24 Şubat 2020 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi, XI. Dönem, 8. Toplantı – Cranford

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Temasını ‘İngiliz Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin 19.02.2020 Çarşamba günkü yedinci oturumunun konusu olan Elizabeth Gaskell’in (1818-1865)  Cranford romanı (1853) için, romanın çevirmenleri Tacisel Belge ile Fatih Özgüven’i Atölyemize konuk ettik. Çevirmenlerin söyleşisinden sonra, Görkem Yeltan, kitabın Atölyemiz açısından değerlendirmesini yaptı ve katılımcıların tartışmasına geçildi.

Çevirmenler kitabı absürt ve fantastik olarak değerlendirdiler. Çağdaş edebiyatta önemli bir soru olan ‘anlatıcı güvenilir mi?’ sorusuna, güvenilir ve mizahi bir üsluba sahip şeklinde yanıt verdiler.

Bugünün İngilizlerinin ‘Eski güzel günlerimiz vardı…’ dediği şeyi anlatıyordu bir anlamda Gaskell; cennet gibi kırsal alanlar, dostluk ve dayanışma, nezaket, saygı… Oysa o güzel günler denilenlerin gerçeği acılarla doluydu; sömürgecilik, savaşlar, sanayi devrimiyle sömürülen, açlık sınırında yaşayan işçiler ve köylüler. Ayrıca İngilizlerin ‘ötekileri’ de vardı; Fransızlar, sihirbazlar, vülger (bayağı) kabul edilen erkekler, paradan konuşulması. Bu konularda konuşmak ayıptı, dolayısıyla konuşulmazdı.

Gerçekler, nezaketle, adab-ı muaşeretle örtülüyordu yazarlarca, özelde de Cranford’da. Kitapta karakterler, anlatıcı da dâhil, tuhaflıkta ortaklaşıyorlardı. Abla-kardeş zorbalığı, farklı sosyal sınıftan olanların üstündeki toplumsal baskılar, bu tuhaflıkla, absürtlükle, mizahi üslupla örtülüyordu. Yazar bütün bunlarla dalga geçiyor gibi görünse de İngilizlerin genel tavrı olan ‘kültürel bağlılık’ ile gerçeklerin üstünü örtüyordu.

Elizabeth Gaskell, Recency Dönemi’nin sonu (1795-1837) ile Kraliçe Victoria (1837-1901) Döneminin bir bölümünde yaşar. Kraliçe Victoria Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı Kraliçesi (1837-1901), Hindistan İmparatoriçesi (1876-1901) ve halen kraliçe olan 2.Elizabeth’den sonra en uzun süre saltanat sürmüş hükümdardır. 18 yaşında tahta çıkar. Dönemi yasakların ve akıl almaz baskıların olduğu, İngiltere’nin her zamankinden daha fazla güçlendiği, cinselliğin bastırıldığı bir dönem olarak da tanımlanır. Britanya’da sanayi devriminin yükselişe geçtiği bu dönem, İmparatorluğun en parlak dönemi olarak kabul edilir. 19.Yüzyıl, İngiltere’nin dünyaya egemen olduğu yüzyıldır.

Her ne kadar tarih kitapları, 1854-1856 yılları arasındaki kısa süreli Kırım Savaşı’nın dışında bu yüzyılın İngiltere için bir barış dönemi olduğunu yazsa da, ‘üzerinde güneşin batmadığı ülke’nin sömürge topraklarında başvurduğu şiddet, vahşet ve acılar, siyasi, etnik ve dini ‘temizlikler’, kültürel baskılar, üstü örtülen gerçekliği değiştirmiyor.

