8 Mart 2021 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi XII. Dönem, XII. Toplantı – “Kırmızı Pazartesi”

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Temasını ‘İspanyol dilinde yazılmış edebiyatta savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XII. Döneminin on birinci toplantısında Ceren Aydos bize yazar Gabriel Garcia Marquez’in (1928-2014) hayatı üzerinden Kolombiyanın 20.yüzyıl tarihinden söz ettikten sonra,  Atölyemizin konusu olan yazarın Kırmızı Pazartesi ( özgün adı ‘malumun ilanı olan bir ölüm haberi -1981) kitabını tanıttı ve katılımcıların tartışmasına açtı.

Kolombiya topraklarında yapılan arkeolojik çalışmalar, bu coğrafyadaki ilk insan yaşamını İ.Ö. 18.000-8.000 arasına tarihlemektedir. Bazı bölgelerde ise Paleolitik dönemde İ.Ö. 8.000 ila 2.000 arasına tarihlenen izler bulunmuştur. San Jacinto şehrinin de İ.Ö. 4000’lerde kurulduğu tahmin edilmektedir. Kızılderili kabileleri bölgeye İ.Ö 1.000 yıl içerisinde yerleşmeye başlamış ve burayı yurt edinmişlerdir. Bu tarihlerden itibaren 16. yüzyıl başlarına kadar devam eden süreçte yaklaşık 2.000 yıl yerli yönetimler varlığını sürdürmüş, bu süreçte Muisca, Quimbaya, İnka, Sinu, Tayrona , San Agostin gibi pek çok kültür ve devlet bölgede yüzyıllarca hüküm sürmüştür. Günümüz Kolombiya’sının topraklarında yörenin yerlileri ticaret ve altın işleme sanatıyla uğraşmıştır.

Her ne kadar ülke, adını sömürgeci Kristof Kolomb’dan almışsa da (Kolomb’un ülkesi) , Kolomb bu topraklara hiç ayak basmamıştır. Kolombiya toprakları, 16. yüzyılın başlarında Ganzalo Jiménez de Quesada ve Sebastian de Belalcázar komutasındaki İspanyollar tarafından bulunmuş ve sömürge hâline getirilmiştir. 1525 yılında Rodrigo de Bastidas Santa Marta kentini kurmuş, ardından ülkenin kuzeyinde Karayıp Denizi kıyısında Cartagena şehri, 1538 yılında Gonzalo Jiménez de Quesada yerli halkın Bacatá adını verdiği yerleşim yerini ele geçirerek burada Bogotá şehrini kurulmuş ve bölgenin başkenti ilan edilmiştir. 1564 Yılında bölgeye ilk İspanyol valisi atanmıştır. 18. Yüzyıl başlarında Ekvator, Panama, Venezuela ve Yeni Granada’yı da kapsayacak şekilde Kolombiya Genel Valiliği oluşturulmuştur. Kolombiya’da yaklaşık üç yüzyıl devam eden İspanyol egemenliği boyunca, Afrika’daki diğer sömürge bölgelerinden getirilen köleler, başta kahve ve şeker üretimi olmak üzere, Kolombiya’daki zengin kaynakların üretiminde kullanılmıştır.

On sekizinci yüzyıla kadar ülke, İspanyol asıllı beyazlar tarafından yönetilmiştir. Bundan sonra başlayan bağımsızlık mücadelesini Kuzey Amerika ve Fransa İhtilalleri daha da kuvvetlendirmiş, 1808 yılında Napolyon, İspanya’yı işgal edince İspanya güç kaybetmiş, Amerika´daki İspanyol sömürgeleri bağımsızlık savaşlarını ilan etmişlerdir. Böylelikle Simón Bolívar önderliğindeki güçler Cartagena´da bağımsızlıklarını ilan etmiş, 1821 yılında Büyük Kolombiya adıyla bugünkü Kolombiya, Ekvador, Panama ve Venezuela topraklarını kapsayan bir federasyon kurulmuş, 1829 yılında Venezuela, 1830 yılında  Ekvador federasyondan ayrılmıştır.

1903 Yılında ABD’nin politik çıkarları doğrultusunda Panama, Kolombiya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiş ve aynı yıl Panama Kanalı’nın kullanım hakkını ABD’ye devretmiştir. Bu durum ABD ve Kolombiya arasında uzun yıllar devam edecek olan politik bir gerilime yol açmış, sonunda, 1921 yılında ABD, yaşanan süreç sebebiyle Kolombiya’ya 25 milyon dolar tazminat ödemiştir. 1934 yılına gelindiğinde ise bu kez Peru ile Amazon havzalarındaki toprakların egemenliği ile ilgili anlaşmazlık nedeniyle patlak veren savaş Birleşmiş Milletlerin girişimleriyle neticelenmiş ve söz konusu topraklar Kolombiya’ya verilmiştir.

1921 Yılından sonra Kolombiya yönetimine iki büyük parti olan Liberaller Partisi ile Muhafazakârlar Partisi egemen olur. Ancak bu iki parti arasındaki sürtüşmeler, iç karışıklıklara ve ülkenin uzun süre diktatörler tarafından yönetilmesine sebep olur.

20. Yüzyılın ortalarında ülke içinde başlayan politik gerilim ve buna bağlı olarak ortaya çıkan çatışma ortamı uzun yıllar devam etmiş ve Kolombiya’nın siyasal açıdan istikrara kavuşmasının önünde büyük bir engel oluşturmuştur. 1948 yılında liberal başkan adayı Jorge Eliecer Gaitan’ın suikaste kurban gitmesi ile  ateşlenen bu çatışmalar tarihte La Violencia (Şiddet) Dönemi olarak bilinmektedir.

