Ankara ABD ile anlaşarak, Kuzey Suriye’de “güvenli bölge” kurmaya girişiyor. Düne kadar kavgalı oldukları ABD ordusuyla ortak harekat merkezini hızla oluşturdular. Erdoğan’ın açıklamalarına ve askeri hazırlıklara bakılırsa Ankara, Ceylanpınar’ın karşısındaki Resulayn’dan Akçakale’ye komşu Tel Abyad’a uzanan bölgeye girmek istiyor.
ABD-Türkiye arasındaki anlaşmanın ayrıntıları kamuoyu ile paylaşılmadı. İki taraftan yapılan aynı açıklamaya göre ortak harekatın amaçları a) “Türkiye’nin güvenlik endişelerini gidermek” yani YPG ve Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) sınırdan uzaklaştırılması. b) Suriyeli sığınmacıların geri gönderileceği bir alan yaratmak.
İki devlet, Suriye’de bir bölge kurmak konusunda anlaşsa da amaçları ve hedefleri aynı değil. Bu farklılıklar kendini “Güvenli bölge”nin derinliği tartışmasında gösteriyor.
Türkiye üç yıl içinde üçüncü kez Suriye’ye giriyor. Bu noktaya nasıl gelindi?
‘Kardeşim Esad’
5 Ağustos 2008… Bodrum’a inen uçaktan çıkan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı, Başbakan Erdoğan karşılıyor. Hem iş hem de tatil için Türkiye’ye geldiğini söyleyen Esad’ı ağırlayan Erdoğan ona “kardeşim” diye hitap ediyor.
Suriye’de halk ayaklanmasının başlamasına henüz üç yıl var. 1971’den 2000 yılına Suriye devlet başkanı olan Hafız Esad öldüğünde koltuğu devralan oğlu Beşşar Esad, babası gibi ülkeyi demir yumrukla yönetiyor.
Erdoğan ve AKP için Esadlar ve BAAS’ın diktası o gün için bir sorun değildi. Arap Baharı’ndan hemen önce karşılıklı anlaşmalar imzalıyor hatta ortak bakanlar kurulu topluyorlardı.
‘Düştü düşecek’ beklentisi
Esad ile Erdoğan dostluğu, 2011 Mart’ında başlayan ayaklanmanın barışçıl protestoların rejim tarafından kanla bastırılması, Suriye ordusunun bölünmesi, giderek bir savaşa dönüşen çatışmalarla birlikte bozuldu.
“Kardeşim Esad”ı “düşman Esed” haline getiren tek sebep halka karşı açıktan yapılan katliamlar ve saldırılar değildi. Erdoğan ve partisi, Arap Baharı’nda hep bir tarafa baktı. Bu taraf, kendisine yakın gördüğü Müslüman Kardeşler (İhvan) idi. Mısır Devrimi’ne başta katılmayan İhvan, Mübarek rejiminin çöküşüyle birlikte itildiği yer altından çıktı ve hazır güçleriyle müdahale etti. Başka hiçbir siyasi hareketin sahip olmadığı örgütlülük ve toplumsal destek, İhvan ve Muhammed Mursi’ye iktidar yolunu açarken Mübarek rejimi tarafından dışlanmış burjuvalar yeni yönetici sınıf olmaya oynadı.
Erdoğan ve AKP, Suriye’de olup bitenlere bu gözle baktı. Ayaklanma içinde bir kanadı, İhvan’ın yerel unsurlarını destekledi. Bekledikleri Esad’ın sonunun da Mübarek ya da Kaddafi gibi hızla geleceğiydi. Suriye’de kurulacak yeni düzende Türkiye devletinin nüfuzunu oluşturma isteği, “bölgesel güç olmak” ya da “Yeni Osmanlıcılık” diye nitelenen alt-emperyalist politikaların devamıydı.
Bekledikleri gibi olmadı. Tunus ve Mısır ayaklanmalarından ders çıkaran Esad ve BAAS yönetimi, Suriye’deki ayaklanmayı hızla silaha ve savaşa çekti. Dağılmakta olan Suriye devletini, savaş makinası ile toparladı. Muhalefet arasındaki bölünmelerden yararlandı. Rusya ve İran’dan aldığı destekle birlikte iktidarını korudu.
Esad’ın gidici olduğuna emin olan Erdoğan ve AKP’nin sivil halka insani yardım ve destekten öte kendi yönetiminin çıkarları için komşu bir devlette rejim değişikliğine taraf olmasıyla birlikte kalıcı bir sorun ve kalıcı bir düşman yaratılmış oldu.
Savaşın ortasına düşüş
Irak’ta ortaya çıkan IŞİD’in Suriye’ye girişi ve geniş bir alanı işgali ile işin rengi daha da değişti.
