1944 yılında, II. Dünya Savaşı devam ederken, ABD’nin küçük bir kasabası Bretton Woods’da düzenlenen, 44 ülkenin katıldığı Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansı yeni bir uluslararası para sistemini benimsemektedir. Amaç ‘dünya barışını koruyacak bir sistem’ geliştirmektir ki bu sisteme Bretton Woods Sistemi adı verilir. Bu sistemin yapı taşları olarak da Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası kurulur.
- Yeni sisteme göre ABD dışındaki tüm üye ülkelerin ulusal paralarının değerini ABD dolarına, ABD’de kendi parasını altına endekslemektedir.
- 1 ons altın=35 ABD$ paritesi kabul edilir ve sistemin adına Gold Exchange Standard’ı denir.
- Üye ülkeler ellerindeki dolarları ABD’ye verdiklerinde, ABD bu parite üzerinden dolarları altına çevirmeyi garanti etmektedir.
- Ayrıca döviz ve kredilerin yönetimi de ABD’nin kontrolüne verilir.
Dünya II. Dünya Savaşı’nın acılarını yaşarken, 1942 yılında, Bretton Woods konferansını hazırlayıcı ön toplantıları başlamıştır bile. ABD ile İngiltere arasında dünya egemenliğini ele geçirme savaşının hukuki alt yapısı hazırlanmaktadır. Nitekim konferans da bu kapsamda gelişir. Dünya Ekonomisi’ne yön verecek yeni güç belirlenir, Büyük Buhrandan çıkış sonrası, ekonomi politikalarının teorisyeni Keynes’in de içinde bulunduğu İngiltere, gücü yeni süper güce kaptırmıştır.
Ülkesi işgal edilmemiş, kazançlı çıktığı savaş ekonomisiyle ABD, II. Dünya Savaşı’nın tek galibi olduğunu bu anlaşmayla ilan etmiş olur. Ardından sürekli genişlettiği dolar arzıyla altın varlıklarını kendi ülkesine çeker, dünyaya da enflasyon ihraç eden ilk ülke olur. Dünya altınlarını yani ABD’nin ve diğer ülkelerin, kâğıt üzerindeki kayıtlarla bir ülkeden diğerine devrettikleri altınları koruma altına almak için, ABD’nin Kentucky Eyaleti’nde Fort Knox askeri üssü kurulur.
1970 Yılına kadar sabit kurda seyreden altının ons fiyatı, 1971 sonrasında yaşanan ekonomik çalkantılar, petrol krizi gibi ortamında ABD taahhütlerinden vazgeçtiği için sabit olmaktan çıkar. En son 1974 yılında içine girildiği söylenen Fort Knox üssündeki altın rezervleriyle ilgili belirsizlik o günden bu güne sürerek önemli tartışmaların odağına oturur.
Bugün ABD’de Merkez Bankası karşıtı çevreler Fort Knox’ta tutulduğu söylenen 8000 ton civarında altının gerçekten orada olduğundan emin değil. Çünkü iddiaya göre 1950’lerden bu yana Fort Knox’ta ciddi denetimler yapılmamaktadır. Başkan Trump’ın bu olayın peşine düştüğü ve Fort Knox’ta söylendiği kadar çok altının artık bulunmadığının ortaya çıkabileceği konuşulmaktadır.
Yine de altının onsunun 1248 $ olduğu günümüzde, 1944 yılından 1971 yılına kadar 1 ons=35$ paritesinde sabit kalan altın rezervleriyle ABD’nin dünya varlıkları üzerinden ‘sebepsiz zenginleştiği’ anlaşılabilir.