1948-1953 Yılları arasında Kolombiya içinde büyük karışıklıklar yaşanır. Violencia adı verilen şiddet olayları tırmanır. 1950 Yılında muhafazakâr Mariano Ospina Pérez iktidarı devralan bir başka muhafazakâr olan Laureano Gómez vekili Roberto Urdaneta ile birlikte katı bir yönetim sergiler. Üç yıllık görev sırasında 80.000 kişinin hayatını kaybettiği tahmin edilir. Violencia 1963 yılına kadar sürer.

ABD’nin etkin destek verdiği bu çatışmalar, devlet güçleri ile Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC), Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) ve irili ufaklı diğer örgütler arasında uzun yıllar devam etmiştir. Ülkedeki karışıklıklar sebebiyle 12 ağustos 2002’de Başkan Álvaro Uribe Vélez 90 günlük olağanüstü hâl ilan edilmiştir. Ardından, yıllar süren müzakereler sonunda hükümet güçleri ile FARC arasında 2016 yılında antlaşmaya varılmışsa da, çatışmalarda bugüne kadar 200.000’den fazla kişinin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Ülkenin ikinci büyük silahlı örgütü olan ELN ile müzakereler ise devam etmektedir.

Başkanlık tipi parlamenter demokrasi ile yönetilen Kolombiya’da, devlet başkanı dört yılda bir seçimle belirlenmekte ve hem devletin hem de hükümetin başı olarak görev yapmaktadır. 2018 yılında yapılan anayasa değişikliği ile devlet başkanının yalnızca bir dönem görev yapabilmesi kabul edilmiştir. Yasama organı olan parlamento, 102 üyesi bulunan senato ve 166 üyeli temsilciler meclisi olmak üzere iki kanattan oluşmaktadır. Ülke idarî olarak başkent Bogota ve 32 vilayete ayrılmıştır.

Ülkede son seçimler, ilk turu Mayıs, ikinci turu Haziran ayında olmak üzere 2018 yılında gerçekleştirilmiştir ve ikinci tur sonucunda oyların %54’ünü alan Ivan Duque Marquez seçimi kazanarak Ağustos ayında göreve başlamıştır.

Gabriel Jose Garcia Marquez, Kolombiya’nın Costa olarak adlandırılan kuzey kıyısı yakınındaki küçük bir muz plantasyon kasabası olan Aracataca’da 6 Mart 1927’da tarihinde dünyaya gelir. Babasının dört evlilik dışı çocuğu dışında on bir çocuklu bir ailenin en büyük çocuğudur. Annesi Luisa Santiaga Marquez Iguaran’ın soyu doğudaki Guajira yerlisi topraklardan bir aileye dayanır.

Aracataca’ya göçmelerinin nedeni dedesi Alpay Nicolas Marquez’in, Libaral – Muhafazakar partiler arasında çıkan Bin Gün Savaşında (1899-1902) eski bir yoldaşını öldürmesinin ardından gerçekleşir. Bu olayın ağırlığı ailesinin üzerinde her zaman hissedilecektir. Babası Gabriel Eligio Garcia ise batıdaki, Afro-Kolombiya kültürüyle özdeşleştirilen Bolivar eyaletinden bir telgrafçıdır.

Anne ve babasının Gabito lakabını taktıkları bebekleri henüz bir yaşına gelmeden onu anneannesi ve dedesiyle bırakarak ikinci bebekleri ile birlikte Luis Enrique’yi yanlarına alarak Barranquilla’ya taşınırlar. Yedi yaşına kadar anne ve babasını en fazla iki üç kez gören Marquez, anne ve babasının yokluğunu dedesi ve evdeki diğer aile üyelerinin varlığı sayesinde hissetmez. Bu ortam hafızasında geniş bir evin yalnızlığında yaşanan duygusal yükler, özlemler, belirsizlikler olarak yer eder.

Erkekler kabalıklarıyla dünyayı altüst ederken kadınların dünyayı ayakta tuttuğuna inanan Marquez, varoluşunu ve düşünce biçimini esas şekillendirenin evin güçlü karakterli, yumuşak kalpli, şefkatli ve kendisine yeryüzü cennetindeymişcesine hissettiren kadınları ve hizmetçileri olduğunu; dedesini ise kadınlarının büyülü dünyasındaki güvencesi ve ayaklarının yere sağlam bastığı gerçek yaşamın içindeki yer olarak gördüğümü belirtir. Çocukluğu bir liberal olan dedesinin rasyonel dünya görüşü ile Katolik efsaneleriyle yerel hurafelerin bir karışımı olan anneannesinin mitolojik bakış açısının etkisinde geçer.

Duyduğu hikayelerden iki olayı içselleştirir. Bu olaylardan biri 1899-1902 yılları arasında süren Bin Gün Savaşları, ikincisi 1928 yılının Aralık ayında Cienega’da grev yapan United Fruit Company işçilerinin Kolombiya ordusu tarafından katledilmesidir. Her iki olay da yazarın eserlerinde başvurduğu önemli referans noktaları olur. Muz Şirketi’nin gelişi tüm bölgede mesihimsi bir etki yaratmış, bölgenin kalkınmasında önemli bir rol oynamış ancak giderken arkasında bir harabe ve yoksulluk bırakmıştır. 1928 Yılındaki olaylar ilk romanı Yaprak Fırtınası’nın yazılmasında etkili olur.

Hayatının her döneminde başarılı bir hikaye anlatıcısı olan Marquez, okuma öğrenmeden önce çizdiği resimleri kullanarak hikayeler anlatır ve çevresi tarafından sadece palavralar için ağzını açan içine kapanık bir çocuk olarak görülür. Oysa yaptığı sadece fantastik öğelerle süslediği gündelik yaşama ait ayrıntıları anlatmaktır.

