14 Ocak 2013 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Beşinci Kitap

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

beniSinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin beşinci kitap/filmi Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro 2005) /(Mark Romanek 2010) bize Pınar Demircan ve Şengül Çiftçi tanıttı ve tartışmaya açtı. İlk klonlama çalışmaları o yıllarda başladığı için  bir anlamda tıp devriminin 1952’de başladığı söylenir. 1996 da ilk kopyalama, koyun Dolly ile girdi dünyamıza. 1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya Louise Brown geldi ki o da büyüdü ve 2008 yılında anne oldu. 1952’den başlayarak kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi bir çok hayvan klonlandı. Gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Biyoetik, biyoiktidar çağının geldiğini vurguladı.

Ishiguro’nun romanı ve ondan uyarlanan film, işte bu dünyayı  anlatıyor. Barışçıl bir dille bu dünyanın şiddetini, acımasızlığını gözümüze sokuyor ve bizleri düşüncelerimizle, dillendirdiklerimizle baş başa getiriyor;”Bir şeyler öğrenmeye çalışanlardan mıyız, bir şeye inanmak isteyenlerden mi?”

Bir distopia kuruluyor. Yakın ya da uzak gelecekle ilgili olan hikayenin, bugün henüz mümkün olmayan teknoloji ile anlatılması, bir bilim kurgu değil. Tam tersine hikaye geçmiş yıllarda 1974, 1985, 1994 de yaşanmış ve bizde ‘acaba gerçek olabilir mi?’ sorusunu sorduruyor.

1970’li yıllarda İngiltere’de, kimsesiz çocukların  yetiştirilmesi için zenginler tarafından finanse edilen okulda, özel olduğuna inandırılan, dış dünyadan kopuk yaşayan çocukların dünyasına giriyoruz.  Seçilmiş olma şerefi hissettirilen çocuklara sıklıkla misyonları hatırlatılıyor. En önemli misyonları bedenlerine iyi bakmak. Çünkü onlar, başka insanlara hayat vermek için klonlanarak dünyaya getirilmiş çocuklar, bağışçılar.

“Bizler ayaktakımından kopyalandık. Eroinmanlar, fahişeler, tırlaklar, seks düşkünlerinden. Mahkumlardan, belki sapık olmadıkları sürece tabii.”

Asla yaşlanamayacak, asla normal bir insan gibi yaşayamayacak, zamanı geldiğinde organlarını bağışlayarak başkalarına hayat verecek ve misyonlarını tamamlayarak ölecek klonlar onlar. Yedek organ deposu muamelesi yapılan yedek insanlar.

Gözetmen Lucy “….Doğru düzgün bir hayat yaşayacaksanız bilmeniz gerekir. Hiçbiriniz Amerika’ya gitmeyeceksiniz, hiçbiriniz film yıldızı olmayacaksınız. Geçen gün bazılarınızın planladığı gibi, hiçbiriniz süper marketlerde çalışmayacaksınız. Hayatlarınız sizin için önceden kararlaştırıldı. Yetişkin olacaksınız ve sizler yaşlanmadan, hatta orta yaşa gelmeden, hayati organlarınızı bağışlamaya başlayacaksınız. Her biriniz bu nedenle yaratıldınız….” diye gerçeği haykırıyor çocukların yüzlerine bir gün. Ve hemen okuldan ‘Öğrencileri daha da bilinçlendirmek yalnış ‘ diye verilen bir kararla uzaklaştırılıyor.

Çünkü çocukların varoluş nedeni, sağlıklı insanlardan kopyalanarak, klonu oldukları insanların ihtiyacı olduğunda, organlarını bağışlamaktır. Verilen tüm eğitimlerin arasında içlerindeki yaratıcı gücü çıkarmaları konusunda da baskı uygulanıyor. Bu da bir başka korkunç deney; onların bir insan olduğunu kanıtlama deneyi. Gerçekten de başarılı çalışmalar ortaya koyuyor çocuklar. Kendileri gerçek olmasa da sanatları gerçek. “Şu sanat eserlerine bir bakın! Bu çocukların birer insan olmadığını kim iddia edebilir?”

