15 Kasım 2011 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem İlk Kitap – İstanbul

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

15 Kasım akşamı Edebiyatta Savaş ve Barışı aradığımız üçüncü döneminin ilk kitabı olarak Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar kitabını tartıştık. Nilüfer U.Dalay 1980 öncesi ve 1980 sonrası Türkiye’nin kültürel iklimi konusunda bir sunum yaptı. Daha sonra yazarın hayatı, yazım özellikleri hakkında genel bir bilgi verdi. Daha sonra Atölye ktılımcıları larak yazar ve kitabı ile ilgili görüşlerimizi paylaştık.

Kenan Evren’in bir konuşmasında 12 Eylül askeri/siyasi/ ekonomik müdahalesini tıbbi bir müdahale olarak tanımlanmış ve “Hangi hasta ameliyat masasına yatmak ister ki? Ama ameliyattan sonra sağlığına kavuşur. İşte biz de hastayı ameliyat masasına yatırdık. Şimdilik iyilik safhasına gidiyor” demişti. Bu amaçla, psikiyatr Ayhan Songar ve Turan İtil toplum için modern ıslah yöntemler bulmak, terörizm hastalığını doğru teşhisi  edip doğru tedavisini yapabilmek için 1985 yılında cezaevlerinde bulunan tutuklular üzerinde bir araştırma yapmış sonuçlarını da ‘Türkiye’de teröristlerin rehabilitasyonu’ Semineri ile açıklamışlardı.

Koydukları teşhis ve uygulanan tedavi ile 1980’ler kurumsal, siyasi ve insani sonuçları bakımından yakın tarihin en ağır dönemlerinden biri oldu.

* 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

*650 bin kişi gözaltına alındı.

* Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

*7 bin kişi idam istemiyle yargılandı. 517 kişiye idam cezası verildi. 259 kişinin idam dosyası Yargıtay tarafından onandı. 49 kişi idam edildi.

*71 bin kişi 141, 142 ve 163’den yargılandı.

*98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi’ olmak suçundan yargılandı.

*388 bin kişiye pasaport verilmedi. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.

*300 kişi ‘kuşkulu bir şekilde’ öldü. 171 kişinin ‘işkenceden öldüğü’ belgelerle kanıtlandı. 14 kişi cezaevindeki uygulamaları protesto etmek için yaptıkları ‘açlık grevi’ sonucu yaşamını yitirdi.

*30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 1402 sayılı yasa nedeni ile 3 bin 854 öğretmenin ve 120 öğretim görevlisinin işine son verildi. 1402 sayılı yasa nedeniyle 9 bin 400 kişi kamu görevinden atıldı ya da sürüldü. 47 yargıç görevden atıldı.7 bin 233 devlet görevlisi bölgeleri dışına sürüldü.

*937 film ‘sakıncalı’ bulunduğu için yasaklandı.

*23 bin 667 derneğin faaliyeti durduruldu.

* İstanbul’da gazeteler toplam 300 gün yayımlanmadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 31 gazeteci cezaevine konuldu. Gazeteciler hakkında toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi, toplam 3 bin 715 yıl hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci öldürüldü. 49 ton gazete, dergi ve kitap, sakıncalı olduğu için imha edildi.

1980 sonrası, askeri/siyasi/ekonomik darbenin ardından, devlet şiddetiyle ve haksız bir savaşla kurulabilmiş bir piyasanın içine doğan yeni bir kültürel iklime tanıklık eder. Ancak 1980’lerin kültürel iklimini tanımlayacak ilk kavram ‘sözün bastırılması’ ise ikinci kavram ‘söz patlaması’ olmalıdır.

Çünkü 1980’in ilk yarısı ile ikinci yarısı farklı sözlere tanık olmuştur. Bir yanda merkezi iktidarca bastırılan, yasaklanan, söz hakkı verilmeyen hayat alanları varken diğer yanda 80’lere kadar benzeri görülmemiş bir iştahla yaşanan, merkezsiz, dağınık, kendiliğinden gibi görünecek bir söz patlaması yaşanmıştır.

Bir yandan söz hakkı elinden alınmış,’Susturulmuş Türkiye’ vardı diğer yanda söze yeni kanallar, yeni çerçeveler sunan ‘Konuşan Türkiye’.

Yeni oluştan bu kültürel iklimde; kültür daha önce görülmedik boyutlarda piyasaya tabi olmuştur. Reklamcılık kısa sürede sınırsız sayıda imgeyi dolaşıma sokmuştur. Çok satan haber dergilerinin yayın hayatına girmesiyle yeni bir kamuoyu, yeni bir haber dili oluşmuştur.