1934 yılında anne ve babası Aracataca’ya döner. Daha sonra,  1936 yılında ailesiyle birlikte Sucre yakınlarındaki Since kasabasına taşındıklarında dedesinden ayrılmak zorunda kalır. 1937 yılında dedesinin ölümüyle birlikte içinde bir şeyin öldüğünü ve o andan itibaren kendisini ilkokula giden ve yazmayı öğrenmesi gereken bir yazar olarak gördüğünü aktarır. Yoksul bir ailenin çocuğudur. Ancak ailesi tüm yoksulluğuna rağmen çocuklarının özellikle de Gabito’nun eğitimine çok önem verir. Ailesi babasının iş yaşamındaki istikrarsızlığı nedeniyle başka şehirlere de taşınmak zorunda kalacak, Gabito ise okul nedeniyle uzun yıllar ailesinden uzakta yaşayacaktır.

Cartegana ve Barranquilla’daki okullarda, sonra da saygın devlet koleji olan Liceo Nacional de Zipaquira’da okumak için Bogota’ya gider. Gabito bu sayede, içinde büyüdüğü Karayıp kültürüyle ülkenin diğer kısımlarındaki kültürler arasındaki farklılıkları görür ve diğer kültürleri tanıma fırsatı bulur. Anılarında, o dönem için “Ülkenin teker teker hepimizin toplamı olduğunu unutmamacasına öğrendim” der. Hem yirminci yüzyılın en önemli eserleriyle hem de materyalist dünya görüşü ile tanışmasını sağlayan lisedeki ortam, öğrencileri şiir yazmaya ve edebiyata teşvik eder.

Lisede ülke politikasıyla doğrudan ilgilenilmez. Ancak Muhafazakâr Parti’nin iktidarı kaybedip Alfonso Lopez Pumajero’nun başkanlığında liberallerin ülkeyi değişim rüzgârlarına açtıkları bir dönem yaşanıyordur ve yeni dönemle birlikte muhafazakârlar ile liberaller arasındaki mücadele liseyi de dünyada olduğu gibi iki yarıya bölmeye başlar. 1942 yılında Pumajero yeniden seçildiğinde hiçbir şeyin değişimin ritmini bozmayacağı düşünülür. Buna rağmen 1944’te güneye yaptığı bir ziyaret sırasında Pumajero tutuklanır.

Liberaller arasında en göze çarpan ve radikal aday Jorge Eliecir Gaitan’dır. Muhafazakâr-libaral, sömüren-sömürülen etrafında şekillenen söylemleri bir kenara bırakarak konuşmalarında yoksullardan ve oligarşiden söz eder. Parti içindeki rakibi Gabriel Turbay’dır. On altı yıllık mutlak iktidarın ardından bu ayrışma birleşik ve silahlı muhafazakârlar tarafından görüldüğünden yenilgi kaçınılmaz olur. 

Ülkede devlet şiddeti her geçen gün artar. Kasabalılar hakkındaki gizli bilgileri ifşa eden pasquine adlı notların, muhalefeti sindirmek amacıyla ülkenin iç kesimindeki kasabaları kasıp kavuran polis şiddetinin bir öncüsü olarak görülür ve insanları göçe zorlayarak açlığa mahkûm eder.

Seçim sonucunda ılımlı muhafazakâr lider Ospina Perez kazanır. Bunun üzerine Perez’in halefi olmayı umut eden Laureano Gomez her yanda her türlü resmi gücü kullanmak suretiyle şiddetin dozunu arttırır. Marquez bu durumu, 8 genel, 14 yerel iç savaş, 3 askeri darbe ve 4 milyon kişilik bir nüfusta her iki taraftan da seksen binden fazla ölü bırakan Bin Gün savaşlarıyla barışı hiç yaşamayıp sadece ateşkeslerin görüldüğü 19. Yüzyılın tarihi gerçekliğine bir geri dönüş olarak değerlendirir.

Lisenin ardından yazar olmak istemesine rağmen ailesinin ısrarıyla Bogota’da Universidad Nacional’de Hukuk Fakültesi’ne başlar. Ancak vaktinin çoğunu okuyarak, öğrenci kahvelerinde edebiyat sohbetlerine katılarak geçirir. El Espectator gazetesinde Zalemea Borda’nın Kolombiya’da barınamadığını, yeni nesilden başarılı çalışmalar beklediğine ilişkin meydan okumasına yanıt olarak ilk öyküsünü yazar ve bu öykü ‘Üçüncü Teslimiyet’ adıyla El Espectator’da yayınlanır. Birkaç hafta sonra da ‘Ölümün Öteki Kaburgası’ yayınlanır.

Bu sırada Gaitan, liberaller ile muhafazakârlar arasındaki tarihi bölünmenin ötesine geçen ve cumhuriyetin ahlaki olarak yenilenmesini temel alan bir programla, kampanyasını iyice radikalleştirerek sömürenler ile sömürülenler arasındaki yatay ve daha gerçekçi bir ayrımla derinleştirir. İktidarını kaybetmeyi göze alamayan muhafazakârlar ise ülkeyi kan gölüne çevirir. Bu süreçte hala politikayla ilgilenmeyen Marquez, bir Cumartesi Gaitan’ın muhalefeti bastırmak için uygulanan resmi şiddet ve göçmenlerin yaşadığı yoksulluğa ilişkin söylevini duyduktan sonra ilk kez dedesinin savaşlarının nasıl çıktığını ilk kez idrak ettiğini ve 7 Şubat 1948’de şiddet kurbanları için düzenlenen anma törenine, ilk politik eylemine katıldığını belirtir. Herkesin Gaitan’ın seçilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşündüğü bu süreçte ülkenin ruh halini, Bogota Arenası’ndaki boğa güreşinde boğanın uysallığı ve matadorun beceriksizliğine sinirlenen kalabalığın arenayı işgal ederek boğayı canlı canlı parçalaması yansıtmaktadır.