ABD hegemonyası altında kurulan düzen 1970 yılından itibaren yapısal krize girdi
Yapısal kriz, II. Dünya Savaşı sonrası Fordist sermaye birikimi rejimin ve Keynesyen düzenleme sistemlerinin tükendiği 70’li yıllarda ortaya çıkar. Bu yıllarda merkez ülke sermayeleri, krize uyum sağlayabilmek için alanlarını genişleterek hızla çevre ekonomilere yayılır. Bu gidişle hızlanan, çevreden merkeze değer transferleri, çevre ülkelerde genelleşmiş bir borç krizine yol açar. Bu yeni neo-liberal borç krizi yönetim modelinin çevre ülkelere, IMF ve Dünya Bankası’nın finansal destekleri/reçeteleriyle dayatılması, değer transferlerini hızlandırır. Neo-liberal model, çevre ekonomilerinin mal ve sermaye piyasalarını tamamen merkez sermayenin kullanımına açar. Böylece merkezden çevreye ikinci büyük sermaye akımı, ‘yükselen piyasalar’ kavramıyla birlikte başlar.
Yapısal krizi yönetecek model 1980’lerde şekillenmeye başlar. Neo-liberalizm ve emperyalizmin bu modelinin, çevre (bağımlı) ülkelerde genelleştirilmiş ideolojik adı küreselleşme’dir.
Neo-liberalizm deyince:
- Ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini,
- Refah (sosyal) devletinin tasfiyesini,
- Emek faktörünün kazanımlarının sınırlandırılmasını/geri alınmasını, anlamalıyız.
Küreselleşmeden söz etmek, iktisadi bir sistem olarak kapitalizmin dünyaya yayıldığını söylemektir
Kapitalizmin evrensel yayılışının ifadesi olarak küreselleşme, aynı zamanda ve her şeyden önce, dünya çapında sermaye birikimine engel oluşturan fiziksel, finansal ve hukuki sınırları sarma, delme ve sonunda yok etme sürecidir.
Dünyaya yayılma, önce jeopolitik alanda, sonra devletlerarası bir sistem mantığıyla, en sonunda bu mantığın yerine ulus ötesi bir ağ mantığı koyma biçiminde gelişmektedir.
Kapitalizmin kendini yeniden ve yeniden üreterek yaşam savaşı vermesinin doğal görüntüleri sayılan konjonktürel dalgalanmalar ve yapısal krizlerdir. 1980 sonrası geliştirilen küreselleşme politikaları bir dizi finansal krizlerle sürer:
- 19 Ekim 1987 Kara Pazartesi günü Hong Kong borsasının çöküşüyle başlayan, zaman farklarıyla sırasıyla önce Avrupa, daha sonra ABD’de yaşanan Borsa krizi,
- 1990’lı yıllarda çevre ülkelerde (1997-1998 Asya krizi) patlayan finansal kriz,
- Oradan da 2007/2008 yıllarında merkez ülkelere mali kriz olarak ulaşır.
Krizlerin tümü finans kaynaklıdır ve modelin dağılma sürecine girdiğini gösterir.
‘Mali sermayenin gücü kırılınca, sanayi sermayesinin çıkarları öne çıkmaya başlar; artık kimse büyük savaşı önleyemez.’ Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm (1944) kitabındaki ‘100 Yıllık Barış’ bölümünden
Dünya artık 1930’ların, 1944’lerin, 1980’lerin dünyası değildir:
- Yeni güçler, özellikle Çin, ekonomik ve teknolojik olarak yükselmeye başlıyor.
- Eski sistemin egemen güçleri, özellikle de ABD, korunma refleksiyle, milliyetçiliğe yöneliyor, ticaret savaşlarını tetikliyor, kaygılar hızla siyasi ve hukuki hatta askeri boyutlara taşınıyor.
- Düzen dağılırken, çevre ülkelerde hızlanan ekonomik ve siyasi çürümenin yarattığı insani felaketler, merkez ülkelere doğru, göç ve göçmen dalgası yaratıyor.
- Halkın ekonomik korkuları, ‘Hıristiyan uygarlık elden gidiyor’ korkusunu etkileyerek siyasi tercihleri değiştiriyor (Brexit, Nazi sempatizanlığı, İslamofobi, ırkçılık, ‘yerlicilik’, dincilik…).
- ‘İlliberal demokrasi’, ‘Neo-liberal otoriterlik’ kavramları ortaya çıkarak demokrasi tartışmaya açılıyor (Seçimler ne işe yarar? Demokrasi bunun neresinde? Liberalizm bunun neresinde?).
