göre biçimlendirmeye çalışan bir öznenin, yaşananlar nedeniyle bu idealinden, ölmek pahasına vazgeçmeme’ sinin romanı.

Acı, kan, ölüm, savaş ve şiddetle yoğrulmuş Orta Doğu topraklarında doğmuş yazılı eserleri irdelediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’si bu iki eserle sona erdi. Biz 17 kitabı okuduğumuz dokuz ay boyunca, Orta Doğu’da yaşam koşulları çok daha kötüleşti, daha çok kan aktı, daha çok insan acı çekmeye başladı. 3.500 Yıl önce, bu topraklarda metne dökülen Avesta’dan bu yana kan ve gözyaşı hiç dinmedi.

Ama biz yine de ‘Öldürmeyi gerekli kılacak hiçbir şey olamaz’ düşüncemizi savunmaya devam ediyoruz. 3.500 yıldan bu yana yazılan metinlerde, dökülen kanların bir çözüm olmadığını, bu topraklara barışı getirmediğini görüyoruz. ‘Ekmek gelir geçer ama sevgi son anlarına kadar insanla birlikte kalır’ demeye devam ediyoruz. Ülke yöneticileri, iktidar tutkunları, savaş çığırtkanları gibi değiliz. ‘Başkaları gibi yaşamayı reddeden biri olmak’ ne kadar zor farkındayız ama böyle olmaya devam edeceğiz. Barışın ülkeler için, bölge için, dünya için tek çıkar yol, yaşamın tek dayanağı olduğunu görüyoruz. Yoksa, ‘Dünyanın Doğu dediği bu lekede hayatın bitişini göreceğiz’.

Yeni bir edebiyatta Savaş ve Barış’a kadar barışla kalın.

 

2 Ekim 2014 – VI.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi Tanışma Toplantısı –İstanbul

Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin tanışma, görev dağılımı toplantısını 2 Ekim Perşembe akşam yaptık. Bu dönem on yedi yol arkadaşıyla savaş ve barışın izlerini sürdürmeye devam edeceğiz.

Görev dağılımından sonra Asuman Kafaoğlu-Büke bize polisiye romanı/edebiyatı konusunda bir sunum yaptı. Polisiye romanı, roman kategorisinde, popüler romanın en alt basamağı. Popüler roman’ın alt basamağında macera, onun altında gerilim, onun altında suç romanları en altında da polisiye roman sınıflaması yer alıyor. Polisiye, 19.yy ikinci yarısında gelişen tür. Ancak Eski Ahit’te Susannah’nın hikayesine ya da Sophokles’in Kral Oedipus’a kadar geri götürülebilir türün ilkleri.

19 Yüzyılda, kitapların ucuzlaması, ciltsiz kapaklarla ucuz baskılar yapılması sayesinde pop kültürle birlikte popüler roman , özellikle de Birleşik Krallık ve ABD’de, suç romanları ve bağlı türleri çoğalır. Tür, okur tarafından büyük ilgi görür.

En erken örnekler arasında Edgar Allan Poe’nun ‘Morg Sokağı Cinayeti’ (1841) Wilkie Collins’in mektup roman şeklinde yazılmış ‘Beyazlı Kadın’ı (1860) ve Fransız yazar Emile Gaboriau’nun ‘Monsieur Lecoq’u (1868) sayılabilir.  Arthur Conan Doyle’ün ‘Sherlock Holmes’u kendi başına tür oluşturan bir etki yaratır okurlar üstünde.

Macera romanları belli şablonlara oturur her zaman. Kahraman mutlaka romanın sonunda hayatta kalmalı, mutlaka suçlular cezalarını görmeli, romanın sonunda da mutlaka bütün uçlar birbirine bağlanmalıdır.

Türün kurgularına göre farklı örnekleri vardır.

1) ‘Kim yaptı?’ sorusuna yanıt arayanlar. Agatha Christie romanları gibi.

2) Suçludan daha çok ‘Neden?’ üstünde duranlar. Burada iyiler ve kötüler genelde baştan bilinir, asıl önemli olan nedendir. Umberto Eco’nun ‘Gülün Adı’ gibi.

3) Daha çok esprili, cinsellik içeren, dedektifin en sıkışık ve korkunç anlarda bile espri yapabildiği tür.

4) Psikolojik gerilim romanları. Pyscho gibi, bütün roman boyunca bildiğimiz ipuçları aslında psikolojik dengesizlik nedeni olarak açıklanır.

5) Gerilimden her zaman dahası istenen yeni zaman romanları. Cesetlerin parçalanışları, morg sahneleri, tecavüzler, en grafik şekilde anlatılır ve gösterilir.

Beş dönemdir sürdürdüğümüz inanç ve inadımızla, yeni dönemde, 14 polisiye eserde barış arayışlarımıza devam edeceğiz.

 

16 Ekim 2014 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem Birinci Kitabı – İstanbul

Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ilk kitap sunumunda Nilüfer Uğur-Dalay bize yazar Dashiell Hammett’i tanıttı. Ardından polisiye romanın politik iktisat açısından eleştirisini içeren bir sunum yaptı. Daha sonra da yazarın Kızıl Hasat isimli kitabını tartışmaya açtı.

Yazar kara edebiyatın sert kurmacanın babası olarak tanınıyor.  1894 yılında Maryland’de Katolik bir ailede doğuyor. 13 yaşında okulu bırakıyor ve çeşitli işlerde çalışıyor; gazete satıcılığı, tezgâhtarlık ve hamallık yapıyor. 1915-1922 yılları arasında Pinkerton Dedektiflik Bürosu’nda özel dedektif olarak çalışıyor. Büronun I. Dünya Savaşı sırasındaki duruşu ve grev kırıcılığında kullanılmasından rahatsızlık duyarak bürodaki görevinden ayrılıyor. Ancak burada çalışırken edindiği deneyimler, gözlem ve kişiler, romanlarına, öykülerine esin kaynağı oluyor.

1918’de askere alınıyor ve ambulans servisinde görev yapıyor. İspanyol Gribi denilen bir virüs alıyor ki bu daha sonra vereme çeviriyor. Askerliğinin büyük bölümünü askeri hastanede geçirmek zorunda kalıyor. Bu hastalık onda ömür boyu sürecek izler bırakıyor.

Romanlarının hemen hemen tümünü, romanlarında da adları geçen San Fransisco’da yaşarken, 1920’li yıllarda yazıyor. İnce Adam’ın dışında tüm romanları, bölüm bölüm önce dergilerde yayınlanıyor. Romanlarında yarattığı karakter ve mekanlar, edebiyatta iz bırakıyor.

Evleniyor ve iki kızı oluyor. Daha sonra,1929-1930 yılları arasında öykü yazarı Nell Martin’le, 1931 de, yazar Lillian Hellman’la otuz yıl sürecek olan ilişki yaşıyor.