1948 yılında liberal popülist Jorge Eliecer Gaitan’ın öldürülmesininda ardından Bogota’da çıkan Bogotazo adıyla da bilinen 9 Nisan isyanları sonrası Marquez’in deavm ettiği  Üniversite kapanır, kaldığı pansiyon yakılır. Böylece ‘La Violencia’ adı verilen ancak varlığı resmi makamlarca reddedilen iç savaş dönemi başlamıştır. Bogota’yı terk etmek zorunda kalan Marquez, hukuk eğitimine devam etmek üzere daha sonra yarım bırakacağı Universidad de Cartagena’ya geçiş yapar ve geçimini sağlamak için liberal El Universal gazetesinde yazarlığa başlar.

II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ve Amerika’da araştırmacı muhaberliğe ve çoğunlukla siyasi içeriğe sahip köşe yazılarına indirgenmiş olmasına ragmen Latin Amerika’da ‘Kronik/Vakayiname’ denilen ve edebi yönüyle öne çıkan kısa yazılarda makale, yorum, seyahatname, röportaj, yazar portreleri, kitap tanıtımları, hayal ürünü ya da açık edebi denemeler, otobiyografik notlar vb. türler kaynaştırılır ve edebiyat ile gazetecilik arasında köprü kurulur. Üç sene boyunca hem yurtiçinde hem de yurtdışında gazetecilik yaparak kazanır, öykü ve romanları üzerine çalışma fırsatı bulur. 1962 yılında yayınlanacak olan ve Esso ödülünü alan ikinci romanı ‘Şer Saati’, 1948’den 1960’lara dek 300.000 kişinin öldürüldüğü bu dönemin başlarına dair yazılmış bir romandır. 9 Nisan’ı takip eden süreçte şiddetin tırmanmasıyla liberaller seçimlerden çekildiklerini ilan eder ve kaçak liberaller ülkenin farklı kesimlerinde gerilla çeteleri oluşturur. Bunlardan en ünlüleri Salcedo’dur.

Marquez, 1950 senesinde ise fazla geleneksel ve muhafazakâr bulduğu Cartagena şehrinde o dönemde Kolombiya’nın en hareketli şehirlerinden biri olan Barranquilla’ya taşınır ve El Heraldo gazetesinde çalışmaya başlar. Daha sonra “Barranquilla Grubu” olarak anılacak olan bir grup bohem edebiyatçıyla tanışır ve entelektüel açıdan kendisini geliştirme fırsatı bulur. Eğitimini tamamlamasa da eline ne geçerse,  roman yazma tekniklerini öğretecek özgün ve çeviri tüm metinleri okur. Annesi ile dedesinin evini satmak için Aracatanaca’ya yaptığı yolculuk sırasında,  yazmaya başladığı ‘Ev’ romanını bırakıp eskiden Amerikalı bir muz şirketi tarafından plantasyon kasabası olarak kullanılmış, neo-kolonyal gerçekliği yansıtan bir kasabanın öyküsünü, 1955 yılında yayınlanacak olan ‘Yaprak Fırtınası’nı yazar. Romanın geçtiği hayali kasaba Maconda daha sonra ‘Yüzyıllık Yanlızlığı’nda geçtiği kasaba olacaktır.

1952 yılında El Tiempo ve El Espectador binaları ateşe verilir, liberal lider Restrepo ile eski Başkan Pumajero’nun malikâneleri silahlarla taranır, 13 Haziran 1953 tarihinde Bogota’da General Gustavo Rojas Pinilla, bir askeri darbe yapar, halkın tam desteğini alarak kurucu meclis çalışmaya başlar.  Pinilla bir sonraki yılın Ağustosa ayına kadar tam yetkiyle başkanlığa getirilir, liberaller silahlı partililere çağrı yaparak Ulusal Uzlaşma’ya destek verdiklerini açıklar ve Salcedo komutasındaki liberal gerillalar silahlarını teslim ederler.

Aynı yıl Marquez, dedesinin doğduğu Guajira eyaletinde, kimliğini ve yetiştiği kültürü anlamasında büyük bir rol oynayan bir dönem olan kapı kapı dolaşarak ansiklopedi satma işine başlar. 1954 Yılında niden El Espectador’da çalışmaya başlar ve 1955 yılında gazetesi tarafından ‘Dört Büyüklerin’ müzakerelerini gözlemlemek için Avrupa’ya gönderilir.  Cenevre ve Roma’da kalır, Doğu Avrupa’yı yasadışı yollardan girerek gezer,  1956 yılı başında Paris’e taşınır. Bu sırada gazetesi darbeci Pinilla hükümeti tarafından kapatılırsa da Paris’te kalıp yazmaya devam eder. Bu dönemde Kilise’nin Latin Amerika ülkelerinden muhafazakâr bir kurum olarak görülmesinin nedenine de değinen, uzun yıllar yayınlatamayacağı ‘Albay’a Mektup Yok’ kitabını tamamlar.

1957 Kolombiya’da Pinilla diktatörlüğü yıkılmış, Ulusal Cephe denilen bir sistemde liberal ve muhafazakar partiler iktidarı paylaşmayı kabul etmiştir. Marquez, Venezüella diktatörü Generel Marcos Perez’in ılımlı bir askeri cunta ile devrildiği 1958 yılında yerel dergilerde editoryel işler üstlendiği Caracas’a taşınır ve insan hakları, adalet ve demokrasiden söz etmeye başladığı ve araştırmacı gazeteciliğe dönüş yaptığı bir dönem olur.