Sömürgeleşme ve Amerika kıtasından gelen değerli maden ve maddelerin katkısıyla zenginleşen İngiltere’deki  (Adam Smith’in kitabına isim olarak verdiği Ulusların Zenginliği’ bu kaynakları anlatır) zenginlik ve refah artışı, ulaşım, üretim, haberleşmenin önemini artırırken yatırımları büyütür. Kadın yazarların sayısının artması ve görünür olmaları, incelediğimiz Cranford karakterlerinin tümüne yakınının kadın olması, çalışma izinleri ve koşulları, toplum içinde kendini var etmeleri, telgraf, telefonun yayılmasıyla merkez kentlerle ve dünyayla haberleşebilmeleri, yazarın kadınların yaşadığı bir bölgeyi romanının merkezine alabilmesini sağlar. Önemli bir hareket özgürlüğü olarak trene binen kadınlar, Hindistan’a gidip gelen ve oradan haberler getiren ve orasıyla haberleşebilen kişiler romanlara taşınır.

Meşruti bir model olarak kabul gören 19.yüzyıl İngiltere’si, özgürlük ile otoriteyi, istikrar ile ilerlemeyi günlük hayat içinde bağdaştırabilmiş olmaktan gurur duyar. Politik sistem beş temel üstüne kurulmuştur:

  1. Avam Kamarası’nın Parlamento’daki işlevinin sürekli artmasıyla belirginleşen parlamenter rejim,
  2. 18.Yüzyıldan itibaren bakanlar kuruluna başkanlık eden başbakanıyla gerçek bir kabine hükümeti,
  3. ‘Gölge hükümet’ çevresinde örgütlenmiş bir güç olarak muhalefet,
  4. Artan partilerin rolü; eski dönemin Tory ve Whig adları 1882 yılında yerini Muhafazaklar ve Liberallere bırakır ve iki partili sistem sayesinde bu partiler sırayla iktidar olurlar,
  5. Meşrutiyetin son çarkı olarak, gücünün gitgide azaldığının farkında olarak, imtiyazlarına sahip çıkan ve kullanan monarşi

Ancak demokratikleşme süreci ağır işler. Seçimde oy veren taban genişletilse de İngiltere bir oligarşi tarafından yönetilmeye devam eder; parlamento ve partiler, yarı aristokrat yarı burjuva olan belli bir siyasi zümrenin elindedir. Sanayileşmeyle sayıları artan ve siyasileşen işçi sınıfı bilinciyle İşçi Partisi kurulur, egemen iki partiden bağımsız politik bir temsil gücüyle kendi haklarını ifade etmeye başlar.

19 Yüzyılda, sanayi devriminin öncüsü İngiltere’nin teknik ve ekonomik açıdan gösterdiği ilerleme, ticaret ve yatırım gibi alanlardaki başarı, kârların ve sermaye birikiminin artması, uluslararası ticarette üstünlük, Londra şehir merkezi sayesinde banka ve finans kurumlarının güçlenmesi ulusa bir dinamizm getirir. Gerçekleştirilen yenilikler, başarılı girişimcilik anlayışı yurttaşlarına kendine güven ve gururlu bir yurtseverlikle güçlenmiş bir üstünlük duygusu kazandırır.

1832 Yılından itibaren, aristokrat İngiltere’nin yanında gelişen ve büyüyen bir burjuva İngiltere’si görülmektedir. Güçler dengesi orta sınıf lehine ve toprak sahipleri aleyhine yavaş yavaş değişmektedir. Ancak Victoria İngiltere’si, gerek sosyal, ekonomik, politik açıdan, gerek zihniyet bakımından aristokrat bir ülke olarak kalır.  Yine de sosyolojik anlamda, sınıfsal yapıda önemli bir dönüşümün olduğu göz ardı edilemez. Toprak sahipleri, ünvanın babadan oğula geçtiği, yaklaşık 300 aileden oluşan, kendi içine kapalı yüksek soylular sınıfı ile yaklaşık 3000 aileden oluşan, taşralı küçük soylular sınıfı (gentry) olarak ikiye ayrılır. Bu yeni oluşan orta sınıfın dinamizmi ve üstünlüğü göz ardı edilmemelidir. Nüfusun yaklaşık % 20’sini temsil eden bu orta sınıf, ülkenin ilerlemesine ve refahına katkıda bulunur, ticaret erbabı, serbest meslek sahibi, din adamı veya entelektüeller olarak saygın, sebatkâr ve çalışkan kişilerden oluşan bir yeni kesimi oluşturur ki, Victoria döneminin emek, saygınlık ve erdem gibi ideallerinin somut örneklerini temsil ederler.