- Emperyalist rekabet sertleşirken, küresel ekonomik-güvenlik mimarisi dağılırken karanlık bir dalga yükseliyor.
- Güvenlik politikaları, serbest ticaretin, küreselleşmenin stratejik bir tehlike olarak görülmesiyle şekilleniyor.
- Dünya Savaşı sonrası düzenin bozulduğu göz önüne alınarak, sanayi ve savunma yapılanmasını güçlendirmek, ‘bir sanayi politikası’ düşünmek gerektiği dillendiriliyor.
Tehlike çanları çalıyor çünkü ortada, karlılığı restore edecek yeni bir sermaye birikimi rejimi yok!
ABD’nin, II. Dünya Savaşı sonrasında kurduğu uluslararası düzendeki en önemli müttefikleri Almanya ve Japonya ile bağları zayıflıyor, batı ittifakı dağılma sinyalleri veriyor, AB ve NATO zayıflıyor. II. Dünya Savaşı öncesinin militarist güçleri Almanya ve Japonya, ittifakın koyduğu sınırlamalardan kurtulmaya başlıyor. AB ve Japonya, ABD’nin korumacılık önlemlerine karşı serbest ticaret anlaşması imzalıyor.
Bugün dünya, 3. ve 4.Sanayi Devriminin (E3.0 – E4.0) hız kattığı neo-liberal sermaye birikim modeli, finans kaynaklı 2008 ABD merkezli, 2010-2013 Avrupa sıçramalı, 2015 yükselen piyasalar yayılmalı, bu on yıllık yapısal krizle nasıl baş edeceğini düşünüyor.
IMF’nin Türkiye bölüm başkanı olan ekonomi profesörü Dr. Nouriel Roubini, ABD’de yaşanan krizin nedenlerini şöyle sıralıyor:
- ABD’de yıllık büyüme hızı %2’nin büyük olması, bu oranın 2020’ye gelindiğinde teşvikler sona erdiğinde %2’nin altına gerileyecek olması gerçeği.
- ABD’de enflasyon hedefin üzerine yükseliyor. Fed fonlama faiz oranını 2020’ye kadar en az %3.5’lere yükseltecek. Bu da kısa ve uzun vadeli faiz oranlarının yanı sıra doları yükseltecek.
- Trump hükümetinin Çin, Avrupa, Meksika, Kanada ve diğerleriyle ticaret savaşlarını artırmasıyla büyümede yavaşlama ve yüksek enflasyona yol açılıyor.
- ABD’nin diğer politikalarla stagflasyonist baskı yapmaya devam etmesinin faiz artışını tetikleyecek olması.
- Dünyanın geri kalanında ABD’nin korumacılık politikasına karşılık verilmesiyle büyümelerin yavaşlayacak olması.
- Avrupa’nın para politikalarındaki sıkılaşma ve ticaret kırılmaları nedeniyle yavaş büyümeden etkilenecek olması. Popülist politikaların borç dinamiklerinde sürdürülemezliğe neden olacağı.
- ABD ve küresel hisse senedi piyasalarındaki köpük, fiyat/kazanç oranları, Hazine tahvillerini yükseltiyor olması.
- Bir düzeltme olduğunda likiditede azalma riski ve panik satışları daha da sertleşeceğinden ani çökme ihtimalinin artacak olması.
- ABD Başkanı Trump’ın büyüme oranını yüksek tutmak için Fed’e saldırıyor olması, büyüme oranının muhtemelen %1’in altına ineceği seçim senesi olan 2020’de gerginliğin artacak olması.
- Çin’le ticaret savaşını başlatan Trump’ın yeni hedefi İran ile askeri gerilimi stagflasyonist jeopolitik şoku tetikleyip küresel resesyon ihtimalini daha da keskinleştirme ihtimali.