Son romanı İnce Adam’ı 1934’de yazıyor ve bundan sonra yaşamının büyük bölümünü aktivist olarak geçiriyor. Kararlı ve dirençli bir anti-faşist. 1937 yılında ABD Komünist Partisi’ne üye oluyor. Anti-faşist eylemciliğini üyesi olduğu Amerikan Yazarlar Birliği’nin 1941 de başkanı olunca askıya alıyor. Aktivizmini, 1940’dan itibaren üyesi olduğu Amerika’yı Savaşa Sokmayın Komitesi’nin çalışmalarıyla sınırlıyor. Bu görevi 1941 de Alman Birlikleri’nin SSCB’ni işgaline kadar sürdürüyor.

1942’de şaibeli ve hastalıklı biri olmasına karşın gönüllü olarak orduya katılıyor. Uzak bir adada, Aleutian Adasında çavuş olarak görev yapıyor, Ordu Gazetesi’ni çıkartıyor. New York’a döndüğünde, 1946’da Medeni Hakları Kongresi’ne başkan seçiliyor. Kongre, kirli medya tarafından milyoner komünistlerin desteklediği kongre olarak lekelenmeye çalışılıyor. Kongre, 1947’de, Harry Truman’ın başlattığı  ‘Zararlı Örgütler’in listelenmesi çalışmasına komünist örgüt olarak giriyor.

Yazar, başkanı olduğu Medeni Haklar Kongresi’ne bağışta bulunanların adlarını açıklamayı reddettiği için yargılanıyor ve 1951 yılında hapse giriyor. Time Dergisi duruşmayı ‘ABD’nin bir numaralı komünisti avcısı’ ilan ediyor. West Virginia Eyaletinde, Lillian Hellman’ın (LH)tanıklığına göre tuvalet temizliği yaparak 6 ay geçiriyor. ‘Ceza evi yaşamı o denli acımasız ki, ince adam daha da inceliyor, hasta adam daha da hastalanıyor’.(LH)

McCarthy döneminin ‘Cadı Avı’ uygulamaları sırasında Komünist Parti’ye üye olduğu gerekçesiyle Amerika’ya Karşı Faaliyetler Komitesi’nce, 26 Mart 1953 tarihinde sorguya çekiliyor. Komite ile işbirliğine girmeyi ret ederek kara listeye alınıyor.

Bu badireleri atlattıktan sonra, Hammett, kırsal bir alanda ‘çirkin, izbe, kötü bir kulübede’(LH) inzivaya çekiliyor. 1961 yılında New York’ta akciğer kanseri teşhisiyle hastanede ölüyor. İki Dünya Savaşı’na katılmış bir gazi olarak Washington’daki Arlington Ulusal Mezarlığı’na (Şehitliğine) gömülüyor.

Hammett, polisiye roman mekânlarını malikânelerden,kibar salonlardan barlara, sokaklara, batakhanelere taşıyor. İdealleştirilmiş kahramanlar yerine, suçlular ve katiller kadar çıkarcı, zorba, duygusallıktan uzak dedektif tipleri yaratıyor. Eserlerinde argoyla karışık günlük konuşma diline yer vererek polisiye diline önemli yenilikler getiriyor. Chandler, Hammett’i gerçekçi polisiye yazarı, ustası olarak görüyor.

Öyküleri filmlere çekiliyor ve onun adına filmler yapılıyor.

Tüm zamanların en incelikli gizem/polisiye yazarlarından biri olarak kabul ediliyor.

The New York Times sert kurmaca dedektiflik roman ekolünün ‘en kıdemli üyesi’ olarak adlandırıyor.

Time dergisinin ‘1923-2005 yılları arasında İngilizce yazılmış en iyi 100 roman’ listesine Kızıl Hasat romanı ile giriyor.

Marksist iktisatçı Ernest Mandel,1985 yılında yazdığı ‘Hoş Cinayet; Suç edebiyatının sosyal tarihi’ isimli kitabında milyonlarca okuru kendisine bağlayan polisiye romanı politik iktisatçı gözüyle eleştiriyor.

Suç, suçlu ve onu suça iten koşullar arasındaki yakın ilişkinin araştırılması etrafında dönen polisiye, doğası gereği politik oluyor ve belli ölçülerde ekonomi-politiğin inceleme alanına giriyor. Mandel, suç edebiyatı ya da suç romanlarında, suçun ekonomik, sosyal ya da psikolojik kökenleri araştırıyor.

‘Erken dönemlerde, örneğin Dostoyevski’de, psikoloji bilimini geliştirmek adına çok şey yapan polisiye hikayeler, gelişiminin zirvesinde bulunduğu bugünlerde, toplumsal eleştirinin bir aracı haline gelmiştir’.

Popüler kültürün bir alt dalı olan polisiye okumalarının harekete geçirdiği fantezi ve hayaller ekonomik, politik, kültürel baskıya bir cevap niteliği taşıdığı gibi insanları, gündelik kaygılarından uzaklaştıran ‘afyonlar’dır da. ‘Neden sanatsal olmayan edebiyat çok okunmaktadır? diye soruyor. Gramsci.‘İyi polisiye iyi edebiyattır.’Mandel ‘polisiye roman, suçun oyuna ya da bulmacaya dönüştürülmesi girişimi olarak, ‘suçun estetize edilmesi’ olarak tanımlanıyor.

Mandel işin sınıfsal yanını da ortaya koyuyor. Sherlock Holmes hem üstün zekâlı hem de klasik bir kahramanda aranan özelliklere (kuvvetli, macera adamı vb.) sahip bir klasik kahraman klişesine uymaktadır. Bu hikâyelerde okuyucunun kahramanlık ihtiyacı ve sosyal düzenin korunması isteği tatmin edilmektedir. S.Holmes dönemi hafiyeleri ‘üst sınıf’ değerlerini savunurlar. Burjuva okur açısından, savaş öncesindeki görkemli toplumsal düzene, o refah ve zenginlik düzeyine duyulan bir özlemin ifadesi olmaktadır.

19. Yüzyılda, giderek karmaşıklaşan toplumların, artan suçlar karşısında en az kendisi kadar karmaşık güvenlik teşkilatları kurmalarının edebiyata yansımış ürünleri polisiye edebiyatı. 19.Yüzyıl, iş ve aş bulma umuduyla kentlerde biriken mülksüz emekçi yığınların mevcut karmaşaya kattıkları kendine özgü renklerle hatırlanıyor. Ancak klasik gizem romanları, modern hayatın getirdiği yeni gerçekliği biçimlendirmekte artık yetersiz kalmaktadır.

Mandel’e göre suçun tarihi polisiye romanların tarihinin anahtarıdır. Polisiye romanın tarihi, burjuva toplumunun tarihiyle, yani mülkiyetin ve mülkiyetin yadsınmasının, başka bir deyişle suçun tarihiyle iç içe geçmiştir. Kapitalist üretim ilişkilerindeki değişimlere paralel olarak suçun niteliği ve onun polisiye edebiyata yansımasının örnekleri değişmektedir.

Gerçekten de burjuva toplumunun bütünsel işleyişi büyük bir gizem değil midir? Burjuva toplumu bir suç toplumu değil midir?