Halk kitleleri, yani ‘aşağı sınıflar’ nüfusun çoğunluğunu oluşturur. İngiltere sanki ‘iki ulus’a, zenginlerle fakirler arasında ya da bir yanda imtiyazlıların oligarşisiyle ‘nasırlı elleri’ ve ‘kötü tıraşlı yüzleri’yle tehlikeli halk yığınları arasında bölünmüş bir ülke görünümündedir. İmalathane bölgelerinde çalışan işçilerin yaşamı, iş kazaları, uzun çalışma saatleri, iş güvenliğinden yoksun çalışma ortamları, sağlık koşullarına aykırı konutlar, fabrikalardaki sıkı disiplin, kadın ve çocuk işçi sayısının gün geçtikçe artması işçi sınıfının konumunu anlatır.

Kraliçe Victoria’nın Ortaçağ’ın izlerini taşıyan ahlak dayatmalarına dayanan toplum tasarımı, evliliğin tutkusuz, aşksız olanını kutsal bulur, cinsellik tabu haline getirilir. Ama bunun yanı sıra kentler açlıktan ölmemek için bedenlerini satan kadınlarla dolup taşar, fuhuş gittikçe yaygınlaşır, kadın nüfusunun neredeyse üçte biri seks işçiliği yaparak geçinmek zorunda kalır. Sanayileşmeyle birlikte büyüyen ekonomi, adaletsizlikleri de ortaya çıkarır ve bu koşullar kadınlara bir kurtuluş getirmediği gibi yoksulluk, adaletsizlik işçi sınıfındaki kadınları daha da fazla etkiler.

Kraliçe Victoria Döneminde alt sınıf kadınının asla erişemeyeceği noktaya ve rahatlığa aristokrat sınıf kadını ulaşmış gözükse de bu kadınların da kaderi erkeklerin politik ya da parasal çıkarları yönünde alacakları kararlara bağlı kalır. Lady, Düşes ve Barones unvanına sahip bu kadınlar, eşleri ya da babaları sayesinde zenginliği ve kendilerine verilen değerin arttığı bir ortamı elde ederler. Bu kadınların kaderi bir erkek tarafından belirlenir. Lüks evlerinde oturan, okuma odasına ve kütüphaneye sahip ama bu bilgisini paylaşmak için toplumsallaşma ve evin dışına çıkma şansı pek olmayan bu kadınlar ‘cennet hayat’ olarak adlandırdıkları mekânları kırsal hayatı, romanlardan öğrenir. Müzikallere gider, yemekli partilere katılır, Public Hall ve Assembly Rooms’da düzenlenen konferans ve konserlere devam ederler. Dönemin egemen düşünce sisteminden kolay kolay sıyrılamadıklarından hak arayışına girmedikleri gibi katı kurallar içerisinde yaşamaktan rahatsızlık duymaz, alışagelmiş durumun etkisiyle kendilerine hizmet edilmesini daha avantajlı bulup yargılamada bulunmazlar.

Victoria Çağının hak arayıcıları orta sınıf kadınları olur. Ev içine hapsedilen, oy hakkı gibi birçok haktan yoksun bırakılan bu kadınlar, eşleri gibi tıp, öğretmenlik, mühendislik eğitimi almak, kendileri lehine hiçbir karar çıkarmayan, erkeğin egemen olduğu mecliste hak sahibi olmak isteyerek, yaşam koşulları içerisinde değişim istemenin haklılığını yaşarlar. Ayrıca kadınlar ataerkil zihniyetin ortaya attığı ve adına ‘görgü kuralı’ dediği hareketlerin bütününe uymak zorunda olmaktan şikâyetçidirler ve değişiklikleri zorlarlar.