Kitap ve film, bireyin soyut ve kalıtsal bir formüle, tüm ruhani ve fiziksel duyarlıklardan, ince zevklerden yalıtılarak bir-biyo-feed back’e ve üst üste eklenmiş bir dijital bilgi haline getirilişini anlatıyor bize.

Masumiyeti, aşkı, ihaneti, kötülüğü normal insanlar gibi yaşayan bu çocukların konumuna bizler isyan ederken onların isyan etmesini beklemek beyhude bir çabaya dönüşüyor kitap ve film boyunca. “Neden kaçmıyorsunuz? Nedir bu kabullenmişlik? Varolanı değiştirmeye çabalamaktan kaçmak ve olduğu gibi kabullenmek. Haydi kaçın! En azından deneyin!” diyoruz.

Oysa sistemin ürettiği, korku kültürüyle büyüttüğü bireylerde ne merak gelişiyor ne sorgulama ne de karşı koyma. Sistemin biçtiği değeri kabullenme, kendine değer vermemekle eşdeğer. Yedek parça olarak üretilen, hayatı bağışlayıcı olacağı günü beklemekle geçen donör, modern zamanlar kölesi;başkalarının hayatına ve hayallerine hayat veren kişi.     Bütün hayatlar değerlidir ama bazılarının hayatı daha değerlidir. Masum bir bilimsel başarı olaması gereken organ nakli  işte bu daha değerlilik anlayışı nedeniyle organ mafyasını oluşturdu. Tıbbı etikten koparıldığında organ bağışının geldiği noktayı anlatan film de “Kimse kendine takılan organın kimden alındığını soruyor mu?” sorusuyla bizi baş başa bırakıyor.

Film bizi çocukların/gençlerin isyan beklentisini son kareye kadar güçlü tutuyorsa da bize ” Ey seyirci,sen hayatın için ne yapıyorsun? Senin de bir misyonun yok mu? Misyonunu ne zaman tamamlayacaksın?” sorularını sorduruyor. Filmde bağışçılığa karar veren Kathy “Bizim hayatlarımız da kurtardığımız hayatlardan pek farklı değil. Belki de hiçbirimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ya da yeterince zamanının kalıp kalmadığını bilmiyor.” diyor.

“Birbirine gerçekten âşık bir kız ve bir erkek varsa, yani bu iki kişi gerçekten âşıksa ve bu konuda başkalarını ikna edebiliyorlarsa, o zaman Hailsham’ı yönetenler bu işi halledebiliyorlarmış.”Bir aşk hikâyesi vaadi sunan kitap/film, sanatın, aşkın ve edebiyatın gücünün mistifike edilen şiddeti önlemeye ne yazık ki yetmeyeceği ancak seyirci kalmakla da yetinmediği üzerine düşündürüyor okurunu.”Aşk ve sanat zamanı durdurabilir mi?”, “Aşk ve sanat insanı kurtuluşa götürür mü?” mitini alt üst ediyor.

‘Beni Asla Bırakma’, yeryüzündeki yerimiz, yalnızlığımız, yalnızlığımızdan duyduğumuz korkumuz, bir Allah ve ilk sebep arayışımız, bulamayışımız, çaresizliğimiz içinde bir araya gelişimiz, birlik oluşumuz ve birbirimize elimizden geldiğince sıkı sıkıya sarılışımız ve en sonunda da, ne kadar sıkı sarılsak da sevdiğimiz her şeyi yitirip yine tek başımıza kalmak zorunda olacağımız gerçeği hakkında bir kitap/film.

Sağlıklı bedenlerden üstün ırk yaratılması temeline dayanan nazizmden ve onun Napola okullarından hiçbir farkı yok kitabın ve filmin anlattığı okulun.İnsanın birer makineye indirgendiği, anlamları sadece yararlılıklarıyla sınırlı, faşist beden formunun sürekli teşvik edildiği, cinsiyet rolleri üzerinde sıkı kontrollerin yapıldığı, üstün soyun yüceltilip ötekinin asimile edildiği tek kamplı dünyamızı bir okul metaforu üzerinden anlatılıyor.  Yıkıcı şiddet kısırdöngüsünün yerini ayinsel, yaratıcı ve koruyucu şiddete bırakıyor. Bu son derece gerçek ve ürkütücü.

AtölyeBAK

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.