Marx’a göre ‘suçlu, burjuva yaşamının tekdüzeliğini ve güvenliğini bozar. Onu durgunluktan korur ve gerilimi, bir ruh hareketliliği, bir ivme kazandırır’.

Haydut hikâyelerinin feodal rejimlere karşı çıkan toplumsal hareketlere değin uzanan bir tarihi vardır. Örneğin feodal düzenin zalimliğine karşı savaşan Robin Hood, ‘devrimci’ burjuvazi dönemlerinde, popülist bir isyanın ifadesi olarak adaletsizliğe başkaldıran ‘iyi haydut’ lardan biridir. Feodal toplumdan burjuva toplumuna geçişte basın özgürlüğü savunulur. Kitaplardaki artış bunun göstergesidir. İnsanların haber alma hakları vardır.  Burjuvazinin devrimci niteliğini yitirmesiyle sempati duyulan asiler artık ‘bela’dır. 20.Yüzyılda ‘kötü kalpli teröristler/caniler’ ortaya çıkacaktır.

Modern zaman casusluk romanları ve politik gerilim romanlarında ana kahramanlar o ilk soylu haydut hikâyelerindeki kahramanlara dönüşürler. Kahramanlar, toplumu bir bütün olarak hedef alan kötücül güçlere (başka devletler ve onların casusları) karşı mücadele etmektedirler. Ama bu kahramanlar, çürüyen yapısıyla burjuva toplumunun yozlaşmış ahlakı nedeniyle, hayata dair hakiki bir hedeften ve peşinde koşulacak ulvi değerlerden yoksundur.

Değer ve paranın, sermaye ve zenginliğin mutlak iktidarından ötürü, burjuva toplumunda yabancılaşmış insanoğlu, emek ve kazancın kaçınılmaz aracı olan bedenin bütünlüğünü dert edinir ve ölüm ve gizemi asli sorun olarak görür. Polisiye eserlerde ölüm bir soruşturma nesnesi haline gelir. ‘Ölüm şeyleşir’.

Polisiye edebiyatının, gelişmiş örneklerini, toplumsal mücadelelerin zayıf olduğu Anglo-Sakson ülkelerinde veriyor olması tesadüf değildir. Fransa gibi sınıf savaşlarının kolayca kriminalleşmediği ülkelerde polisiye edebiyatı çok gelişmemiştir.

Hangi toplumsal çevre, hangi toplumsal baskılar, insanları polisiye satın almak ve okumak yoluyla tatmin etmeye yöneltmektedir?

1. Şiddet hakkında yazılanları okumak, şiddete tanık olmanın ve bundan hoşlanmanın masum bir biçimidir.

2. Uygarlığın gelişimiyle ilgili olarak, cinayet üstüne okumak, bizzat cinayet işlemekten daha iyidir.

3. Eski orta sınıflar yeni orta sınıflara dönüşmüş ve polisiye ‘yeni orta sınıfın afyonu’ haline gelmiştir. Yaşamın tekdüzeliğinden kaçış ihtiyacı doğmuştur. (Çiftçi, esnaf, zanaatkar azalırken, teknisyen, memur, hizmet sektörü çalışanlar arttı)

Mandel’e göre, Dashiel Hammett, Raymond Chandler, Georges Simenon, Leo Mallet, Kanadalı Ross Macdonald gibi kara romanın öncüleri için ‘Burjuva ideolojisini sorgulayarak içini boşaltmak ile onu enine boyuna irdeleyerek, bilinçli bir biçimde reddetmek çok farklı şeylerdir. Bu türden reddediş, burjuva ideolojisinin ve değerler düzeneğinin karşısına yeni ve bambaşka fikirler ve değerler ortaya koyabildiği takdirde anlam kazanır. Bu yazarlarda, böylesine radikal bir bakış açısı yoktur.’der.

Mandel’e göre polisiye romanın ideolojik işlevi sadece nesnel bir işlev olmanın yanında yazarlarının bilinçli tercihleriyle de biçimlenmektedir.  Bu kuşak yazarların ortak özellikleri, eserlerinde yasa ve düzen kavramlarının mutlak iyi olmaktan çıkararak görece muğlak ve şüpheli kavramlar haline getirmeleridir. Kahramanlar, inanmadıkları hatta nefret ettikleri düzene hizmet eden ‘trajik karakterlere’ dönüşmüşlerdir.

Bu görüşlerden sonra Dashiell Hammett’in Kızıl Hasat isimli kitabının tartışmasına geçtik. Roman, içki yasağıyla birlikte suçların arttığı, 1929 Büyük Bunalım’ın yaşandığı, soygunlar, cinayetler ve suçların niceliksel artışıyla birlikte niteliksel olarak değiştiği, bireysel suçların yerini örgütlü suçların aldığı, toplumun yozlaştığı 1929 yılının ABD’nde geçmektedir.

Zenginlerin, maden işçilerin direnişini bastırmak için yeraltı dünyasına teslim ettikleri Personville’de (kişiye özel şehir) geçmektedir. Elihu Willson, Personville’i, ‘şehri kendi malı gibi görüyor ve ellerinden alınmasına bozuluyor’.Basını, polisi, valisi, belediye başkanı, mahkemeleri, devlet kurumlarıyla suç batağında yüzen bir şehir; yolsuzluk, rüşvet, ahlaksızlık. ‘Mahkemeler onların malı’, ‘Personville zehrinde de kendi yaptığımızdan başka bir yasa olduğunu sanmak gibi bir saflıkta bulunmayın’ Zehir gibi bu şehirde ‘kimsenin dostu yoktu’, ‘bu şehri kana bulamak ticarete zarar veriyordu.’

Şehre bir dedektif gelir ve suç devletine karşı çıkmaya çalışır. Ancak o da bir süre sonra, yaptığı işler sonucunda, kendine yabancılaşacak, ‘cinayet benim nafakam’, ‘biz ayrılsak şehirde denge bozulur,’ diyecektir.

Silahın ve gücün temsilcileri olan silahlı çeteler, Willson’un evinde bir barış konferansı (!) düzenlerler. Bu ‘en azından bir düzüne ölüme neden olacak bir barış konferansıdır’,‘Bir ölüden daha ölü gibi gözüken ölüler çıkacak’, insanlar ‘kan budalası olacaklardır’.

Polisiye romanın bir suç edebiyatı olması nedeniyle, konu ve içeriği elbette Atölye’miz açısından savaşçıl olarak değerlendirmesine yol açıyor. Diğer yandan ‘bir erkek dünyası’nı anlatan roman olması, kadınlarla ilgili söz ve üslubu çok sorunlu hale getirmektedir. Nitekim Atölye, Kızıl Hasatı bu konuda sorunlu bulmuştur. ‘Esaslı karıyım ben’, ‘Willsson karısının söyledikleri yetmezse’, ‘Donald’ın Fransız orospusu karısı’.