1959 Yılında Küba Devrimi’nin gerçekleşmesiyle ülkenin yeni resmi basın ajansı Prensa Latina’nın Bogota temsilciliğini yapmaya başlar ve çocukluk aşkı Mercedes Barcha ile evlenir.  1961 Yılında Prensa Latina’nın New York kadrosuna katılır ancak Stalinistlerin tasfiyesine uğrayan amiri Jorge Massetti’yle dayanışmak için istifa ederek, Mexico City’ye taşınır. Genelde romanlarına ilham veren şeyin bir görüntü olduğunu belirten Marquez, 1965 yılının ortalarında Acapulco’ya yaptıkları bir seyahat sırasında aklına gelen bir fikirden esinlenerek ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başlar. Bir yılın sonunda kitap tamamlanır ve 1967 yılında Buenos Aires’te yayınlanır.

Modern edebiyatın üslubundan etkilenmekle birlikte öyküleri ve romanları aracılığıyla Latin Amerika kıtasına özgü şecere ve kimlik arayışlarını sürdürür. İlk eserlerinde kilise, siyasal sistemin iflası, egemen sınıfın gericiliği gibi konular çevresinde Kolombiya’yla hesaplaşırken zamanla uluslararası bir perspektif edinir. Özellikle de Yüzyıllık Yalnızlık ile birlikte sınıf mücadelesi, kapitalizme ve emperyalizme gibi evrensel konular edebiyatının temel unsurlarından biri olur. Yine de aile hikayeleri hem de Kolombiya hatta Latin Amerika tarihinin sembolik öğeleri edebiyatının temel taşlarıdır.

Yüzyıllık Yanlızlık ile birlikte Şer Saati’nden beri kullandığı, Marquez’in görünmez damgası olan ve kendisinin ‘Edebi Marangozluk’olarak adlandırdığı yöntem vardır; kitabın tam ortasında merkezi bir an bulur ve anlatıyı tam ortadan ikiye bölerken, her bölümü de kendi içinde aynı şekilde ikiye böler, orta noktayı belirtmek için kimi konuları tekrarlar, sadelik üzerine inşa edilen karmaşık yapı, ikiye bölünmüş bir bütünün klasik simetrisi ve stratejik anlarda belli motiflerin şiirsel şekilde kullanımıyla estetik katkıyı arttırır.

Allende Hükümeti’nin 1973 yılında devrilmesi ardından 1975 yılında yayınlanan ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ndan sonra Agusto Pinochet devrilene kadar yeni bir roman yayınlamayacağını ilan eder, siyasi gazeteciliğe dönüş yapar ve Bogota’da radikal sosyalist bir dergi çıkarır. Dönemin ünlü siyasetçi, aktivist ve aydınlarıyla röportajlar yapar. Bir süre, Bertrand Russell’ın önderliğinde Vietnam’da A.B.D tarafından işlenen savaş suçlarını araştırmak ve dünyaya duyurmak amacı ile kurulmuş, Russell Mahkemesi olarak anılan uluslararası savaş suçları mahkemesinde üyelik yapar. 1966 Yılında kurulan mahkemede 18 ülkeden barışsever aydın temsilci görev yapar.  Bunun yanı sıra Marquez, kendi kurduğu insan hakları örgütü Habeas’ı da yönetir.

1975 Yılında ailesiyle Meksiko şehrine taşınır. Küba lideri Castro ile yakın dostluk kurar ve 1976 yılında, dünyanın bir çok ülkesinin dergi ve gazetelerinde yayınlanan Carlotta Operasyonu’nun öyküsünü yazar. Corlotta Operasyonu,  5 Kasım 1975 tarihinde tam bağımsızlık mücadelesine başlamış olan Angola’ya Küba’nın başlattığı ve çok sayıda gönüllünün katıldığı ve Marquez’in ‘halk savaşı’ olarak tanımladığı önemli bir müdahalesidir. Küba bu müdahalede, batı yanlısı Ulusal Birlik ve Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne karşı sosyalist düşüncedeki Angola Kurtuluş Hareketini desteklemiştir.

Marquez artık yazılarını Nikaragua’daki Sanditista rejimi de dahil Latin Amerika’nın devrimlerine hizmet etmeye adar. Pinochet devrilmemesine rağmen kurucusu olduğu dergiyi finanse edebilmek için ‘Kırmızı Pazartesi’yi yayınlar. İlk baskısı gelmiş geçmiş bütün romanlardan daha çok satan bu romanında, 80’li yıllarda karşıdevrimlerin ortaya çıkmasıyla devrimlere verdiği desteği daha az göz önünde tutmuş ancak toplumsal yapıyı lime lime eden bir kitap ortaya çıkarmıştır. Kırmızı Pazartesi romanına esin kaynağı olan Sucre’den bir arkadaşının namus nedeniyle öldürüldüğü haberini Barranquilla’da yaşarken çocukluk arkadaşı ve sonradan karısı olacak olan Mercedes’ten alır. Ancak akrabaları hayattayken yazının yazılmamasını annesinin isteğiyle 30 yıl öteler. Aslında cinayetin kendisinden çok edebi toplumsal kısmı kendisini ilgilendirdiğini belirtir. Bir röportajında o dönemlerde Kolombiyalıların ortada neden yokken bile birbirlerini öldürüp sonradan bir gerekçe bulduklarını belirtmiştir.