1980 Sonrası;

  • Yerellik patlamıştır. Bir yer duygusu gelişmiştir ama aynı zamanda küresel basınçlar da artmıştı.
  • Kültürel özerkliğin en fazla talep edildiği bu yıllar, kültür denen alanın özerkliğini ve otoritesini ilk kez bu kadar kesin biçimde yitirdiği yıllar olmuştur.
  • İç dünyaların, cinsel tercihlerin, özel hayatın, özel zevklerin öne çıktığı ama aynı zamanda da bu alanların yağmalandığı, en kaba toplumsal yasalara tabii olduğu, piyasa koşullarına tabii kılındığı yıllar olmuştur.
  • Özel hayat ayrı bir varlık alanı olarak kamusal alanda adlandırılırken ‘Özel Hayat Endüstrisi’ kurulmuştur.
  • Kültür ve edebiyatın piyasanın bildik basınçlarına maruz kaldığı yıllardır.
  • ‘Bastırılmışın geri dönüşü’nün yaşandığı yıllardır. İslami yükseliş, Türkiye’nin kendi Kürtlerini keşfedişi, taşranın kültürel yükselişi ya da ‘aşağı kültür’ denen alandaki patlamaların yaşandığı yıllardır.
  • Kadınların kendilerine ait bir dil geliştirmeyi en çok denedikleri yıllardır ama aynı zamanda, kadınlık denen bölgenin de en çok bu dönemde söz siyasetinin kuşatması altına girdiği, keşfedilip adlandırılmaya çalışıldığı, yeni bir alan olarak kodlandığı görülmüştür.
  • ‘Mahrem’ kabul edilen adı konmamış alan ilk kez 80’lerde kamuoyunun önüne gelmiştir. Cinsellik söze dökülmüş, cinsel eğilimler sınıflandırılmış, kuşaklar ayrıştırılmıştır.
  • Geçmişe duyulan ilgi artmıştır. O günün ihtiyaç ve fantezilerini uyaran bu imge tüketim metası olmuş, yaygın olarak tüketilebilecek bir ‘populist kültür’, ‘popülist tarih’, ‘pop tarih’ kurulmuştur.
  • Dil nedensizleştirilmiştir. Keyfi bir dil yaşatılmış, dille gerçeklik arasındaki bağ kopartılmıştır. Bu hayali dil gerçekmiş gibi sunulmuştur.

“80’lerde festivallerin, hapishanelerden yükselen

sesleri, çığlığı bastırmaya yaradığı”nı söylemek tümüyle doğru olmasa da çok yanlış olmaz.

1980’den sonra Türk romanında toplumsal ve yazınsal nedenlere bağlı olarak gerek içerik açısından gerekse roman anlayışı açısından önemli değişikliklere tanık olunmuştur.

1950’Lerden bu yana verilen yapıtların hemen tümü toplumcu, ilerici ve roman yazımında belli bir dünya görüşüyle yazan yazarlarındı. Yazarların bu sol ideoloji içinde toplumsal çözümleri vardı. Ancak 1980 li yıllarda gerek dünyadaki dönüşümler (Sovyet sisteminin başarısızlığa, sosyalist ülkelerdeki çözülme) gerekse ülkedeki askeri müdahalenin getirdiği baskı dönemi,  devletin amaçladığı kapitalist modele ve serbest pazar ekonomisine karşı solun önereceği ideolojik bir çözüm olmaması, roman yazarlarını da büyük bir boşluğa düşürmüştür.

Koşullar yeni bir anlatıyı gerektirmeye başlar. Kimi yazarlara, onları çevreleyen dünyayı gerçekçi bir yaklaşımla yazmak ilginç gelmemeye başlar. Yazarlar, toplumcu gerçekçilik akımının okurun ‘beklentiler yelpazesine’ yanıt veren tavrına yeni bir anlayışla, yenilikçi,  gelecek dönemde yeni beklentiler yaratacak şeyler yazma arzusu duymaya başlarlar. Toplumcu değişimlerle yazınsal gelişmeler, 1980’li yıllarda yeni arayışlar içerisinde olan avant garde yazarlar, 1980 sonrası Türk romanında kökten değiştirmelerine neden olur. Buyazarlara genel olarak postmodern denilse de ortak özellikleri gerçeklikten kaçışları olmuştu.