Bu olasılıklardan biri gerçekleştiğinde politika araçlarının (mali ve parasal) yetersiz kalacağı açık. 2008 yılında politika yapıcıların sert düşüşü önlemek için politika araçları vardı, bu kez toplam borç oranlarının önceki krize göre daha yüksek olması nedeniyle politika yapıcıların bir sonraki krizde elleri bağlanacak.
Bir sonraki kriz ve resesyonun, son krize göre daha şiddetli ve daha uzun olma olasılığı yüksek görülüyor
Diğer yandan ABD’den sıçrayan kriz Avrupa’yı da 2010-2013 yıllarında etkisi altına aldı ve hala ufukta bir çıkış yolu gözükmüyor. Çünkü Avrupa krizinin kökenlerinde yapısal nedenler yer alıyor.
Yapısal nedenlerin kökeninde, ülkeler arasında emek üretkenliği farkının yüksek olması yatıyor. Emek üretkenliği düşük olan ülkeler cari açık verirken, yüksek olan ülkeler cari fazla veriyor. Cari açık veren ülkeler bu açığı cari fazla veren ülkelerden borçlanarak karşılıyorlar. Avrupa Komisyonu, dahili değersizleşme (internal devaluation) ve kemer sıkma tedbirlerinin uygulanmasını, bu yapısal dengesizliklerin çözümü için önerdiğini ileri sürerek meşrulaştırmaya çalışıyor.
Kriz sonrasında, batan firma üye ülkeler tarafından kurtarılıyor, özel zararın kamuya transfer edilmesi sağlanıyor, bu da kamu borçlarının artışına neden oluyor. Ayrıca kamu borçlanması çok değişmemiş olsa da, ekonomik daralma nedeniyle, oransal olarak kamu borcunun milli gelire oranı artıyor.
AB’nin kurumsal yapısındaki bazı sınırlamalar krizden çıkışı zorlaştırıyor. AB’nin kurucu anlaşmalarında belirlenen ekonomik çerçeve, gerek AB’nin gerekse üye ülkelerin konjonktür karşıtı ekonomik politikalar uygulamasını engeller niteliktedir. Özellikle bütçe açığının milli gelire oranının % 3’ü, kamu borcunun milli gelire oranının ise % 60’ı geçememesi gerektiği yönündeki mali kısıtlamalar ile enflasyon hedefinin % 2 seviyesine sabitlenmesi gibi parasal kısıtlamalar, politika yapım sürecinde katılıklar yaratıyor.
Neo-liberal AB’de krize giren, bir bütün olarak neo-liberal AB projesidir. Kemer sıkma ve dahili değersizleşme, krizden çıkmanın tek yolu olarak sunuluyor olsa da kemer sıkma tedbirlerinin uygulanması için gerekli teorik çerçeve ve gereklilik gözükmüyor. Konuya bu çerçeveden bakılmazsa, ne devletlerarasıcılık (intergovermentalism) ile ulusüstücülük (supranationalism) arasına sıkışan bütünleşme tartışmalarının tıkandığı noktalar aşabilecek ne de Avrupa’da giderek güçlenen radikal sağın neden yükseldiği ile ilgili bir açıklama zemini kurulmuş olacak.
“Mevcut kriz, bütünleşmenin daha da artması ve mali birliğin parasal birliği takip etmesi durumunda, yani Avrupa Birleşik Devletleri’nin kurulması sonucunda sorun çözülebilir, çünkü böyle bir durumda cari fazla veren ülkelerden cari açık veren ülkelere transferler mümkün hale gelecektir” tezi ileri sürülüyor. Bu seçeneğin hayata geçmesi, tam bütünleşmenin, hareket alanları zaten sınırlanmış üye devletlerin tamamen etkisizleşmesini gerektirdiği için zor gözüküyor.
Krizin üzerinden 10 yıl geçmesine karşın halen aşılamaması, çalışmadığı bilinen bir kemer sıkma programının otoriter bir şekilde uygulanması ve sistemin sola tamamen kapalı yapısı, ister istemez seçmenlerin önüne şöyle bir tablo çıkarıyor: Piyasacı merkez sağın (ve neo-liberalizmi kucaklamış sosyal demokratların) karşısına yine piyasacı aşırı sağcı seçenekler yerleşiyor. Bu bağlamda, AB’nin neoliberal yapısı değişmediği sürece, siyasi çalkantıların daha da artarak devam edeceğini öngörmek zor değil.