Yazar kitabında, Mandel’in de vurguladığı gibi, ‘değer ve paranın, sermaye ve zenginliğin mutlak iktidarından ötürü, burjuva toplumunda yabancılaşmış insanoğlu’nun çaresizliğini, cinayetin nedenlerini, suçun toplumsal nedenlerini bir film gibi önümüze sermekte ve yorumu bize bırakmaktadır.

 

30 Ekim 2014 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem İkinci Kitabı – İstanbul

Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ikinci kitap sunumunda Faruk Sevim, yazar Necip Mahfuz’u tanıttıktan sonra Hırsız ve Köpekler isimli kitabını tartışmaya açtı.

2011 yılında, Tahrir Meydanının alev alev olduğu günlerde, Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin II. Döneminde, Nobel ödüllü edebiyatçılar arasında yer alan Necip Mahfuz’un Aynalar isimli kitabını incelemiştik. O günden bu yana hem Mısır’da hem bölgede hem de dünyada çok şey değişti. Dünya ne yazık ki savaşlara, şiddete daha da gömülse de bizler barışa olan inancımızı ve çabalarımızı sürdürmeye devam ediyoruz.  Değişimlere gebe, isyanlar içerisindeki Mısır’dan bir yazar olan Necip Mahfuz, 1911 yılında Kahire’de doğuyor, 2006 yılında yine Kahire’de 95 yaşında ölüyor. Yoksul bir ailenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya gelmesine karşın, Kahire Üniversitesi’nde felsefe okuyor ve uzun yıllar Kültür Bakanlığında çalışıyor, El Ahram Gazetesinde yazılar yazıyor. 1972 de emekli olup kendini tümüyle yazım işine veriyor. Uzun yaşamı Mısır’ın en sancılı dönemlerinde geçiyor.

Mısır;

1517-1882 Yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu,

1882- 15 Mart 1922 arası İngiliz egemenliği,

19 Nisan 1922- Temmuz 1952 arası Mısır Krallığı,

26 Temmuz 1952’den günümüze Cumhuriyet ile yönetilmiştir.

1919 yılında kurulan Valf Partisi, 1917 Rus Devrimi sonrasında kurulan sosyalist ve komünist parti ve oluşumlar, 1927’de Kral Faruk tarafından kurdurulan Müslüman Kardeşler, İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra 1952 de kurulan Hür Subaylar Komitesi ile ordu, Mısır siyasi tarihinin önemli yapı taşları olarak ortaya çıkmaktadır.

1952 de Hür Subaylar bir darbe ile Kral Faruk’u devirip yerine Nasır’ı geçiriyorlar. Nasır 1970 yılına kadar ülkeyi, tüm muhalefeti bastırarak yönetilen bir dönemi başlatıyor.

1967 Arap İsrail Savaşı ve yenilgi ile sonuçlanması Mısır siyasi tarihi açısından önemli bir dönüm noktası. 1970 Yılında Nasır’ın ölümünden sonra Başkanlığa yardımcısı Enver Sedat geliyor. Enver Sedat kendisi de subay olmasına karşın ordunun gücünü sınırlayıp polisin gücünü arttıran, İslami grupların desteğini alan, Nasır’ın aksine S.S.C.B. ile değil A.B.D. ile ittifaklar kuran birisi olarak tarih sahnesinde yerini alıyor. 1973 Arap İsrail Savaşında Mısır ve Arapların yenilmiş olmasına karşın Enver Sedat, ABD desteği ile güçlü konumunu koruyor.

Mısır bağımsızlığına kavuştuğu 1918 yılında Mahfuz yedi yaşındaydı ve o günlerin coşkusuyla Arap milliyetçiliğini benimsemişti. 1950’li yıllarda milliyetçi partinin sol kanadına yakın duruyordu. 1952’de gerçekleşen Temmuz Devrimi’nden yanaydı. Ancak sosyalist iddialı Nasır döneminin antidemokratik ve totaliter yapısı kısa zamanda onu rejimden soğuttu ve bu soğukluk romanlarına da yansıdı.

Mahfuz politik ve siyasi görüşlerini açıklamaktan sakınmayan bir yazar. Kitapları adeta bir Mısır siyasi, sosyolojik, kültürel tarihi gibi. Köktendincilerin ölüm listesinde uzun süre kalan, Salman Rüştü’nün ölüm fetvasına karşı çıkan bir yazar.  Ancak aynı zamanda Enver Sedat yanlısı olarak Mısır- İsrail barış anlaşması yanlısı olarak Arap ülkelerinde eleştirilmiş ve kitapları yasaklanmış bir yazar. 1988 Yılında, 77 yaşında Nobel Ödülünü alırken “Nobel’i benimle birlikte Arap Dünyası beraberce kazandı” diyerek kendini affettirmiş.

Necip Mahfuz Arap edebiyatının ilk romancısı, tartışmasız en önemli sözcüsü olarak kabul görmüş. Londra Sokakları için Charles Dickens ne, Paris sokakları Balzac için ne ise Mısır, Kahire sokakları için de Necip Mahfuz odur denmektedir.

Necip Mahfuz Hırsız ve Köpekler isimli kitabı 1961 de yazıp yayınlatıyor. O dönemde yayınlanan diğer kitapları gibi, 1952′de Nasır’ı iktidara getiren askeri darbenin sonuçlarını eleştiriyor, kadınların konumu, siyasal tutuklular gibi toplumsal sorunları ele alıyor Kitap için modern romanın izinden giden, bireyin iç ve dış dünyasını birlikte yansıtmayı önüne koyan bir anlayışın ürünü, ‘kara roman’tarzında, polisiye bir romandır denilebilir. Ayrıca sembolik romanların en iyilerinden biri olarak da nitelendiriliyor. İsminden başlayarak her ayrıntısına yayılan semboller ve metaforlarla diğer romanları gibi felsefi ve siyasi bir derinliğe sahiptir.

Kitapta, hapiste geçirdiği birkaç yıldan sonra özgürlüğüne kavuşan bir adamın dışarıda geçirdiği iki haftalık süre kararoman tarzında bir hikâyeyle anlatır. Karısının ve yakın arkadaşının ihanetine uğramış, hırsızlıktan hapse düşünce de kızından uzak kalmış bir adamın öyküsüdür anlatılan. Said hem peşinde polis köpekleri olan bir suçlu, hem de siyasi düşüncelerinden sapıp onu aldatan insanların kurbanıdır. Adaleti sağlamaya ve ne pahasına olursa olsun düşmanlarını yok etmeye kararlıdır.

Hikâye, başından sonuna ‘bir kötüye gidiş’tir. Hırsı, sürekli kaybeden Said Mahran’ı hayal kırıklıklarına uğratır.

Kazanmadan bu masadan kalkmam deyip, namus meselesi yaptığı şey, kendi özelinde Mısır halkının aldatılışıdır. Yansıtılan, 1952′de ülkesinde yaşanan devrimle ilgili hayal kırıklığıdır. Ayrıca Cumhuriyet Mısır’ında ‘yeni sınıf’ diye anılan egemen sınıfın ilk kez sergilenişi de dikkat çekici bir özelliktir. Yeni sınıf, nefes almayı güçleştiren bir atmosfer, mutsuz insanlar, doğrudan o dönemin Mısır yönetimine yapılan eleştirilerdir.Politik hatalar ve suiistimaller nedeniyle yeni rejimden soğumanın ilk sinyalleri verilmektedir. Mısır’daki Sosyalist iddialı Devrim sonrası yeni yönetime yönelik ilk ciddi eleştirilerdir ve o dönem için önemli bir saptamadır.