1840 yılının sonlarında kadın hareketinin ilk örgütlenmesi oluşmaya başlar. Kadın yazar sayısının artmasıyla birlikte kadınlara bilimle uğraşma hakkı, birçok alana girme izni verilse de  yasal anlamda reformlar çok sığ kalır. 1857 Yılında evlilik yasalarında yapılan reform, erkeğin lehine alınan kararların yer aldığı yasalardan öteye gitmez. Yine de orta sınıf kadının başlattığı bu harekete, işçi sınıfı kadınlarından destek gelir.  Emekçi kadınlar çok ağır şartlarda, emeğinin karşılığını almaksızın çalışmış, işyerlerinde karşılaştıkları tacizler kayıt altına alınma ihtiyacı duyulmadığından aldıramamış, ücretleri çok düşük düzeyde kalmıştır. Kadınlar şapkacılık, ütücülük, çamaşırcılık, hizmetçilik, örgü işçiliği ve terzilik yapar, tekstil ve tuğla fabrikalarında ve maden ocaklarında kötü koşullarda çalışırlar. İnsanlık dışı koşullarla ilgili konuşulanlar kamuoyunda yayılınca, bir grup hayırsever harekete geçip parlamentoyu basar, parlamentoda bir kraliyet komisyonu kurulması sağlanır. Kömür madenlerindeki kötü şartlarla ilgili görüşmeler yapılır, görüşmeler sonucu ayrıntılı bir rapor hazırlanır, bu raporda kömür madenlerindeki tüm koşullara ayrıntısıyla yer verilir ve iyileştirmelere gidilir. Ayrıca kötü çalışma koşullar için çamaşırcı kadınlar, fabrikalarda çalışan kadınlar greve giderler.

Fakir olsalar da bir vasi altında eğitim alan genç kadınlar, o dönemde mürebbiye ve maaşlı çalışan olabilirler. Yine bu dönemde kadınların yaptığı mesleklerden biri de hemşireliktir ki meslek Kırım Savaşı’ndan sonra iş alanı olarak kadınlar arasında yayılır. Kırım Savaşında da bulunan İngiliz hemşire Florence Nightingale’in çalışmaları, saygıdeğer kadınlara karanlık çağlarda kadınlar tarafından oluşturulan din topluluklarının yaratılmasından beri en büyük iş olanaklarını sağlar.

Yoksul kadınların çalışma hayatlarında payına daha sağlıksız ve zor işler düşer. Şanslı olanlar daha temiz sayılabilecek koşullarda emekçiliğini sürdürüp dükkân kiralama imkânını bile elde eder, sokaklarda şekerleme, çiçek, dondurma satıcılığı yapar, fal bakar.

İşte böyle bir dönemde, Elizabeth Gaskell ya da edebi unvanıyla ‘Mrs. Gaskell’, 1810 yılında Londra’nın Chelsea mahallesinde bir rahibin kızı olarak dünyaya gelir. Annesinin ölümünden sonra Knutsford Cheshire’da, Cranford romanındaki eve esin kaynağı olan bir ortamda, teyzesinin yanında büyür. Barford, Stratford-upon-Avon’daki yatılı okullarda eğitim görür. 1832 Yılında, Manchester’daki Üniteryen kilisenin vaizi olan William Gaskell ile evlenir. Mutlu evliliğinin ilk on altı yılını çocuklarını yetiştirmekle, kalabalık ev ahalisi ve kilisenin yoksulluğuyla bilinen cemaati ile ilgilenmekle geçirir. Heidelberg’e seyahat etmesinden sonra yazmaya başlar. Sanayi Devrimi sonrası Manchester’ı konu aldığı Mary Barton isimli ilk romanı 1848’de yayımlanır ve beklemediği bir başarı elde eder. Charles Dickens ile dostluk kurar ve onun çıkardığı Household Words adlı dergide düzenli olarak öyküler yazmaya başlar.  Kuzey ve Güney romanını 1854 yılında, 1851 ve 1853 yılları arasında Household Words dergisinde eskizler halinde tefrika edilen Cranford romanını 1853 yılında yayınlar. Fransa, İtalya ve Almanya’ya düzenli olarak seyahat eder. Refah içinde ve üretken bir hayat süren Gaskell, 1865 yılında hayatını kaybeder.