Bu sorunlara, Komisyon ile İtalya hükümeti arasındaki bütçe krizinin nasıl çözüleceğinin bilinmemesi, Almanya’da 2018’in üçüncü çeyreğinde görülen ekonomik daralma rakamları da eklendiğinde, ekonomik krizin geride bırakıldığını söylemek mümkün değildir. AB projesinin neo-liberal karakterinin, kendi altını oyan en temel dinamik olduğu söylenebilir.
Yayınlanan istatistiklere baktığımızda yapısal krizi yönetecek model olarak 1980’lerde şekillenmeye başlayan neo-liberalizm ve küreselleşmenin yavaşlamakta olduğunu, gelir dağılımını bozduğunu söyleyebiliriz.
Uluslararası sermaye hareketlerinin GSMH’ye oranı: 2007 krizi öncesi %23 iken, 2018’de %5
Küresel borç stokunun GSMH’ye oranı: 2007 %127 iken, 2018’de %179
Yükselen piyasaların toplam borcu: 2007 de 1,5 trilyon $ iken, 2018’de 3.7 trilyon $.
Küreselleşmeyle birlikte dünya ekonomisinde değişenler ve değişmeyenler var
Küreselleşmeyle değişenleri şöyle sıralayabiliriz:
- Finans sektörünü korumaya yönelik uygulamalar, merkez bankalarının bilançolarını, kamu borçlarını şişirdi, yeni bir mali krizde müdahale olanaklarını, manevra alanlarını tüketti.
- Merkez Bankaları krizin başlamasıyla, son on yılda piyasaya yaklaşık 5 trilyon$ (dünya gayri safi hasılasının dörtte birinden fazla) enjekte etti.
Peki bu paralar nereye gitti?
- Financial Times’a göre ‘zenginlere gitti’, milyonerlerin sayısı arttı.
- Wikipedia’ya göre: 2008 Yılında 1125 milyarderin toplam varlığı 4.4 trilyon$ iken 2018 yılında sayısı 2754’e, servetleriyse 9.2 trilyon $’a ulaştı.
- CreditSuisse’in 2010’da yayımlamaya başladığı Küresel Servet Raporu’nun bulgularına göre:
2010 yılında, toplam hane halkının gelir piramidinin en üst dilimindeki % 8’i, 154 trilyon $ ile toplam servetin % 79,7’sine sahip hale geldi. Bu oranlar 2017 yılında % 8,6’ya ve 239 trilyon $’a, % 85,6’ya yükseldi.
Serveti 10.000 doların altında olan, en alt dilim 2010’da toplam hane halkının % 68,4’ünü oluşturuyor, 8,2 trilyon $’la toplam servetin %4,2’sine sahip görünüyor. Bu kesimin toplam hane halkı içindeki oranı, 2017’de % 70’e yükselirken, servetten aldıkları pay, 7,6 trilyon $ ile %2,7’ye geriledi.
Bu durumda küreselleşmeyle birlikte; son 10 yılda, ekonomiyi kurtarmak adına, toplumun ‘kaymak tabakasına’ servet transfer edildi, en düşük gelirliler, toplumun ekonomik olarak en zayıf kesimi içine düşenlerin toplam nüfus içindeki payı artarken, küresel zenginlik içindeki payı azaldı.
Krizde en zenginler daha zengin oldu, en yoksullar daha da yoksullaştı
Böylece “serbest piyasa, rekabet eşitliği, verimsiz olan batar” söyleminin nasıl bir yalan olduğu, ekonomik yasaların değil, sınıf egemenliğinin ekonomik modeli belirlediği de ortaya çıkıyor.