İntikam ana temadır. ‘Hepsiyle yüzleşeceği, hiddetinin patlayıp yakacağı, ona ihanet edenlerin umutsuzluk içinde ölümü boylayacağı, ihanetin bedelinin ödeneceği an yakındır artık.’

İntikam yeminiyle başlayan roman, acımasız bir kıyıma döner. Tabancanın her ateşlediğinde günahsız birinin ölümüne neden olunur.

Hem hırsız hem de İlvan’a destek olmak için çarpışmış bir devrimcidir Sait. ‘Uçsuz bucaksız çöl tanık olmuştu Said’in yeteneğine. İnsan Kılığında Ölüm olduğunu, attığını vurduğunu söylemezler miydi onun için?’ ‘Said Mahran,’ derdi bana, ‘bir tabanca bir somun ekmekten daha önemlidir. Baban gibi koşarak gittiğin Sufi ayinlerinden daha önemlidir.’ Bir akşam bana, ‘Bir adam neye gerek duyar bu ülkede Said?’ diye sormuş ve cevap vermemi beklemeden, ‘silaha ve kitaba’demişti. Silah geçmişi halletmek içindir kitap ise geleceğini.’Devrimci mücadelelerin vaz geçilmez unsuru silaha yapılan bu güzelleme, söze, barışa öncelik tanıyan Atölyemiz açısından kabul edilemez bir tavırdı.

‘Devrim günleri’ sona erdiğinde elinde yalnızca silahı kalanlar gibi Said de işlediği cinayetlerle hesaplaşmak zorunda kalır. Ya özeleştiri ya da kendini haklı görecek, gösterecek yollara sapma. ‘Ben Rauf İlvan’ın uşağını öldürmedim. Tanımadığım ve beni tanımayan birini nasıl öldürebilirim? Rauf İlvan’ın uşağı öldürüldü, çünkü o Rauf İlvan’ın uşağıydı, bu kadar basit.’

Mahfuz, Said özelinden yola çıkarak böyle bir rejim altında bireyin umudunu kaybedeceğini, yabancılaşacağını, hiç bir şeyi umursamayacağını söylemektedir.

Gerek Aynalar gerekse Hırsız ve Köpekler kitabıyla Necip Mahfuz’u, Atölye’nin genel felsefesiyle, barış ve savaş söylemi ile değerlendirdiğimizde, yazarı seçkinci, ayrımcı, şiddet sever/şiddet kutsayan olarak değerlendirdik. ‘Dünyanın kötücül tarzını değiştirmeyi reddediyor.’, ‘Arkadaşlığa, önderliğe ve kahramanlığa yatkındı.’,’Öldürürsen hayatta kalırsın. Kahraman olursun. Bir kurşun beni kahraman yaptı.’,’Gazeteler! Gizli savaşın bir parçasıydı hepsi.’

Yazarın kaleminde hırsızlık da kutsanan bir eylem. ‘Senden çalınmış olanın hırsızlık yoluyla geri alınmasından daha adil ne olabilir? Bu tamamen haklı bir hırsızlık.’

Basit olaylar bile şiddet referanslı, göndermeliydi. ‘Her muharebenin kendine özgü bir savaş meydanı vardır,’ ‘Kolay kazanılmış hiçbir zafer uğranılmış hezimeti unutturamaz.’

Kadınlara bakışı ise son derece aşağılayıcı, küçümseyici ve erkek merkezliydi. ‘Lanet olsun kadının ahenkli sesine kapılıp süslenen erkeğe,’ Böyle bir gülümseme, karanlığa doğru yürüyüş, bir kadın olabilirdi ancak konuştuğu,’ ‘İffetinden tamamen vazgeçtiğini ilan eden elbisesi.’, ‘Dünyada erkekten fazla kadın var. Bu yüzden bir kadının sadakatsizliğinin seni bu kadar rahatsız etmesine izin vermemelisin.’, ‘Karı gibi perdenin arkasına saklanmış.’

Şiddetin her türünde araç hep hayvanlar, örnekler, deyişler hep hayvanlar üstüne.

Atölye’de iyi niyetli bir yorum da yer aldı. ‘Acaba bu kadar şiddet gösterilirken acaba öfkenin bir işe yaramadığı mı anlatılıyor?’ Altı dönemin sonunda şöyle bir feryat da yükseldi; ‘Edebiyat acaba savaşı meşrulaştıran araçlardan biri mi?’ Edebiyat bütün bu örnekleriyle savaşı, şiddeti sergiliyor da ‘Bu silahlar nereden geliyor? Bu silahlarla bir yere varılıyor mu? Sorularını sorduruyor mu?

 

13 Kasım 2014 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem Üçüncü Kitabı – İstanbul

Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin üçüncü kitap sunumunda Yalçın Akyıldız, Almanya’nın dağılması ve birleşmesiyle ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra yazar Bernhard Schlink’i tanıttı ve Selb’in Ölümü isimli kitabını tartışmaya açtı.

II.Dünya Savaşı’nın ardından, Haziran 1945′te, Almanya işgal bölgelerine ayrıldığında, ülkenin doğu kesiminin yönetimi Sovyet Askeri Yönetimi’ne bırakılmıştı. O yıldan 1989 yılına kadar da öyle kaldı. 9 Kasım’da yıkılışının 25. yılı kutlanan Berlin Duvarı’yla sembolleşen Almanya’nın Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesi, birbirinden hiç bir farkı olmayan, tarihsel olarak hep bir arada yaşamış 64 milyon insan ikiye ayrılmıştı. ‘18 Milyona sen sosyalist bir devlette yaşayacaksın, diğer 46 milyona sen demokratik ve kapitalist sistemle yaşayacaksın’ denilerek büyük bir karmaşanın içine sürüklenmişti.

Batı Almanya savaş sonrasında Marshall yardımının da etkisiyle büyük bir ivme yakalamış ve Alman mucizesi olarak değerlendirilecek şekilde büyümüştü.

Doğu Almanya 60’lı yılların sonlarına geldiğinde, Macaristan ve Polonya’nın gösterdiği reform istek ve ivmesini göstermeyerek, Nazizim döneminin bir mirası olarak otoriter düzen yanlılığını sürdürüyordu. Savaş sonrasından 80’lere gelindiğinde doğunun nüfusu 18 milyondan 17 milyona düşerken, batı 46 milyondan 62 milyona çıkmıştı. Doğu Almanya’da devletin doğumu teşvik politikalarına, kreş, anaokul ve okul sonrası bakım hizmetlerinin yaygınlığına karşın, yaşam kalitesinin düşük olması doğurganlık oranını düşürüyordu.      1989 Yazında reformist liderliğin yönetimindeki Macaristan, Avusturya’yla olan sınırını açmaya başlayınca,  Ağustos ayında 220.000 Doğu Alman Macaristan’a geçmiş, bir anlamda Demir Perde delinmişti. Bu dalga yayıldı, Berlin Duvarı’ndaki denetimler gevşemeye başladı, doğu ve batı arasında ilişkiler kadar iltica olayları da arttı.