Ancak bu anlatı türü Türk romancılarının  bulduğu bir biçim değildir. Örnekleri 1960 sonrası Batı ve Amerikan edebiyatında görülmeye başlanmıştır. 20.Yüzyılın başında, gerçekçi klasik romanı yaratan koşullar Batı’da ortadan kalkmıştır. 20.Yüzyıl belirsizliğin, güvensizliğin, karmaşanın, karışıklığın yüzyılı olacaktır. Eski değerler kaybolmuş, gerçeklik parçalanmış, yazarın ve toplumun paylaştığı doğru anlayışı, ahlak normları silinmiştir. Yazarlar simgeler, imgeler, ritim gibi öğelerle mitoslara gönderme yapan anlamlı bir estetik anlayışı kurmaya çalışmışlardır. Yapısal dil kuramı bu dönüşümde önemli bir rol üstlenmiştir. Dil ile anlam ve gerçeklik arasındaki ilişki tersyüz edilmiştir.

1980 Sonrası Türk romanında, yazarlarımızın toplumsal ve yazınsal nedenlere bağlı olarak postmodern türde eserler vermiş olmalarına karşın,  Batı Romanında yaşandığı gibi bir gerçeklik krizi yaşamadıkları söylenebilir. Bu üsluptaki eserler, özellikle çevirilerin artması (Marquez, Borges, İtalo Calvino vb.)ile çoğalmıştır.

12 Eylül müdahalesinden sonra, her alanda olduğu gibi edebiyatta da bir zaman ve bellek yitirimine eşlik eden bir unutkanlık, reddiye, siyasi olana sırt çevirme, sol duyarlılığı küçümseme refleksi geliştir. Metinlerde ideoloji ve politika okuması yapılmasının modası geçmiştir.

‘Özgürleşen’, ‘bireyselleşen’ ortamda, siyasi ortamda olduğu gibi teorinin, estetik tartışmanın, edebiyat tarihi ve sosyolojinin önemi kalmaz. Edebiyat dünyasına çoksatarlık ve biraz da postmodernliğin etkisiyle, haz duygusu egemen olur.

Bu yıllara damgasını vuran sözcük ‘birey’di. İnsanlar birey olmanın iyiliğine ikna olup özel hayatla cinsel hayatı aynılaştırırlar. Kültürel iklimde esen birey, cinsellik, özgürleşme ve özel hayat fırtınaları, 12 Eylül Edebiyatı’nın merkezi temasını oluşturur.

Romanın konusu toplumsal içerikten uzaklaşır, psikolojik, fantastik, mistik, gerçek üstü süjelerle oluşturulmaya başlanır. Postmodern etki ile groteks, alay, ironi, paradiden oluşan bir üslupla, ben merkezci bir bireycilik ve çoğulculuk savunularak, evrensel idealler, insancıl değerler göz ardı edilmeye başlanır. Marksizm, tarih, ideoloji, aydınlanma ve evrenselcilik gibi büyük anlatılar terkedilir. Yerine yerellik, farklılık, bölünmüşlük, mistifikasyon koyulur.

Toplumu saran özel hayatı alenileştirme ve röntgencilik merakı edebi alana yansır. Okuyucunun ilgi gösterdiği popüler türlerin giderek yaygınlaşması, polisiyelerin ve fanteziye dayalı tarihi metinlerin çoksatarlılığı, yani tüketilenlerin üretilenler üzerindeki egemenliği, öykü ve romanların biçimini, içeriğini ve türünü etkiler.

Romanlarında postmodern öğeler taşıyan Oğuz Atay yenilikçi bir yazardır ve döneminin ilerisindedir. Bu nedenler romanları toplumcu ve gerçekçi beklentiler içerisinde olan, karmaşık biçem denemeleri içeren, bu karmaşık biçime kuşkuyla bakan 1970’lerin okurlarınca pek anlaşılmaz. Oğuz Atay 1980’lerin haberci olmuştur.

Tehlikeli Oyunlar postmodernizmin Türk edebiyatındaki ilk örneği kabul edilir.

Eleştirmen Berna Moran Oğuz Atay’ı “Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak nitelendirilmiştir. Moran’a göre Tutunamayanlar‘daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.

Oğuz Atay, romanlarında, modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır. Toplumsal durum ve konumu veri kabul eder. Bireyin yazarı olarak toplumsal devinimlere bel bağlamaz

Bütün kahramanları gibi, ‘Tehlikeli Oyunlar’ daki Hikmet Benol da kendine önemli misyonlar yüklemiş, ancak bir süre sonra ‘hiçliğin’in farkına varmıştır. Kendini toplayıp dönüşünü muhteşem kılmak amacıyla bir gecekondu mahallesine yerleşir. Bir oyun yazacaktır. Ona göre; ülkemiz bir ‘oyun yeridir’ zaten. Ancak, oynamak istediği oyunları zaten oynamıştır o, geçmişi tekrar etmek mümkün değildir. Bir türlü yazamaz, erteler, hayallerini anlatır durur. Kaçınılmaz son intihardır.