Yazar bu romanın ardından 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olur. Bu tarihe kadar iktidar, yalnızlık, siyasi şiddet temaları etrafında dolaşırken bu dönemden sonra siyasi atmosferden uzaklaşmasını sağlayan aşk teması üzerine yoğunlaşır. 1985 Yılında yayınlanan ve anne babasının aşkından esinlenen ‘Kolera Günlerinde Aşk’ bu dönemin eseridir.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar varacak olayların gelişmeye başladığı sıralarda 1989 yılında ‘Labirentindeki General’i yayınlar.  Kitap ‘Kurtarıcı’ Simon Bolivar’ın ölmeden önceki son dönemini konu alır.

1970 ile 1980’li yıllar Kolombiya tarihinin en çalkantılı yıllarıdır. Uyuşturucu kaçakçılığı, gerilla savaşları, paramiliter örgütler, sivillerin kontrolünden tamamen çıkmış bir ordunun varlığı, bombalamalar, siyasi suikastların ülkenin olağan gündemini oluşturduğu bir dönemdir. Bu yıllarda yazdığı 12 kısa ve birbiriyle bağlantılı öyküyü, İspanya’nın Amerika kıtasını keşfinin 500. yıl dönümüne denk gelecek şekilde eski dünya ile yenidünya arasındaki ilişkiyi alaycı bir biçimde ele alan ‘On İki Gezici Öykü’ kitabı 1992 yılında yayımlar. Öykülerde temel sorun ‘yabancı bir ülkede olma’ durumudur. Marquez’in bu teması, bir anlamda ülkesinden uzun yıllar ayrı kalmasının, kendi sürgünlüğünün de anlatısına dönüşmüştür.

1996 yılında ‘Bir Kaçırılma Öyküsü’ adıyla yayınlanan ve uyuşturucu mafyası tarafından kaçırılan gazeteciler ve yakınları ile yapılan röportajlarla şekillenen bir roman kaleme alır. 2002 Yılında yayınladığı ‘Anlatmak için Yaşamak’ dışında yayımladığı diğer üç kitabı 1994 yılında yayınlanan cadılıkla suçlanan bir kız ile Katolik Rahibin aşkının konu edildiği ‘Aşk ve Öbür Cinler’ ile 2004 yılında yayınlanan ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ olur.

1999 Yılında yakalandığı lenfoma kanseri sonucunda 2014 yılında vefat eder.

Marquez, dünyada büyülü gerçekçilik akımının en tanınmış yazarıdır. ‘Büyülü gerçekçi’ kavramı ilk defa 1. Dünya Savaşı sonrasından Kıta Avrupası’nda kullanılmıştır. Kavramı, ‘büyülü idealist’ nitelemesiyle birlikte literatüre kazandıran Novalis’tir. Daha sonra kullanımı felsefî zeminden sanata taşıyan Alman sanat tarihçisi Franz Roh, edebiyatın sınırları içerisinde tanımlayan ilk isim ise İtalyan yazar ve eleştirmen Massimo Bontempelli olur. Büyülü Gerçekçilik akımının en bilinen temsilcileri 1950-1970 yılları arasında Latin Amerika’da ortaya çıkar. Bunda kıta gerçekliğinin de büyük etkisi olduğu söylenebilir. Büyülü Gerçekçilik akımının en bilinen yazarı Kolombiyalı Gabriel García Márquez’dir. Márquez’den önce büyülü gerçekçilik adına ilk bilinçli tutumu ortaya koyanlar ise Alejo Carpentier (Küba), Arturo Uslar Pietri (Venezüela) ve Miguel Ángel Asturias’dır (Guatemala).

Büyülü gerçekçi eserlerde gerçeklik sıra dışı ve olağanüstü bir atmosferle anlatılmaktadır. Gerçeklerin ardında gözün görmediği gerçeklik ile bunun nedenleri anlatılır. Bu konumuyla akılcılığın karşısında konumlanır. Bir arada kullanılamayacak farklı dünyalar bir araya getiril ve kaynaştırılır.

Toplumsal kökleri, sömürgecilik sonrası toplumlarda Batı’nın akılcılığının etkisiyle beraber yerel halkların, köklerini mitsel geleneklerinden alan kendine has, hayali ve büyülü yaşam pratiklerini ve inançlarını sürdürmesidir. Doğaüstü olaylar, Batı akılcılığı ile bir arada olan büyülü yerli anlayışına dayandırılır ki Batı’nın gerçekçi romanının karşısında, büyülü gerçekçilik toplumun özünde saklı kalmış yerli kültürün doğallığını da içeren kıta gerçekliğini yansıtma konusunda sunduğu olanak ve bir kimlik ifadesi olarak görülür.  

Doğaüstü ve gerçekdışını kullanması nedeniyle gerçeküstücülük ve fantastik edebiyat örnekleriyle karıştırılabilse de aralarında farklılıklar vardır. Gerçeküstücülük, tamamen imkansız durumları temsil ederken ve var olanı tamamen yadsıyacak şekilde ortaya çıkarken büyülü gerçeklikte gerçekle gerçekdışı veya doğayla doğaüstü bütünleşmiş şekilde yer alır. Fantastik edebiyat ise doğala tamamen aykırı bir dünya yaratıldığı için okuyucuyu şaşırtırken büyülü gerçekçilikte doğaüstü unsur doğal olanla bütünleştiği için okuyucuyu yabancılaştırmaz.