1 Temmuz 1990’da iki ülkenin para birliğinin sağlanmasıyla başlayan süreç de siyasi birleşmeyi hızlandırdı. İki Almanya ve Rusya-ABD-İngiltere-Fransa’nın,‘2 artı 4’ anlaşmasını imzalanmasıyla Alman Birliği’nin önü açıldı. 3 Ekim 1990 günü birleşme gerçekleşti.

İki Almanya’nın birleşmesi, dış politika açısından Batı Almanya’nın olumlu bir başarısı olarak değerlendirilmekle birlikte iktisat politikaları açısından istenilen hedefe ulaşmamış bir proje olarak görülmektedir. Doğu Almanya eyaletleri, birçok sosyo-ekonomik gösterge açısından Batı eyaletlerinin kalkınmışlık seviyesine henüz çıkmış gözükmüyor.   Almanya’nın doğusundaki işsizlik oranı batı eyaletlerine göre daha fazla olması, Batı Almanya şehirlerine doğru büyük göçler, doğudaki, özellikle de kırsal bölgedeki boşalma,  ayrılma sonrasında mülksüzleştirilenlerin eski mallarını geri istemeleri ve bu malları yıllarca kullanan, toprakları işleyen ve zenginleştiren insanların topraklarından ve evlerinden çıkarılmaları gibi sorunlarla karşılaşılmıştır.

Özellikle Doğu Almanya insanı,  bu birleşme ve entegrasyon sürecinde, psikolojik ve sosyolojik boyutta da büyük bir değişimle karşı karşıya gelir.  Batı Almanlar da başlangıçta Doğu Almanlara karşı horgörülü ve anlayışsız olur onları küçümserler. Komünizmden demokrasiye, kapalı ekonomiden piyasa ekonomisine, yeni bir hukuk düzenine, yeni bir eğitim sistemine, sosyal gereksinimlere çok duyarlı olmayan bir devletle karşı karşıya kalırlar. ‘Toplumsal düzeyinde bir kuşak sancıyla yaşamayı öğreniyor’.

Bernhard Schlink dine, kiliseye, din bilimine yakın bir ailede, Batı Almanya’da doğuyor. Ailenin bağlı bulunduğu kilise, Hitler’in politikalarını protesto ettiği için babası, din bilimi öğretmenliği yaptığı okuldan atılıyor. Schlink, hukuk eğitimi alıyor ve o alanda çalışıyor. Yargıçlık, üniversitelerde kamu hukuku ve hukuk felsefesi dersleri veriyor, 1989’da iki Almanya’nın birleşme sürecinde, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin geçiş dönemi anayasasını hazırlıyor.

1962 yılında yazdığı Der Andere isimli ilk kısa öyküsü 2008 yılında The other man olarak filme çekiliyor.1988 Yılından sonra başkişisi Selb olan polisiye üçlemesiyle yazarlık yaşamına kalıcı olarak adım atıyor. Bu üçlemeyle yazar polisiye dalında çok sayıda ödül alıyor. Ancak yazarı dünyaya tanıtacak olan, 1995 yılında yazdığı ‘Okuyucu’ isimli kitabı,35 dile çevriliyor, filmi çekiliyor, A.B.D.de NY Times’da çok satanlar listesine giren ilk Alman kitabı oluyor.

Yazarın, edebi eserlerinin dışında hukuk ve politika alanlarında yayımlanmış altı kitabı daha bulunuyor. Bunlardan biri “Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk” adıyla Türkçeye de çevrilerek basılmış.

Geçmişle hesaplaşmanın -hemen her Alman’da olduğu gibi- Schlink’in tüm roman başkişilerinde var olduğu söyleniyor. Nitekim polisiye romanlarının başkişisi Selb de Nazi döneminde yaptığı savcılıktan dolayı pişmanlıklar yaşayan birisi olarak kaleme alınıyor. Yazar ayrıca ahlaki sorunlarla da yakından ilgileniyor.

Yazar’ın polisiye üçlemesinin başkişisi olan Selb, Almanca ‘kendisi’ anlamına geliyor. Bu da bizi üçlemede yazarın kendi kendisiyle ve yaşadığı toplumla ahlaki, hukuki ve toplumsal bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakacağının haberini veriyor.

Nazi Almanyası döneminde savcılık yapan Gerhald Selb, savaş sonrasında işten çıkarılıyor. İşsiz kalan Selb, hukuk alanında çalışmalar yapmaya hazırlanırken kendini özel dedektif olarak buluyor.

Üçlemenin ilk kitabı Selb’in yargısı 1987 yılında, Selb’in hilesi 1992 yılında, Selb’in ölümü ise 2001 yılında yayınlanıyor.

Selb’in yargısı’nda polisiye arayış bir gerçeğin arayışına, arayanın kendi gerçeğini arayışına dönüşü hikâye ediliyor. 67 Yaşındaki dedektifin bakış açısından Almanya’nın Nazi geçmişine sıkı bir toplum eleştirisi yöneltiyor.

Selb’in hilesi’nde karşımıza bir kez daha çözmeye çalıştığı vakanın gizli öznesi olan Selb’le çıkıyor. Yazar bizi ahlaki bir ikilemle karşı karşıya getiriyor; doğru olanı yaptığına inanmak, bazen otoriteye boyun eğmeyi, bazen de karşı çıkmayı gerektirmez mi? Nasyonal Sosyalist iktidarın inançlı bir savcısıyken, doğru olanı yaptığını düşünerek savaş tutsaklarını toplama kamplarına götürecek imzaları atan Selb, yıllar sonra bir terör sanığını, yargının elinden kaçıracaktır; yanlış olduğunu bile bile,ama yine doğru olanı yaptığına inanarak.

Atölye’nin tartışmasına aldığı üçlemenin son kitabı, Selb’in ölümünde bir başka ikilemle daha yüz yüze geliyoruz; unutmaya, tarihe gömmeye kalkıştığımız geçmişimiz yalnızca kendi kişisel geçmişimiz midir?

Geçmişin suçlarının bugünün günahları olarak karşımıza çıktığı bir dünyada, yitirilen masumiyetin yalnızca bireysel değil, toplumsal bir nitelik taşıdığını da öğreniyoruz İki Almanya’nın birleşmesiyle beliren yeni döneme uzanan bir suç öyküsünü çözerken suç ve ceza, hukuk ve adalet üstüne düşünüyoruz. Adaleti kim sağlayacak?

Sancılı geçen birleşme süreci toplum düzeyinde belki birkaç kuşak sürecek izler bırakıyor. Geçmiş birden silinmiyor, bugünü yaşarken sık sık karşımıza çıkıyor.