Ayaklanma sırasında Suriye ordusunun çekilmesiyle yaşadıkları bölgelerde kendi yönetimlerini oluşturan Kürtler, IŞİD işgaline karşı savaşırken ABD’nin desteğini kazanarak güçlendi.
2013-2015 arası ABD ve müttefikleriyle birlikte Esad yönetimine karşı tutum alan Ankara, kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlere örnek olabilecek bir özerkliği varoluşuna tehdit olarak görüyordu.
Suriye sahasında İhvan ve benzerleri yok olurken, Türkiye paralı asker olarak nitelenebilecek unsurları daha fazla desteklemeye başladı. Aynı anda ABD ve AB’ye “güvenli bölge-uçuşa yasak bölge” kurulmasını kabul ettirmeye çalıştı.
24 Kasım 2015 günü Rus savaş uçağının düşürülmesi ile birlikte Suriye savaşının tam ortasına itildiler.
Beka sorunu ve alt-emperyalizm
2016 itibarıyla dört eğilim belirgin hale gelmişti:
– Rojava’da kurulan Kürt yönetimini ne pahasına olursa olsun engellemek, Suriye politikası hatta tüm dış politikanın merkezine konuldu.
– 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Ankara’nın ABD ile arası daha da açıldı.
– Suriye’nin başlıca hakimi Rusya ile yakınlaşma, Putin aracılığıyla Esad yönetimiyle dolaylı ilişkiler kurmaya yönelme (resmi söylemde “düşman Esed”e devam etse de) onun kalıcılığını kabullenme/kabullendirme süreci başlatıldı.
– Suriye savaşının yarattığı “iç sorunlarla” boğuşan, beka söylemini giderek daha fazla öne çıkartan yönetenlerin alt-emperyalist arzuları da pekişti. ABD emperyalizminin zayıflaması, bu arzuların hayata geçirilmesinin önünü açtı.
Bu dört eğilimin sonucu olarak Türkiye ordusu 24 Ağustos 2016’da “Fırat Kalkanı harekatı” adıyla Suriye’ye girdi. 1 yıl süren ve sert çatışmalara sahne olan operasyonun ardından binlerce asker Suriye’ye yerleştirildi.
20 Ocak 2018’de ise “Zeytin Dalı” adıyla Afrin kuşatması başladı ve YPG denetimindeki şehir Ankara ve kendisine bağlı askeri güçlerin kontrolüne geçti. Her iki operasyon da Rusya’nın izni ve ABD’nin kabulü ile gerçekleştirildi.
Üç yıl içinde üçüncü sınır ötesi operasyona hazırlanan Türkiye, 100 bine yakın askeriyle Suriye’deki en büyük yabancı ordunun sahibi.
8 yıl önce topraklarının üçte ikisini mühaliflere kaptıran Esad yönetimindeki Suriye devleti ise bugün TSK’nin garantörlüğündeki İdlib şehri ve Rojava bölgesi dışındaki her yerde kontrolü sağlamış durumda.
Dışarıdan müdahalenin sorunları
Suriye’de karşıdevrim, dışarıdan emperyalist müdahale ve bölgesel hegemonya siyasetleriyle geçen yıllar boyunca demokratik siyasi muhalefet boğuldu. Şehirler yıkıldı. Yüz binlerce insan öldürüldü. Milyonlarca kişi Türkiye ve başka ülkelere göç etmek zorunda kaldı. IŞİD hızla yayıldığı gibi hızla yok edildi. Ancak Suriye savaşı bitmedi ve diktatör Esad ülkenin kaderini çizecek başlıca güç.
AKP’nin zik zaklı dış politikası Suriye krizinin derinleşmesine katkıda bulunurken, (diğer devletlerin müdahaleleriyle birlikte) Esad’ın koltuğunu korumasına da yardımcı oldu. Bu militarist politikalar, içeride çözüm sürecinin çökmesine, Suriye savaşının Türkiye içine taşınmasına, darbecilerin önünün açılmasına ve otoriter bir yönetimin kurulmasına sebep oldu.
Ankara şimdi ABD ile anlaşarak Kuzey Suriye’de bir bölge oluşturmaya, PYD ve Kürt yönetiminden kurtulmaya, İdlib savaşından doğan yeni göç dalgasını durdurmaya, “misafirken” “iç sorun” olarak görülmeye başlanan Suriyeli sığınmacıları geri göndermeye çalışıyor. Bir yandan da Rusya ile dostluğunu sürdürmeye istekli ve Astana’da yer alarak Esad rejimi ile anlaşmanın kapısını aralamış durumda.
Bu tablo, Suriye’ye siyasi çözüm götüren bölgesel bir güçten çok, yanlış politikalar sonucu 21. yüzyılın en kanlı savaşının ortasına düşmüş, iki emperyalist devlete fena halde bağımlı ve çok yönlü iç/dış sorunlar yaşayan, bunların üstesinden gelmek için bir kez daha savaş kartını kaldıran bir yönetimi anlatıyor.