Hem anlatıcı hem karakterler temelinde gerçek ve mantıklı olanla, gerçekdışı ve doğaüstü olanı birleştirip, gerçek olanı büyülü bir şekle sokmak ve bunu yaparken bir bütün oluşturabilmek büyülü gerçekçiliğin en önemli özelliğidir. Anlatıcı bu bütünlüğü ve büyüyü yaratırken, sadece olayları ve karakterlerin eylemlerini anlatır. Okuyucunun gerçekdışını sorgulamaması için yorum katılmaz, açıklamalarda bulunulmaz ve karakterlerin ruhsal, psikolojik ve ahlaki özellikleri açıklanmaz. Yaratılan yabancılaşma sayesinde okuyucunun büyülü dünyadan kendisini uzak tutması sağlanır.

Gerçeklik, büyülü gerçekçi bir eserde çoğu zaman dolaylı yollarla yansıtılmaktadır. İmgeler, semboller ve eğretilemelerle yaratılmış metafiziksel bir boyut vardır. Eserdeki sembolizmi çözmek okuyucuya düşer. Benzetme, mecaz, mübalağa, tekrarlar, sembolizm, ironi ve paradoks gibi söz sanatlarına dünyayı başka bir gözle göstermek için sık sık başvurulur. Düz çizgisel akıp giden zaman algısı yoktur çünkü mitolojik mekânların kullanılarak çevrimsel bir zaman algısı yaratılır.  

Kırmızı Pazartesi’de Marquez, çocukluğunu geçirdiği Kolombiya’daki bir kasabada işlenmiş bir cinayeti konu alır. Roman’ın ilk cümlesi ile yazar “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 05.30’da kalkmıştı” diyerek kimin ne zaman öldürüleceğini açıklar. Sorgulama ve mülakat tekniği ile yazılmış bu kısa romanda sadece okuyucu değil, tüm kasaba ahalisi de kimin ne zaman öldürüleceğini önceden bilmektedir. Tarihinde İspanyol sömürgesi olmuş, İspanyol dili ve kültürüyle yoğrulmuş bir dünyada , ezelden beridir süregelen meseleler olan namus ve utanç temalarını irdelediği bir romandır.

Kıermızı Pazartesi Gabriel Garcia Marquez olağanüstü bir eseridir. İnsanlık hallerini, insanın biricikliğini ve toplumun bireye baskısını büyülü gerçekçilikle anlatır, eşsiz bir dille tarif eder. Çoklu okumalara açık bir şekilde kat kat kurgular anlatıyı.

Anlatıcı yazarın kendisidir, kasaba bildiği bir yerleşimdir ve karakterlerin bir bölümü, gerçek hayatta Luisa Santiago (annesi), Margot (kız kardeşi), Luis Enrique (erkek kardeşi), Mercedes Barcha (çocukluk arkadaşı ve sonrasında karısı) gibi yaşamış kişilerdir.

Gabriel Garcia Marquez’in çocukluğunda tanık olduğu bir cinayeti anlatan eserinde imgeler okuyucuyu vahşice öldürülen Santiago Nasar’ın masumiyetine inandırmak, bekaretini Santiago’nun bozduğunu söyleyerek onun öldürülmesine neden olan Angela Vicario’nun, piskoposun kişiliklerini, toplum baskısı yüzünden istemedikleri bir cinayeti işlemeye itilen Pedro ve Pablo Vicario’nun ruhlarındaki birikmiş vahşeti anlatmak amacıyla kullanılır.

Pablo ve Pedro Vicario herkese onu öldüreceklerini söyler. Ancak kasaba halkından hiç kimse Santiago Nasar’a haber vermez. Kimisi inanmadığı için, kimisi hak ettiğini düşündüğünden, bazıları ise üstüne vazife olmadığı gerekçesiyle susar. Bir cinayet planlandığını bilmeyen sadece birkaç kişi kalır. Yani bütün kasaba halkı susarak cinayete ortak olur.

Kırmızı Pazartesi, en basit tanımlaması ile bir cinayet romanıdır. Biraz daha irdelendiğinde bir töre cinayetini anlatısı olarak görülebilir. Ancak derinlemesine bakıldığında toplumsal ahlâk kurallarını, insan vicdanını, adaleti, ötekileştirmeyi ve dinsel ikiyüzlülüğü hallaç pamuğu gibi savuran, bir toplumun susarak ve edilgenliğiyle suç ortağı olmasına ayna tutan güçlü bir eserdir.

Cinayetin işlendiği kasabaya baktığımızda öldürmeyi töreler ardına gizlenerek normalleştiren bir toplum yapısıyla karşılaşırız. Kitle davranışının sığ sularında kalarak güvende olma arzusu öne çıkmaktadır. Karşı çıkmaksa farklı olmayı ve dışlanmayı gerektirir, bu nedenle cesaret ister.

Suç kavramı ve suçun anlamı da anlatının temel sorgulamalarından birini oluşturur. Suç, kime ve neye göre belirlenir? Suçluyu, adalet sistemi mi, çağa ve coğrafyaya göre uyarlanan ahlak kuralları mı yoksa din adamları ve ilahi adalet mi belirler? “Onu bilerek öldürdük, ama biz suçsuzuz’ der Pablo Vicario, hem Tanrının hem de insanların katında. “Bir onur söz konusuydu.” Bu cümle öldürmenin kutsanması, töre cinayeti, onur adı altında gizlenen onursuzluk ya da namusu tekeline alan ataerkil toplumun erkini ispatı olarak okunabilir.