“Batı Almanya’nın Doğu Almanya’ya uyguladığı ve onlara karşılık veremediği tüm haksızlıklar için özür dilemeye hazırdım.”, “Bu artık benim dünyam değil. Bunun böyle olmasının suçlusunu ise kestiremiyorum: Soğuk Savaş’ın son bulması mı, kapitalizm mi, globalizm mi, internet mi, insanların ahlaksızlaşmaları mı?”, “Artık kirli paranın aklandığı her ortamda kadınlar da sömürülmektedir. Hayır, kendi dünyamı savaşmadan feda etmeye hazır değilim.”, “Savaş ve savaş sonrası kuşağının, ekonomik mucize kuşağını çekememesiydi bu.” “Eskiden bizde böyle şeyler yoktu. Bunları bize sizinkiler getirdi. Şimdi çözmesi gereken de sizin polisiniz.” “Yeni eyaletlerin vatandaşlarına yaklaşık kırk beş yıllık komünizm rejiminden sonra serbest iş pazarlarına uyum sağlamakta zorluk çektiklerini, işten çıkarılmanın onurlarına dokunduğunu belirtiyor, çiğnenen onurları nedeniyle işlenen suçlara ilişkin birkaç duygusal not düşüyordu.”, “Bizde de eskiden Schwetzingen’de sizin Cottbus’unuzda olduğu kadar ender para aklandığından emin olabilir siniz. Bana Çeçenlerden, Gürcülerden, Azerbaycanlılardan siz… Bizim yönetimimizde Çeçenler Çeçenistan’da, Gürcüler Gürcistan’da yaşardı. Her şeyi karmaşık hale sokan sizsiniz.”

Masa başlarında, kapalı odalarda ayrılmalar ve birleşmeler imzalanırken insan faktörü, insanın acıları, onurları hiç dikkate alınıyor mu? Bunların hiç mi önemi yok? “Eğer ekonomi canlanmayacaksa, hükümetlerin, sistemlerin, düşüncelerin, insanların acı ve mutluluklarının ne önemi vardı?”

 

27 Kasım 2014 – Edebiyat Atölyesi VI. Dönem Dördüncü Kitabı – İstanbul

Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye ‘sinin dördüncü kitap sunumunda Alev Yapışkan-Tahmaz, Türk edebiyatında polisiye geleneğiyle ilgili bilgi verdikten sonra yazar Emrah Serbes’i tanıttı ve Her Temas Bir İz Bırakır isimli kitabını tartışmaya açtı.

Edebiyatımızda polisiye çeviriyle, 1881 yılında Ponson de Terrail’in Paris Faciaları kitabının çevrilmesiyle girer. Bu kitapla polisiye edebiyata ilgi devam eder ve kitap çevirileri birbirini takip eder.  Polisiye edebiyata tutku derecesinde bağlı olan II. Abdülhamit’in bir çeviri bürosu kurdurarak 6.000 civarında kitabı çevirttiği söylenir. 1880 ile 1908 İkinci Meşrutiyet arasında Fransızcadan yaklaşık 60 adet polisiye roman çevrilir.

Polisiyeye öncülük edenlerin başında Ahmet Mithat Efendi gelir. Ahmet Mithat Efendi önce polisiye romanlar çevirir ardından Esrâr-ı Cinâyât isimli bir polisiye roman yazar. Bu dönemin bir diğer polisiye yazarı Selanikli Fazlı Necib Bey olur. İkinci Meşrutiyet’le birlikte basın özgürlüğünün artması, polisiye roman furyasını doğurur. Öncelikle Sherlock Holmes’ler, Arsen Lüpen’ler, ardından Nick Carter, Nat Pinkerton, Nick Vinter, Ethel King, Pick Vick gibi kahramanların maceralarını anlatan, geniş kitlelere hitap eden popüler polisiye romanlar çevrilir ve büyük ilgi görür.

Ebüssüreyya Sami, ‘Aman vermez Avni’ isimli bir polis komiseri yaratır ve büyük ilgi görür. Dünya Savaşı sırasında polisiye çeviri ve yazımı durur. 1918’Den sonra arka arkaya çeşitli Türk polisiye kahramanları ortaya çıkıyor. Yazarlar, ‘Kan Dökmez Remzi’, ‘Ele Geçmez Kadri’ gibi isimlerle çeşitli kahramanlar yaratırlar. Peyami Safa, Server Bedi takma adıyla bir Arsen Lüpen uygulaması olan ‘Cingöz Recai’yi sonra da  ‘Cıva Necati’, ‘Çekirge Zehra’ gibi kahramanları yaratır.

Harf devriminden 1950’lere kadar halka dönük polisiye romanlar yayımlanmaya devam eder. Klasik sayılan romanlar bu dönemde ortaya çıkar. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kesik Baş adlı romanı bu guruba girer. İlk baskısında kitabın kapağına ‘Bu bir zabıta romanıdır’ diye yazdırır. Halide Edip Adıvar’ın Yolpalas Cinayeti, Cevat Fehmi Başkurt’un Valide Sultan’ın Gerdanlığı yine bu gurupta sayılabilir.

1950’lerde ise Mayk Hammer furyası başlar. Mayk Hammer, klasik polisiyedeki Hercule Poirot gibi beynin gri maddelerini çalıştırmaz, yumruklarını çalıştırır. Büyük ilgi görür. 1953 Yılında, nüfusu 20 milyon olan Türkiye’de, 150 bin adet satar. Bu seriyi, yazar Mickey Spillane’nin altı kitabını, takma adla Kemal Tahir çevirir. Çağlayan Yayınevi,Kemal Tahir’e, Mayk Hammer serilerinin devamını getirmesini ister, Kemal Tahir kabul eder ve F.M.İkinci ismiyle dört Mayk Hammer öyküsü yazar. 6-7 Eylül Olaylarını tahrik ettiği gerekçesiyle tutuklanınca devamını yazamaz. Ama güzel de bir piyasa olduğu için pek çok kişi Mayk Hammer romanı yazmaya başlar.  Erol Üyepazarcı’nın belirlemelerine göre,400’e yakın Mayk Hammer romanı yazılır.

90’lara kadar telif polisiye romanlar yayınlanmaya başlar. Erhan Bener, Pınar Kür, Çetin Altan’ın Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri, Emre Kongar’ın Hoca Efendi’nin Sandukası bu dönemin ürünleridir. 1990’lardan sonra Dashiell Hammett, Raymond Chandler, Simenon, Patricia Highsmith gibi yazarların kitapları çevrilmeye başlanınca yavaş yavaş polisiye türü itibar kazanmaya başlar.

90’lı yıllarda Osman Aysu fenomeni ortaya çıkar ve Amerikalıların ‘thriller’ dediği, muamma ve suçun yanında seks ve şiddetin de başat rol oynağı türün tipik örneklerini vermeye başlar. Ardından Ahmet Ümit, Celil Oker, Emrah Serbes, Algan Sezgintüredi, Suat Duman, Barış Uygur, Esmahan Aykol, Piraye Şengel, Alper Canıgüz gibi isimler polisiye türünde eserler vermeye başlar.