Elizabeth Gaskell’in en sevdiği romanı ve en büyük mirası Cranford olur. Dostu John Ruskin’e ölümünden önce, “Ne zaman kötü hissetsem ya da hastalansam, tekrar bu kitabı elime alırım, neşem yerine gelir” demiştir.

Gaskell 19. Yüzyıl İngiltere’sindeki toplumsal sorunları Mary Barton, Kuzey ve Güney ve Eşler ve Kızları adlı romanlarında inceler. Eserlerinde toplumsal adaletsizlikleri sergiler, olaylara ahlaki ve dini açıdan yaklaşarak orta sınıf okurlarına hitap etmeye ve toplumsal tartışmalara katkıda bulunmaya çalışır. Duyarlı bir yazar olması ve çevresindeki insanların dönemin önemli bilim insanları, düşünür, yazar ve fikir insanlarından oluşması sebebiyle, döneminin toplumsal sorunlarını yakından takip etme imkânına sahip olur, döneminin tartışma konularına doğrudan katılır.

Gaskell, kadınlardan, fazla eğitimli olmalarının yerine çevrelerini memnun etmelerinin istendiği, gelenekselci Victoria Dönemi’nin kadına bakış açısını eleştirir. Evlilik kurumunun önemine değinerek, sevgi ve saygıya dayalı evliliklerin doğru evlilikler olduğunu vurgular. Sosyal sorunların toplumsal yapıyı değiştirmeden bireysel uzlaşılar ile çözülebileceğini düşünür, çünkü toplumsal yapının korunmasından yanadır. Bu tavrı onun orta sınıfa ait olmasıyla açıklanabilir. Orta sınıf gelenekselcidir ve Gaskell her ne kadar çağına göre modern düşüncelere sahip olsa da kendi sınıfının değer yargılarından tamamen kurtulamamıştır. Bu da onun eserlerinde görülen bir ikilemdir; bir tarafta göz ardı edemediği ve toplumsal yapının değişmesiyle çözülebilecek sorunlar, diğer yanda ise bu yapıyı korumak isteyen ve değişmesini asla istemeyen orta sınıf değerleri ile düşünen biri vardır. Gaskell’ın amacı sınıflar arası bir uzlaşı ve anlayış ortamı oluşturarak, toplumda meydana gelebilecek herhangi bir isyanın oluşmasını sağlayacak ortamı ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Romanlarında sorunların çözümlerine yönelik kesin öneriler getiremeden bireyler bazında, sadece bireyler arası anlaşma ve uzlaşma ile çözülebileceği görüşünü ileri sürer.

Cranford, feminist ütopya olarak görülebilecek, 19. yüzyıl İngiliz taşrasına kadınlar arasındaki dostluklar üzerinden bakan bir romandır. Yazar bu taşra kasabasına bir ruh katmıştır; içine sıkı dostlukları, karışık aile ilişkilerini, kart oyunlarının eksik olmadığı çay partilerini ve kimi neşeli kimi buruk aşk hikâyelerini sokmuştur. Kadın egemenliğinde bir kasaba olsa da Cranford tamamıyla erkekten yoksun ya da kasabanın sakinleri erkek düşmanlığı besliyor değildir. Anlatıcı Mary bir zamanlar kendi de Cranford’da yaşamış olan, sıklıkla kasabaya ziyarete gelen, ‘dışarıdan biri’dir. Gelenekçi Cranford’ın karşısında, gelişmekte ve modernleşmekte olan Drumble’dan gelen bir ziyaretçidir. Mary’nin roman boyunca kimi zaman Cranford’ın sakinlerinin yaptıklarına anlam verememesi, onlarla fikir ayrılığına düşmesi de bundan kaynaklanır. Mary kadınların kendini kandırma yeteneklerine dikkat çeker. Yazar, sıradan hayatlar üzerinden dönemi ve toplumu inceler, eleştirir, belki kimsenin farkında olmayacağı yaşamları olan kadınlar üzerinden yazarak farklıyı dener ve bunu yaparken hem belirli bir dönemde sabit kalmak hem de zamanının ötesinde olmaya çabalar.