Suriye politikasını Esad’la anlaşmaya ve sığınmacıları göndermeye indirgeyen milliyetçi muhalefet ise Suriye halklarının eşit, demokratik ve özgür geleceğini umursamıyor. Suriye devletine duydukları sempati ve İdlib’e askeri operasyonu desteklemeleri pek de barışçıl olmadıklarını gösteriyor.
Sosyalistler, Suriye krizinin başından bu yana aynı şeyi savunuyor: Dışarıdan müdahale (kimden gelirse gelsin) çözüm olamaz, sorunu daha da büyütür. Biz dün olduğu gibi bugün de Suriye’nin geleceğinin Suriye halkları tarafından belirlenmesinden yanayız. Çözüm, dışarıdan-tepeden-silahla değil tabandan-demokratik siyasetle sağlanabilir.
***
Barışa bir şans verin!
Türkiye’yi yönetenlere bakılırsa Suriye’deki Kürtlerin özerkliği varoluşsal bir tehdit. ‘Orada bir Kürt yönetimi kurulursa, buradaki Kürtler de aynısını isterler’ diye düşünüyorlar.
Bu düşünce hiç de yeni değil. 1980’ler boyunca Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin baskısı altındaki Kürtlerin yaşadıkları yerde kendi yönetimlerini kurması da ‘Türkiye’yi bölecek bir girişim’ olarak nitelendi.
Türkiye devletinin bekası için bir tehdit olduğu yıllarca söylendi. Bugün ise Ortadoğu’da hemen herkesle kavgalı olan Türkiye’nin en iyi dostu, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi. Bu dostluk maddi temellere sahip: Irak Kürdistanı’na giden Türkiye şirketleri kasalarını dolduruyor ve arada bir petrol borusu var. Zaman geçtikçe görüldü ki IKBY’nin varlığı Türkiye için bir tehdit değil.
Bugün “en büyük tehlike” olarak nitelenen PYD ve Kürt yönetimi liderleri, daha birkaç yıl önce Erdoğan tarafından ağırlanıyordu. PYD lideri Salih Müslim, bu durumu hatırlatarak barış çağrısı yapıyor. Buna rağmen Ankara savaş kararı aldı.
Sosyalistler, Kürt sorununun Kürtlerin yaşadığı her yerde siyasi ve demokratik çözümünden yanadır. Barışçıl çözümler, güvenlik ve beka kaygılarına son verebilir.
***
Sınırdışı etmeye son!
“Güvenli bölge” fikri Türkiye devletinin beka politikasının bir ürünü olsa da,bugünkü girişimi hızlandıran, yeni bir göç dalgası beklentisi.
İdlib’de son haftalardaki çatışmalar sonucu, 124 bin insan Türkiye sınırında kaçtı. 4 milyon kişinin yaşadığı şehirden 550 bin kişi bir yıl içinde göç etmiş durumda.
Rusya ve Suriye ordularının saldırıları sürdükçe, çok daha fazla kişi kaçacak.
Türkiye’nin desteklediği silahlı muhaliflerin de geri çekilebileceği biralana ihtiyaçları var. Çünkü Suriye ordusu, Rusya ve İran askeri desteğiyle ilerliyor.
Türkiye ise sınırlarını mültecilere kapatmış durumda. Yeni bir göç dalgası karşısında Resulayn ve Tel Abyad arasında bir “güvenli bölge” oluşturulması ivedi bir sorun olarak görülüyor.
Ankara’nın “misafir” dedediği milyonlarca Suriyeli göçmen artık bir “iç güvenlik sorunu.” Krizin de yerel seçimlerin de faturası onlara kesildi. Son iki ayda binlerce mülteci sınırdışı edilerek savaş bölgesi İdlib’e gönderildi.
İdlib’de Türkiye ve Suriye ordularının savaşması bir felaket olur. İdlib’e yapılan ve yapılacak olan her askeri müdahale gibi. Savaş varsa zorunlu göç de vardır.
Öte yandan Türkiye’nin “mülteci sorununu” çözmek için anlaştığı ABD emperyalizmi, çıkardığı savaşlar ve işgallerle zorunlu göçleri başlatan temel güçtür: Afganistan, Irak, Suriye …
Şüphesiz ki bazı Suriyeliler ülkelerine geri dönmeyi tercih edecektir. Geri dönüş, onurlu, gönüllü ve güvenli olduğu takdirde mümkün olabilir. Savaştan kaçanları savaşa göndermek vahşettir.
Sosyalistlerin göçmen politikası “Sınırları açın” sloganıyla özetlenebilir. Türkiye devleti milyonlarca sığınmacıya sınırlarınıaçarak iyi bir şey yapmıştır.
Türkiye toplumunun bir parçası olan Suriyeli göçmenler savaş ortamına gönderilmemeli. Sınır dışı etmeye hayır!
(Sosyalist İşçi)