1929 Yılında Büyük Buhran’a yol açan, 1944 sonrasında dünya ekonomik sistemini yeniden düzenleyen, 1970’ sonrasında krize girip 1980 sonrasında küreselleşmeyle krizden çıkmaya çalışan sistemde değişmeyenler de şunlar:
Değişmeyen şeylerin hepsi, finans sektörüne ilişkin. Aşırı borçlanmanın ve onun üzerinde türeyen menkulleştirme hummasının yarattığı spekülatif balonun patlaması krizleri başlatıyor. Yapısal krizi, birikim ve üretim kapasitesi fazlasını, tüketim eksikliği sorunlarının basıncını, kredi genişlemesi ve finansallaşma ile yönetme çabaları olduğu görülmüyor. Finans dışı (artı değer üreten) sektördeki kâr oranlarında, aşılamayan kronik bir gerileme yaşanıyor. Borç ve spekülasyon köpüğü patladığında, kredi piyasaları bir anda kilitleniyor. Finans sektörü ve bankalar çökme noktasına geliyor. Küresel bir resesyon yaygınlaşmaya, küresel ticaret hızla gerilemeye başlıyor.
Günümüzde sermaye birikiminin mantığı şimdi, kapasite fazlasının, borçlarını ödeyemeyen işletmelerin tasfiyesini, piyasanın toplumsal, insani sonuçlarına bakmadan temizlenmesini gerektirir. Ancak siyasetin mantığı egemen oluyor. Başta ABD Merkez Bankası olmak üzere büyük merkez bankaları, hızla faizleri düşürüyor, piyasalara toplam 15 trilyon dolar enjekte ediyorlar. Mali çöküş, resesyonun depresyona dönmesi, ama piyasaların da temizlenmesini engelliyor.
Ekonomik büyüme açısından 2008 öncesi döneme dönülemediği gibi, kapitalizmin merkez ekonomileri, 10 yıllık bir düşük büyüme trendi ile yetinmek zorunda kalıyor. Bu dönemde toplam küresel borç 250 trilyon dolara ulaşarak 2007’deki düzeyi % 75 oranında aşıyor. Sorunun kaynağında olan borca dayalı büyüme eğilimi (kapitalizmin yapısal krizi) değişmediği gibi güçlenerek devam ediyor.
Küreselleşme bir dizi olumsuzluk yaratıyor. Yarattığı istikrarsızlığın bir bölgeden diğerine yayılmasına yol açıyor. Gelirler üzerinde eşitsizlikleri azaltma iddiasında bulunurken eşitsizlikleri derinleştiriyor. Rekabet dinamiğini, sosyal hakları kısıtlayarak, ücretleri düşük seviyede tutarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Demokrasileri derinden sarsarak toplumsal dokuları tahrip ediyor. Tepkileri arttırıyor, kutuplaşmalar yaratıyor. Ve nihayet otoriter bir kapitalizme yol açıyor.
Neo- liberal küreselleşmenin yarattığı güvensizleşme, düzensizleşme, kurumsuzlaştırma dalgasına karşı yükselen toplumsal tepkiler, kapitalizmi, otoriter kapitalizm adı verilen yeni bir modele dönüştürüyor. Otoriter kapitalizm, iyi yönetişim adı verilen, siyaseti siyasetsizleştirme modelinin yönlendirdiği, liberal kurum ve politikaların iflası üzerine yükseliyor. Demokratik ve hukuki haklar üzerinde baskı anlamına geliyor. Hızlı büyümenin yarattığı toplumsal rıza bu otoriterliği artırırken (zımni sözleşmeye göre) siyasal istikrar iktisadi büyümenin, özgürlüklerin kısıtlanması da siyasal istikrarın önkoşulu haline getiriyor.
Otoriter kapitalizm sonucunda, neo-liberal politikaları uygulamak için daha fazla devlet güdümüne ihtiyaç duyuluyor. İktisadi büyümenin önüne çevre, sosyal hak gibi ‘engellerin’ çıkmamasının sağlanması ve ortaya çıkan yolsuzlukların medya destekli baskıyla örtülmesi gerekiyor. Ve nihayetinde kayırma ekonomileri ortaya çıkıyor.
(Devam edecek)