Cranford kadınları, ölümden hırsızlığa, hastalıktan iflasa kadar, bütün dertleri, tam bir kadın dayanışması içinde, hatta bu olumsuzlukları kendileri için birer eğlence haline getirerek, başlarından savarlar.  Onları hem sevip hem de sevmememize, bir kızıp bir takdir etmemize sebep olan yine kendileridir. Gaskell’in aynı olaylarda duygusallığı ve mizahı bu kadar iç içe işlemesi, Cranford’ı güçlü kılar.

“Roman erkek iktidarıyla baş etmenin bir yolu olarak dışlamanın (veya kadınların gayrimenkul sahibi olmalarının) yetersiz kaldığını vurgular. Kadınlar Cranford’da ön planda olmalarına rağmen, eril iktidara alternatif bir pozisyondan çok ona tabi bir pozisyonu işgal ederler. Albay Brown gerçek bir adamdır, ne var ki az sonra tren altında kalacaktır, çünkü anlatıma devam ettikçe onun tahakkümünden kaçmak mümkün değildir. Kasabanın dışlayıcı politikası erkekleri kanlı ölümlere layık gören hayallerle dışa vurulur.”

Acımasız gerçekliği örten adab-ı muaşeret kuralları Cranford ayrımcılığının yanı sıra kendine has ikiyüzlülüğüne örnek oluşturur.

“ Ev ev dolaşıp Cranford adabına uygun olarak durumu açıklayıp özür dilemesi beklenmişti”  Babasının mezarın başına kapanıp ağlamak istemesi ve sempatiyle engellenmesi, hayranlık denen şeyin hor görülmesi, etrafta hasta yoksa sesini alçaltma gereği duymayan birinin küçümsenmesi, kendilerinden daha yüksek olanların taklidinin sadece kendilerinden alt sınıfların önünde yapılması, uyuşuk insanların küstahlığının hoş karşılanmaması, bu kurallardan bazılarıdır. “Kendi anlatacaklarına kıyasla önemsiz ve adi sayılıp hor görerek dinleyen biri karşısında, sohbeti uzatmasıdır.”

Anlatıcı/yazarın amazon ülkesi olarak gördüğü Cranford’daki kadınlık halleri ilginçtir. Bir çay daveti sırasındaki bilinen haller ve değerlendirmeler: “… oysa o da biliyordu, biz de biliyorduk, o da bildiğimizi biliyordu, biz de onun bildiğimizi bildiğini biliyorduk ki, bütün sabah kuru pasta ve bisküvi yapmakla uğraşmıştı”, “Genç kızlık iffeti daha çok olsaydı keşke”, “Kendi ayağıyla gelen delikanlıyı kaparlar tabii”, “Miss Matty, bir koca sahibi olmayı, hırsızlar, soyguncular veya hayaletlere karşı en büyük koruma olarak görüyordu”, “Evlilik riskli bir işti”,  “Evleniyor muymuş? Aptal durumuna düşecek”, “Bence para için evleniyor”,  “Babamınki tam bir erkek elinden çıkma bir mektup örneğiydi; çok sıkıcıydı”,  “Asla erkeklerin evde baş belası olduğunu inkâr etmeye çalışmıyorum”, “Hediyelerle, kız kardeşinin görünüşü arasındaki uyumsuzlukla eğleniyormuş gibi güldü”

Kadın merkezli anlatı yine de erkek egemenliğini saklayamaz. “Mükemmel erkek sağduyusu”, “Bir erkek sıkboğaz edilmek istemez”,  “Bir de fakirliğinden bahsedecek kadar yüzsüzdü. Gene de, bir biçimde Albay, Cranford’da kendine saygın bir yer edinmişti.”