Bir cinayetin toplumsal anatomisi gibidir Kırmızı Pazartesi. Küçük bir kasabada bile bile işlenir cinayet ama bu herkesin bilgisi dahilinde de olsa ilgisinin dışında kalarak sonuca ulaşır. Herkes tarafından ötelenir, ertelenir, ‘nasıl olsa birisi benim yerime yapar’ denir ve sonunda geç kalınır. Herkesin birbiriyle ilişkisi vardır, herkesin tavrı bir diğerini doğrudan ya da dolaylı etkiler, susması, önemsememesi,  ilgilenmemesi, kendini önemsiz görmesi, kendi etkisini hafife alması, bir insanın hayatta kalmasını sağlayacakken ölümüne giden yolun taşlarını döşer. İnsanların ‘aman bize bir şey olmasın’ mantığı başkalarına bir şeylerin olması sonucunu yaratır.

Bir cinayet anlatısı olsa da bireysel ve toplumsal değerlerin iç çatışmalarını gözler önüne serilir.  Hikâye ‘basit’ örgülü bir namus cinayetidir. Ancak anlatı toplumsal değerlerin birey üzerinde baskı yaptığını, örtülü davranışlarını etkilediğini anlatır. Anlatıcı, bu namus cinayetini araştırır, başkalarının ifadelerine eserinde röportaj tekniğiyle yer verirken bir yandan karakterleri ve toplumu tanıtmakta, bir yandan da ironiyle onların niteliklerini, kişiliklerini, iç dünyalarını ortaya koyarak olayı derinleştirir. Her röportaj yapılan kişi, cinayete kurban giden Santiago Nasar’ı kendi bakış açısıyla tanımlayarak, bir kişiliği farklı yönleri, davranış ve tutumlarının olabileceğini ortaya koyar. “Şuradaydı işte. Dupduru suda yıkanmış beyaz keten kostümünü giymişti. Çünkü öyle ince bir teni vardı ki, kolanın hışırtısına dayanamazdı.”

 Karakterlerin hava durumu gibi belirgin bir konuyu bile farklı yorumlamaları, toplumdaki bireyler arasındaki uyumsuzluğu gözler önüne serer, kasabalının verdiği bilginin güvenilir ve nesnel olmadığını düşündürür.

Bireyler arasındaki uyumsuzluğa karşın, toplumu aynı olaylara aynı tepkileri veren aynı değer yargılarına sahip olan bir kitle olarak tanırız. “Namus aşktır.” ifadesiyle, namusun toplumdaki önemini anladığımız gibi Santiago Nasar’ın namus uğruna öldürülmesinin toplum için bir suç sayılmadığını da anlarız. Adeta desteklenen bir şeydir.

Bir annenin evlenmek istemeyen kızına, “Aşk da öğrenilir, kızım!”  cümlesi, toplumda kızların istedikleri kişiyle evlenme hakkına sahip olmadıklarına ve baskı altında evlendiklerini ve toplumda aşka değer verilmediğini gösterir.

Karakterlere ve topluma dair bilgiler, romandaki zıtlıkları aynı anda gözler önüne serilince ironik bir özellikle karşılaşırız. Karakterlerin taraf tutmalarının ortaya konmasıyla bu ironi yaygınlaştırır. Santiago Nasar hakkında aşçısı, “Hınk demiş, babasının burnundan düşmüş, bokun biri,”  derken anlatıcının kız kardeşi Margot ,“Birdenbire ondan daha iyi bir koca bulunamayacağını anladım,” der. Anlatıcı da dahil arkadaşları “Topluluğumuzdan bir arkadaşın bizimle paylaşmayacağı özellikle böylesine büyük ve gizli bir şeyleri olabileceği düşünülemezdi.”  diyerek Santiago Nasar’ı yakından tanıyor olmasından kaynaklanan taraflı bir tutumla onun suçsuzluğuna dair fikirler ileri sürerler.

Angela, evlendiği gecenin ertesi günü kocası tarafından bakire olmadığı gerekçesiyle eve yollanınca ağabeyi Pablo’nun “Bunu kim yaptı? ” sorusuna bir cevap ararken yazar, Angela Vicario’yu bir avcıya benzetir ve onun eser içindeki rolünü imgesel bir anlatımla aktarır bize. “Adını söylemekte kısa bir süre kararsız kalmıştı. Belleğinin karanlıklarında onu aramış, bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da insanın birbirine karıştırabileceği adlar arasında, ilk bakışta onu buluvermiş bir avcı ustalığıyla, alın yazgısı yaratılış gününde belirlenmiş bir kelebek gibi onu duvara çivileyivermişti: – Santiago Nasar, deyivermişti”

Toplum tarafından çok saygı duyulan, önem verilen piskoposun da kişiliğini imgeler aracılığıyla ortaya koyar. “Piskopos vapurdan inmemişti. Yetkililer ve öğrencilerden başka rıhtımda büyük bir kalabalık birikmişti. Her yerde piskoposa armağan olarak getirilen, kafesleri içinde semiz horozlar görülüyordu. Çünkü piskoposun en sevdiği yemek horozibiğiyle pişirilen çorbaydı. Dalgakıranların üstüne o kadar çok odun yığılmıştı ki bunları vapura yüklemek için en azından iki saatlik bir zaman gerekliydi. Ama piskopos durmamış, bir canavar gibi homurdanarak ırmağın kıvrımında görünmüştü.”

İşlenen cinayeti ve sonrasını anlattığı bölümlerde kullandığı imgeler Santiago’nun masumiyetini ortaya koyuyordu. Pedro Vicario “şaşılacak şey, bıçak hep tertemiz çıkıyordu” derken diğer yandan “Umutsuzluğa kapılan Pablo Vicario bir vuruşta düşmanının karnını yanlamasına boydan boya yarmış ve barsakların içinde dışkılar patlamaya benzer bir gürültüyle dışarı fırlamıştı”, acıdan kıvranarak bağırmak”, “dana gibi böğürmek”  diyerek Vicario kardeşlerin Santiago Nasar’a uyguladıkları vahşet ortaya konulur.

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.