Kendisi gibi bir kenara çekilmiş emekli albay Hüsamettin Bey’le olan dostluğu ve iletişimsizliği de, 70’li yılların popüler sol politikası olan aydın/ordu ilişkisinin bir parodisi olarak okunabilir.

Tehlikeli Oyunlar, 12 Mart askeri darbesinin ardından kaleme alınmıştır ve kabuğuna çekilmiş küçük burjuva aydının çaresizliğini belirginleştirmektedir. Yazar bu tipolojinin kimlik sorununa gecekondu halkı ile bütünleşmenin bir çözüm getirmeyeceğinin farkındadır.

Tehlikeli Oyunlar kişinin kendiyle savaşmasını ve yenilmesini, kendini dönüştürmesini hayati bir sorun olarak algılamaya çağıran, çarpıcı bir romandır. Romanın baş kişisi Hikmet Benol, toplumdaki yoğun kargaşanın temelinde yatan gerçekliği içtenlikle araştırırken, gerçeklerle içtenlikle ilgilenmenin toplumu yönetenlerce tehlikeli görüldüğünü sezer ve “oyun oynuyormuş gibi” ilgilenmenin ve yaşamanın yollarını araştırır. Ve hem “tehlikeli” hem de “oyun”la dolu bir yolda gidebileceği son noktaya kadar ilerler.

Tehlikeli oyunlar hem yaşanılan mekanın insanda nasıl şiddet eğilimi yaratacağını gösterir hem de iç dünyası yalnızlığın ve horgörülmenin şiddeti ile katman katman olan bir kişinin çevreye şiddet yayabileceğini.

Atölye’de Oğuz Atay’ın şiddet içeren bir yaklaşımı olduğunu ve bunu normalleştirdiğini konuşuldu. “Az şiddet şiddetlerin en kötüsüdür”, ”Şiddet için insan tek ve yalnız olmalıdır”, ”İnsan kendisine acındıkça alçalmalıydı”, “Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum”.

Atölye’de Oğuz Atay’ın Türk edebiyatında öncül ve önemli konumuna karşın ‘seçkinci’ bir tavrının olduğunu, taşralıyı, köylüyü, gecekonduluyu ötekileştiren, küçümseyen bir üslubu benimsediğini konuştuk. Oğuz Atay’da  ‘Emekliler’, ’köylü kılıklılar’, ‘çingeneler’, ‘ihtiyarlar’, ‘dullar’ ,’Yezitler’ ayrıştırılıyordu.

“Geri kalmış insanın iç dünyası olamaz”,“İnsan cahil olursa aptalca övmesini de beceremez”, “Gece yatısına kalmak gerilik nedenidir”, “Kötü şartlar arsızlaştırır”, “Kapıcılar sevmedikleri kiracıların misafirlerine de kötü bakarlar”.

Kadınlarla ilgili tavrı ise Atölye’de şaşkınlık yaratacak kadar sorunluydu. “Serbest kadınların herkese açık oyunları vardır”, “Kadınlarla yola çıkılmaz”, “Erkek olduğu için daha kolay yürüyordu ne de olsa”,“Aptal bir kadının peşine düşmekten başka macera yok muydu?”.

Oğuz Atay, ülkeler ve halkları da ayrıştırılıyordu. “Almanlar mizahtan anlamıyorlar”, “Fransızlar idare ederlerdi, baştan sona kadar şarkılıyorlardı”, “Amerikan sermayesi at koşturuyor, filmlerde durup dururken şarkı söylüyorlardı”.

Üç dönemdir devam eden edebiyatta savaş ve barışın arandığı bu okumalar boyunca Atölye katılımcıları, ne kadar önemli, öncül, değerli kabul edilirse edilsinler, yazarları, yapıtlarını, dillerini ve düşüncelerini farklı bir gözle, savaşın, şiddetin gözüyle okumaya ve değerlendirmeye çalışıyorlar. Biliyoruz ki toplumda barışın kurulması önce tek tek bireylerin dilinde, düşüncesinde, duygusunda barışın yeşermesiyle olası. Bu nedenle, Oğuz Atay, hemen hemen tüm katılımcılarca daha önce okunmuş olsa da bu farklı okuma yöntemi ile başarılı kabul edilemedi.

AtölyeBAK

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.