Atölye ’de incelediğimiz Her Temas Bir İz Bırakır’ın yazarı, Selim İleri’nin Radikal Kitap’ta yazdığı gibi ‘Bütün kıskançlığımla başarınızı kutlamak zorundayım’ dediği çağdaşımız, Emrah Serbes. Yine Selim İleri’nin ‘Sizi apar topar fasafiso bir yazar yaparak, ama Emrah Serbes adını anmayarak; elli yıla yaklaşan yazarlık yaşamım boyunca, öyle birçok genç yazarın, yazar adayının görünüp parlayıp, sönüp gittiğini –bütün kötücüllüğümle- söylemekten kendimi alamadım.’  dediği bir yazar.

İlk kitabı Atölyemiz ’in de inceleme konusu olan Her Temas Bir İz bırakır 2006’da yazmış. Son kitabı ise 2014 de yazdığı Deliduman.

Her Temas Bir İz ’de yazar, dizisi ve filmi yapılan bir anti kahraman yaratıyor; Behzat Ç. Polisiye izleyicisi ve okurları, bugüne kadar gelen bir gelenekle, sürekli olarak sevdikleri karakterleri görmek istiyorlar. Yazarlar da bu genel eğilime uygun olarak, maceralarını aynı karakter üzerinden devam ettiriyor, kendi kahramanıyla anılmak istiyorlar. Ancak, her polisiye yazarının öncelikle bir yazar olduğunu unutmayan Emrah Serbes, yazarlık uğraşına öykü ve romanla devam ediyor.

Yazar kitaplarında edebiyatımızın ve hayatımızın değişen çehresini anlatıyor. Bugünün romanını, şimdinin. Hiçbir şeyin, hiçbir olgunun yerli yerine oturmadığı, hiçbir şeyin ödeşmesinin yapılmadığı, şimdinin öyküsünü, romanını yazmak gibi zorlu bir uğraşa soyunmuş. Selim ileri son romanı Deliduman için ‘Siz bu çetin ceviz sorunu yenmişsiniz ve Deliduman’la bir dönüm noktası oluşturmuşsunuz. ‘Genç’ bir romanın artık var olduğunu kanıtlıyorsunuz.’ Toplumları etkileyen sancıların, acıların, sevinçlerin, toplumsal yaraların yazının kendi gerçekliği içinde yerini bulduğu romanlar yazıyor.

Romanlarında riyakâr dünyaların, açgözlülüklerin, kirlenmişliklerin, anıların yok edilişine isyanının, devlet kadrosu altında ‘büyük resme’, yani Türkiye’de gördüğümüz birçok yamukluğun resmini çiziyor. Türkiye’nin küçük ölçekli bir kopyasını tasarlıyor. Öfkeli, hüzünlü, kırgın, kendi içinde adaletli, umutlu, neşeli.

Her Temas İz Bırakır, dizi olarak da çekilen Ankara Cinayet Bürosu Şefi Behzat Ç. ve çalışma arkadaşlarının, ‘cinayet esnafının’ çözmeye çalıştığı cinayetlerinin, Ankara’nın polisiyesi.

Tüm dünyada klasik polisiye yazınını farklılaştırma eğilimleri, (Whodunit)/’Kim yaptı?’ kalıplarını esnetiyor. Steril dedektiflerden değil. Kapalı alanlarını terk edip sokağa çıkan, sokağın dilini kullanan, cinselliklerini unutmayan hareketli ve canlı bir özne. Gerçeğe yaklaşan bir başkişi olarak karşımıza çıkıyor Behzat Ç. Standart bir polisiyede bulunabilecek klişe problemlere de sahip. Sigara, 216 içiyor, Ankaralı olarak Gençlerbirliği’ni tutuyor ve genelde başı ağrıyor,(Die Hard filmi karakteri John McClane gibi) ve aspirin dışında ilaç kullanmıyor.

Yarıda bıraktığı futbol, tamamlayamadığı askeri okul, sekteye uğrayan evliliği ile Behzat Ç. Yarım, eksik, yazarın ikinci kitabı olan Son Hafriyat ’ta ise trajik kahraman mertebesine ulaşıyor. Bu yanıyla zeki ve kusursuz dedektif modelinden de uzaklaşıyor. ‘Hayata karşı işlenen suçlar uzmanı.’

Bir cinayet vakasını çözümlemeye çalışırken kendi hayatındaki sorunlar karşısında çözümsüz kalan bir, kire pisliğe batmış bir dünyada yolunu arayan bir adam Behzat Ç. Emniyet kurumunun alışılageldik şiddet yöntemleri, kurumların içindeki çeteleşme, toplumdaki yaygın öldürme nedenleri anlatılırken, bir anti kahraman. Şiddete şiddetle karşılık veren, şiddeti bizzat uygulayan bir komiser.

Kızının sevgilisini, zanlıları, askeri okulda yüzbaşısını döver, söver, hamile kaldığı için kâbuslarında kızıyla hesaplaşır ve döver. ‘Sevmeyi beceremeyen’, ‘Ben hiçbir kadını sevemediğim için hepsi bana düşman,’ diyen bir anti kahraman. Diğer yandan da ‘Gururu çalınmış birilerine gururunu iade eden bir Behzat Ç.’

Dili baskın bir erkek dili. Bol küfürlü ve kadınları aşağılayıcı bir üslupta. “Erkekler hangi statüden olurlarsa olsunlar, biraz rahat, kendi halinde bir kız gördükleri zaman, hemen sikmek istiyorlar”.

Ömer Türkeş’in tanımlamasıyla, ‘O, Simenon’un Maigret’sinden sonra yaygınlaşan komiser tiplerinden. Maj Sjöwall-Per Wahlöö ikilisinin Martin Beck’ini, Dürrenmatt’ın Barlach’ını, Andrea Camilleri’nin Montalbano’sunu, Dona Leon’un Brunelli’sini, Petro Markaris’in Haritos’unu, Henning Mankell’in Kurt Wallander’ini, Hakan Nesser’in Van Veeteren’ini, Aleksandra Marinina’nın Anastasia Kamenskaya’sını, Karin Fossum’un Konrad Sejer’ini, Charles Willeford’un Hoke Mosley’ini canlandırın gözünüzde. İşte Emrah Serbes’in Behzat Ç.’si onlara benziyor.  Kurbanı için adalet peşinde koşarken en yakınlarının sessiz çığlıklarına sağırlaşan Behzat Ç., yazarın acımasız mahkemesinde ağır bir cezaya çarptırılıyor. Hikâyenin tamamını gölgede bırakacak kadar etkileyici bir final sahnesiyle’

Şiddeti normalleştiren yitik bir erkek üstünden, şiddeti öven, yücelten bir yazar. Atölyemiz açısından şiddet içeren, barışın hiç hissedilmediği ne yazık ki ‘bugünün, şimdinin’ romanı.

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.