Dönemin ruhuna uygun sınıfsal ayrımcılık da Atölye’nin dikkatini çekti. “Kendisi bir esnafın yeğeniyle aynı odada bulunduğunu duysa ne derdi, ne düşünürdü”, “Yakışıklı genç erkekler alt sınıfta boldu. Güzel, düzgün hizmetçi kızların istediklerini seçip alabileceği kadar çok gönüllerinin çektiği ‘talip’ vardı.” Hizmetçi Marta’nın hanımefendiye pudingi kendi parasıyla yapmak istemesi, sonrasında eve kira ödeme isteği iki sınıfın yakınlaşma anlarına güzel örnek oluşturuyordu. Marta’nın haftada bir sevdiğini görmesine izin verilmesi dönemin ruhunu ve adabını iyi anlatıyordu. Bir leydinin “Cranford’a oturmaya gelerek ne kadar düştüğünü hiçbir zaman unutmamış gibiydi. ”Yine de leydinin ilgisini çekecek konu bulma telaşı, ona nasıl hitap edileceğinin yarattığı telaş da dikkat çekiciydi: “Yüksek rütbeli asillere nasıl hitap edeceğimiz konusunu hiç ele almamışız gibi.”

Dönemin ruhu, yabancıların hem saygı görüp hem de ayrıma tabi tutulmasını gerektiriyordu. “Yabancıların hepsinin hali tavrı ne kadar kibar oluyor”,  “ Cranford’un halkının hem özsaygısı hem de beldenin yakınında oturacak kadar iyi yürekli olan aristokratlara karşı minnet duyguları o kadar büyüktü ki, terbiyelerine leke sürecek onursuz ve ahlaksız davranışlara o yüzden zinhar itibar etmezlerdi, dolayısıyla hırsızların yabancı olduğuna inanmamız gerekiyordu – eğer yabancı iseler, neden dış ülkelerden gelmiş birileri olmasın? Dış ülkelerden gelmişlerse, bu işe Fransızlardan daha uygun olanı var mıydı? Sinyor Brunoi İngilizceyi Fransızlar kadar bozuk konuşuyordu; istediği kadar Türk türbanı taksın…Türkler gibi Fransızların da turban taktığını açıkça gösteriyordu”, “Türk kıyafetleriyle şehrimize geldiğinde yaşanan büyük Cranford paniği.”

“Bir gözü şaşı…Kadına gelince erkeksi görünüyordu –tam bir cadaloza benziyordu; büyük ihtimalle kadın elbiseleri giymiş bir erkekti”, “Mrs Forrester’ın uğradığı şaşkınlık bizimkinden az değildi; üstelik incinmişlik duygusu daha da çoktu. Çünkü o mensup olduğu mevkii bizden daha daha iyi anlıyor ve böyle bir davranışın aristokrasiye nasıl bir leke süreceğini tam anlamıyla görebiliyordu”, “Cranford’lu hanımların hiçbiri, ne hanımı ne beyi kutlayarak bu evliliği tebrike yanaşmadı”

“Kadınla erkeğin eşit olması yolundaki modern görüşü küçümseyecek olmasına rağmen”, “Drumble’ın dükkanlarını ve beni istediği kadar hor görsün ben yine de onu kafasında türbanla görmektense bu lafları duymayı yeğlerim”, “O çok uzun zaman vahşilerin arasında yaşamıştı- onların hepsi sapkındı- hatta bazıları, maalesef düpedüz Anglikan Kilisesi’ne karşıydı.”,

Asker olmanın din adamı olmaktan daha saygın göründüğü Cranford’da şiddete de başvuruyor ya da dillendiriliyordu. Peter’in yakasına yapışan babanın oğlunun şaka olsun diye giydiği kadın kıyafetlerini atması ve herkesin önünde sopalamaya başlaması şiddet yüklüydü. “Annene Peter’i değnekle dövdüğümü ve onun da bunu fazlasıyla hak ettiğini söyle,”, “Genel olarak Cranford’a gelince her şey eskisi gibi devam ediyordu. Jamieson ve Hoggins arasındaki kan davası da büyük ölçüde eski şiddetini koruyor gibi”, “Seni yaramaz kedi seni!” dedim ve sanırım bir tokat atacak kadar tahrik olmuştum.”

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.